Arconada İçin, Puerta İçin!


İspanya bu turnuvada en çok desteklediğim takımlardan biri değildi. Raul Gonzalez’i idol edinmiş biri olarak malum kararı hazmetmem kolay olmadı doğal olarak. Gerçi burada yaptığım analizler kapsamında da Luis Aragones’in bu kararını ‘saçmalık’ olarak niteleyenlere katılmadığımdan dem vurmuştum. Sonradan İspanyol basınına yansıdığına göre bu kararın arka planında bazı sahadışı etkenler de varmış, ancak ben Henrik Larsson’u kadroya çağırmakla yetinmeyip, ilk onbirdeki yerini garanti etmiş bir antrenörün değil de böyle bir antrenörün Türkiye’ye gelmesinden memnunum. Bir Beşiktaşlı olarak da Ertuğrul Sağlam’ın milli takımın başına geçeceği günü sabırsızlıkla bekliyorum. Neyse bu konuyu daha sonra açarız Eren ile birlikte.


Başlangıçta böyle bir mesafem vardı yani İspanya’ya karşı. David Villa’nın oynadığı takımdı gözümde sadece. Ama her geçen gün, daha fazla futbolseveri kendi saflarına kattılar. El Tikitaka diyorlar sanıyorum, seri paslaşmalara dayalı oyun stillerine. Bu muydu beni onlara bağlayan? Tabi bunun da etkisi yok değildi, ama oyunu en tutkulu oynayan, gole en aç olan takım onlardı bu turnuvada sahaya çıkan. Belki Rusya da bu takımların önde gelenlerindendi. Ancak, İspanyollar o futbolu oynadığı gibi, rakibi tıkayacak özellikleri de barındırıyordu. Andrei Arshavin’i görebilen oldu mu Perşembe akşamı sahada? Ancak Cesc Fabregas oyununu oynuyordu gayet rahat biçimde. Neyse Almanlar da dahil herkes hak eden tarafın İspanyollar olduğunu kabul ederken bu konudan daha fazla bahsetmeye gerek yok. Ancak İspanyollar’ın kazandığına en çok kupa törenini izlerken sevindim.


Öne çıkan isimler kuşkusuz Sergio Ramos ve Andres Palop idi. Ramos ile Antonio Puerta’nın alt yaş kategorilerine dayanan bir geçmişleri var yanılmıyorsam. Ramos, birçok Sevillalı’dan fazla etkilenmiş gibiydi zaten onun ölümünden. Real Madrid formasıyla attığı bir golden sonra da Puerta’yı andığını hatırlıyorum, formasının içine giydiği tişört ile. Dünkü spontan bir hareket miydi, yoksa o tişörtü özellikle mi orada bulundurdu bilemiyorum. Ama her halükarda çok güzel bir jestti. Turnuva boyunca futbolu amatör ruhla oynayan İspanyollar’a bu yakışırdı. Ramos’a da çok yakıştı. Ancak Palop’un yaptığı gerçekten kusursuz bir dehanın ürünüydü. İlk başta ben de çözemedim, zaten Erdoğan Arıkan’ın çözmesi beklenemezdi. Ama Michel Platini’yle olağandışı akıcılıkta bir muhabbete girince duruma uyandım nihayet. Evet üzerindeki retro forma Luis Miguel Arconada’dan başkasına ait değildi. Hani İspanyollar en son bu noktaya geldiğinde, Platini’nin frikiğinde yaptığı hatayla İspanyollar’ın 24 yıl daha beklemesine neden olan kaleci. İşte o günden 24 yıl sonra İspanyol bir kalecinin, zaferin verdiği gururla o madalyayı o frikiği atan Fransız’dan alması. O Platini’nin Fransası’nın bugün gruptan ileri gidememiş olması. İşte paranın satın alamayacağı şeylerden biri bu anın bir parçası olabilmek. Palop henüz 11 yaşındaydı Arconada o topu yumurtladığında. Belki ekran karşısında ağlamaktan kendini alamayan İspanyollar’dan biriydi. Belki Arconada onun idolüydü, hatta belki Arconada’nın o golünden sonra kaleci olmaya karar verdi. Bunların hepsi senaryo, ama bu senaryolardan ilintisiz olarak çok klas bir davranıştı Palop’un yaptığı. Ancak, takımın kaptanı ve kupada en büyük pay sahiplerinden biri olan Iker Casillas’a daha çok yakışmaz mıydı? Evet, yakışırdı.


İspanya’nın oyun stili çok konuşulacak. Ligler başlayıncaya kadar bu turnuvanın futbola olan etkileriyle ilgili bir yazı da yazmak istiyorum. Etkilerin genel olarak olumlu olduğu kesin. Fransa ’98’in ardından ikincilik için Euro ‘oo ile kapışıyorlar gibi. Tabi o günlerde futbolu tam anlamıyla yeni yeni keşfettiğimi söyleyebilirim. O yüzden Yunanistan’ı da izlesem güzel gelecekti belki. Ama, Fransa gruptan çıkamazken Rusya’nın geldiği yer tek başına çok şey anlatıyor turnuva hakkında. Bunun yanında, zaman zaman patlamalar yapmış olsa da hiçbir zaman bir ekole sahip olamadığından yakındığımız milli takımımız bu alanda ilk adımını attı bu turnuvada. Tüm dünya basını bir lakapta konsensüse vardı Ay-Yıldızlılarımız için: Comeback Kings… Bu yaratılmış bir ekolse, temelinde ekolsüzlükten güç alan bir anlayışa bağlı belki ama gerçekten “Comeback Kings”, Türk futbolcusunu, hatta Türk insanını çok iyi sembolize etmiş durumda. Bunu yapmak kolay değildir, bir lakap edinmek o alanda kabul edilmiş olmayı gerektirir. Bugüne kadarki gelişimimizin ardından çok güzel bir adımdı bu sonuncusu. Ama en çok alkışı hak edenler geçen seneki Avrupa Şampiyonası’nda basketbol takımının yaptığının aksine tarafsız seyircinin tümünü finalde yanına çeken İspanyollar’dı. “Viva España” demek lazım, zaten Oktay önce davranıp demiş.


Biraz da Almanya’dan bahsedelim. Michael Ballack’ın Angela Merkel ile olan küçük dialogunda 2010 Dünya Kupası’nı Brandenburg’a getirme sözü verdiği konuşuluyor. Joachim Löw de “2010’da hedeflediğimiz noktaya gelirsek yenemeyeceğimiz takım olmadığını gösterdi bu turnuva” gibisinden laflar etmiş. Gözlerini geleceğe dikme gayretleri takdiri hak ediyor. Ama finaldeki oyunları? Direksiyonun İspanya’nın elinde olacağını her iki takımı az biraz izlemiş her göz söyleyebilirdi zaten. Ben de söyledim final öncesi analizimde. Öyle de oldu. Ama Jogi’nin bu durumu tersine döndürmek için hiçbir şey yapmaması neydi öyle? Aragones’in finalde Löw’ü basketbol tabiriyle outcoach edeceğini turnuva öncesi söyleseniz katıla katıla gülerdim. Aragones’in müthiş hamleler yapması da gerekmedi bunun için, zira Löw yapılacak her türlü yanlışı yaptı. Philipp Lahm’ı oyundan alması gereklilikti adeta, ama orta sahayı eksiltip forvete oyuncu sokmalar neydi peki? Mario Gomez ve Kevin Kuranyi elleri bellerinde “Hadi topu bize atın” demekten öteye gidemediler. Halı sahalarda saçları hafiften ağarmaya başlamış göbekli amcalar olur ya, yarı sahayı geçmezler pek, topu beklerler rakip ceza sahası çevresinde. İşte onları gördüm Kuranyi’de, Gomez’de. O sırada topu kullanmaya çalışan Alman bekleri, ortalama 3 İspanyol buluyordu karşısında. 1-0 geride olan takım basbayağı İspanya’ydı manzaraya göre. Antrenörlükte yeni neslin önemli temsilcilerinden kabul edilen birine yakışmadı bu zihniyet. Dilerim o da toparlanır Lahm gibi, Ballack gibi.

Viva España

7 Haziran’da başlayan turnuva 29 Haziran’daki final maçıyla sona erdi. Son turnuvaya oranla futbol kalitesi yüksek ve keyifli bir turnuva oldu. Son sıkıcı 2004 turnuvasının şampiyonu Yunanistan’ın da 0 puan alarak eve erken dönüş yapması dikkat çeken noktalardan biriydi. Doğu Avrupa temsilcileri Rusya ve Türkiye de oynadığı futbol ve tutkularıyla turnuvaya renk katan diğer faktörlerden biri oldular. Belki de 1988’den sonraki en kaliteli Avrupa Şampiyonası diyebiliriz.

Gelelim büyük finale. İlk önce Alman cephesinden bakarsak, Portekiz maçı hariç çok kötü futbol oynayarak finale kadar geldiler. Hatta Türkiye maçında Lehmann hayatında bir maçta kalesinde gördüğü en fazla sayıda şutu görmüş bile olabilir. Ama disiplinden kopmamaları maçı Almanya tarafına götürdü.

İspanya ise son 7-8 yıl U-17, U-19, U-21 turnuvalarını domine ederek başarı yolunu açmıştı. Yeni yıldızları ile total futbolun tüm gerekliliklerini ortaya koydular finale gelinceye kadar. Rusya ile oynadıkları iki maçta da futbola doyduk adeta. La Liga gibi müthiş bir lige sahip ülkenin son kupasını 1964 yılında alması da oldukça garipsenecek bir durumdu bana göre. Ve İspanya bu başarısız geçen yılları unutturmak için eline büyük bir fırsat geçirdi.

Gelelim büyük maça… Maç öncesi oynadığı futbol ve sahip olduğu süper yıldızlar nedeniyle İspanya finalin favorisi olan taraf olarak görünüyordu. Ama Almanya da tarih boyu gösterdiği başarılarla kafada soru işaretleri bırakıyordu, şansları da cabası.

Saatler 21:45’i gösterdiğinde büyük maç başladı. İlk 10 dakika karşılıklı ataklarla geçti, ama o andan itibaren İspanya kontrolü eline aldı ve Almanya kalesine yüklenmeye başladı. Adeta Türkiye-Almanya maçının kopyası gibi devam ediyordu maç, İspanyol oyuncular kaleye vuruyor ama Lehmann’ı bir türlü geçemiyorlardı. Derken 33. dakikada Torres çıktı sahneye. Lahm’ın büyük hatasıyla topu alan Torres topu ağlara gönderip ilk yarının skorunu belirledi. İkinci yarısı da İspanya üstünlüğüyle geçen maç 1-0 sona erdi ve İspanya 44 yıllık hasretine son verdi.

2004 yılında Yunanistan ile başlayan ve kulüp takımlarında Chelsea ile devam eden savunma ağırlıklı futbol akımı sona ermiş gibi duruyor, umarım da ermiştir. İspanya koşan ve teknik oyuncularıyla gözlerimizin pasını sildi adeta son iki maçta. Rusya, Hollanda, Hırvatistan da oynadıkları güzel futbolla kaliteyi arttırdı. Her turnuvanın sonu adettir ya en iyi kadro yapılır, yazımı ben de gözlemlerime göre yaptığım 11 ile bitireyim.

GK: Iker Casillas (İspanya)

LB: Yuri Zhirkov (Rusya)

CD: Carles Puyol (İspanya)

CD: Christoph Metzelder (Almanya)

RB: Sergio Ramos (İspanya)

LM: Andrei Arshavin (Rusya)

CM: Wesley Sneijder (Hollanda)

CM: Marcos Senna (İspanya)

RM: Hamit Altıntop (Türkiye)

ST: David Villa (İspanya)

ST: Semih Şentürk (Türkiye)

Final – Endspiel – Finale


Uzun zamandır Euro 2008 yazısı yazmıyorum. Mucizeye tanıklık ediyordum onun yerine. Euro 2000’den beri bu futbol kalitesine özlem duyuyoruz aslında. Yarı finale yükselen 4 takımın ortak özelliği futbol oynamayı öncelik edinmeleriydi. Bunu yapmayan takımlar hüsranla karşılaştılar. Aralarında en ileri giden, bu işi en iyi yapanları olan İtalya oldu. Ancak onlar da eve mutsuz döndüler. Gerçi tatil yörelerinden gelen fotoğrafları bunu pek yansıtmıyor ama.


Rusya’nın finalde olmasını isterdim. Finaller öncesi analizlerimde en az yarı final beklediğimi yazmıştım. Güvenimi boşa çıkarmadı Hiddink-Arshavin ikilisi. Ancak İspanya’nın orta sahası yıllardır izlediğim en sağlam orta sahalardan. Bu orta saha dörtlüsüne finalde Cesc Fabregas da katılacak David Villa’nın yokluğunda. Jogi Löw, kara kara düşünüyor olsa gerek. Savunmada bana pek güven vermeyen Marchena-Puyol ikilisinin şu ana kadar gayet iyi götürdüğünü söyleyebiliriz. Tabi önlerindeki Senna-Xavi ikilisine de borçlular bunu biraz. Sahada direksiyonun İspanya’da olması muhtemel, ama golü atma konusunda El Nino’nun eline bakacaklar daha çok. Grup maçlarında beklediğimden de iyiydi, yarı finalde ise tutuk gözüktü. Bugün Cesc ile birlikte oynamak onun açısından işleri kolaylaştırabilir. Türkiye karşısında kanat akınlarını önlemekte güçlük çektiğini gözlemlediğimiz Alman beklerinin, David Silva ve Andres Iniesta karşısında neler yapacağı da merak konusu. Silva’nın bu maça damga vurması hiç şaşırtmaz beni.


Almanya’nın orta saha üstünlüğünü elinde bulundurması zor gözüküyor İspanya’ya karşı. Bunu ne Avusturya’ya karşı yapabildiler, ne de Türkiye’ye karşı. Oyun stilleri buna dayalı değil zaten. Sahayı çabuk geçiyorlar, oyunu dikine oynuyorlar ve sonuca gidiyorlar. Poldi-Miro ikilisi de böyle bir takım için ideal forvet ikilisi. Zaten Mario Gomez’in kesik yemesiyle takımın futbolunun seviye atladığı ortada. Eğer Michael Ballack’ın sakatlığı oynamasını engelleyecek düzeyde ise orta saha hakimiyeti konusunda bir şansları olabilir belki. Thomas Hitzlsperger ve sakatlıktan yeni çıkan, ancak yarı finalde oyuna girdikten sonra etkili olan Torsten Frings’in yerleri garanti gibi. Ballack olmazsa yerini kimin alacağı ise merak konusu. Löw’ün bu tercihi oyunun kaderini büyük oranda etkileyecek bence. Çünkü Ballack’ın kadroda bir alternatifi olduğu söylenemez. Belki Piotr Trochowski’yi stil olarak benzetebilirsiniz, ancak Löw’ün ona dönmesi büyük sürpriz olur. Trochowski’yi bir kenara koyacak olursak kim tercih edilirse edilsin, takımın karakteristiği kaybolacak ve sahada farklı bir oyun oynayacaklar. Tabi bu Luis Aragones’in işini kolaylaştırmaz ama bu değişikliğin başarıya ulaşması da garanti değil. Tabi Ballack sakatlığına rağmen oynayabilir. Bu senaryo aklımıza Fransa ’98 finalini ve Ronaldo’nun kararını getiriyor hemen. Sponsorların sahanın içine ilk kez bu kadar etki ettiğini görmüştük.


Alman basını ile İspanyol basınının olaya bakışlarındaki farklılık da enteresan. İspanyol basını olayın coşkusunu yaşıyor. Yazarların büyük bir bölümü Aragones’e karşı olan eleştirilerinde geri adım atmışa benziyor, ona minnet duyuyorlar. Almanya ise “12 yıl sonra nihayet finaldeyiz” diyor. Tatminsizlik ve kibir karışımı o tutum yine sahnede, Almanlar’a özgü olan. Jens Lehmann bugün sahaya çıkarsa Avrupa Şampiyonaları’nda finalde sahaya çıkmış en yaşlı oyuncu olarak tarihe geçecek. Basın ise bunun olmasını istemiyor pek. Löw’e Calamity Jens’in yerine Robert Enke’yi oynatması yönünde baskı yapanlar bile mevcut. En kritik maç öncesi, sezonu yedek kulübesinde geçiren, hamlamış ve oldukça sakar kalecinizin moralini bozmak, kulağa çok mantıklı gelmiyor. Bakalım ne olacak? Ben konuşmak için Löw’ün kadro seçimini görmeyi yeğlerim. Ancak şu an itibarı ile kupaya daha yakın gördüğüm taraf İspanya. Bu arada bu maçtan konuşurken Gary Lineker’i alıntılamak yasaklanmış. Cidden kabak tadı verdi artık.

BİR PERİ MASALI

İsviçre maçından dolayı alınan saha kapatma cezasına rağmen grup maçlarına mükemmel başlayan milli takım acaba özlediğimiz milli takım geliyor mu görüşlerinin hepimizin kafamızda belirmesine neden olmuş ama ondan sonra Bosna Hersek mağlubiyeti ile başlayan kötü gidiş ve evimizde mağlup olduğumuz Yunanistan karşılaşmasından sonra herkesi umutsuzluğa sürüklemişti. Ama Norveç deplasmanı ve Bosna galibiyetlerinden sonra Euro 2008’e katılma hakkı kazandık.

Uzun bir aranın ardından ligin bitmesi ile Antalya kampı ile tekrar milli heyecanı derinden hissetmeye başlamıştık. Seçilen kadro nedeniyle Fatih Terim aleyhinde bir çok eleştiriler de gazetelerin başlıklarını süslemeye başlamıştı. Kimine göre Galatasaraylı, kimine göre aşırı egoist, kimine göre de gözünün üstünde kaşı olduğu için saldırılar başlamıştı Fatih Terim’e. Tam eleştiriler azalmaya başladı derken kadrodan çıkarılacak 3 oyuncu açıklandığında tekrar oklar milli takıma ve Fatih Terim’e yönelmişti. Çoğu kişinin gol bile atamazlar, puan almak bile hayal tahminleriyle İsviçre’ye yola çıktı Milli Takım.

İlk rakibimiz Ronaldo, Nani, Pepe, Deco gibi dünyaca ünlü yıldızlara sahip Portekiz’di.Seçilen yanlış kadro, sahaya yansıyan kötü oyun ve alınan 2-0 skorla eleştiriler yoğunlaşmış ve umutlar nerdeyse bitmişti. Herkes turnuva başlamadan yazdığı tahminlerin altını çizerek “Ben demiştim!” naraları atmaya başlamıştı. İkinci maçımız turnuva ev sahiplerinden ve 2006 Dünya Kupası elemelerinde play-off maçları sonucunda elenip büyük olaylar yaşadığımız İsviçre idi. İlk yarıda yine kötü bir oyun ortaya koyan milli takımımız ilk yarıyı Türk asıllı oyuncu Hakan Yakın’ın attığı golle mağlup kapatmıştı ve yağan inanılmaz yağmur yüzünden saha futbol oynanamaz hale gelmişti. Devre arasında herkes turnuvaya katılmamız bile büyük başarı görüşlerini birbiriyle paylaşırken ikinci yarı oyuna giren Semih’in getirdiği hareketlilikle çok daha iyi bir milli takım izlemeye başlamıştık ve gol de çok gecikmeden 57. dakikada Semih’in kafasından geldi. Daha sonra İsviçre’nin inanılmaz tehlikeli atakları sonuçsuz kalınca son dakikalarda daha diri görünen milli takımımızın geliştirdiği her atakta acaba sorusu kafamızda dolaşmaya başlar olmuştu. Maçın son dakikalarında tam umudumuzu kesmişken 21 yaşındaki yeni yıldızımız Arda Turan sahneye çıktı ve Türkiye maçı 2-1 kazandı.

Herkes İsviçre maçındaki galibiyetin önemini vurgularken kafalarda da yapabilir miyiz acaba soruları belirmeye başlamıştı. Ama bu sefer karşımızdaki takım ekol olmuş ve bize karşı oldukça ters gelen Çek Cumhuriyeti idi. Takımın süper yıldızı Rosicky ve dünyaca ünlü yıldızları Nedved’in olmayışı bize umut veriyordu. Maç başladığında ise Çekler Sionko ve Koller ile sürekli yüklenip bizi bunaltmaya başladı. Koller o yaşına rağmen kendisine şişirilen topların nerdeyse hepsini alıp tehlikeler oluşmasını sağlıyordu. Bu durum çok uzun sürmedi. 31. dakikada gelen ortada maçın başından beri yaptığını tekrarlayan Koller topa vurup golü buldu. İlk yarı böyle bitiyor ve umutlarımız oldukça azalmaya başlıyordu. Maçın ikinci yarısı başladığında sahada inanılmaz bir Türkiye gördük. Sağlı sollu ataklar ile Çek kalesini bunaltmaya başladığımız anlarda tam golü atıyoruz derken; Emre Güngör’ün sakat olduğu ve 10 kişi olduğumuz dönemde Plasil’in attığı golle adeta yıkılıyorduk. Herkes umudunu yitirmiş bir şekilde kalakalmıştı sanki. İsviçre maçının kahramanı Arda Turan 76. dakikada attığı golle umutları yeşertmiş ve Türk takımının uyanmasını sağlamıştı. Dakikalar 85’i geçtiğinde herkes bu işin bittiğini düşünmeye başlamış ve umutsuzluğa kapılmıştı. Kimse tarih sayfalarının yazacağı geri dönüşlerden birine ihtimal dahi vermiyordu. 87. dakikada dünyanın en iyi kalecisi olarak gösterilen Petr Cech büyük bir hata yaparak Türk Milli takımının Nihat ile tekrar hayata dönmesini sağladı.Herkes uzatmaları düşünmeye başlamışken Nihat ile bir gol daha buluyor ve dünya basınının manşetlerini süsleyecek şekilde çeyrek finale yükseliyorduk.

Bu sefer karşımızda turnuvanın favorilerinden biri olarak gösterilen Hırvatistan duruyordu. Volkan’ın cezası ve Servet’in sakatlıkları; Hırvatistan’ın sahip olduğu yıldızlar endişe duymamız için başlıca nedenlerdi. Derken maç başlıyor Hırvatlar’ın üstünlüğü ile geçen 90 dakika
kaçırdıkları sayısız gol nedeniyle uzatmaya gidiyordu. Kondisyonu düşen Hırvatlar karşısında üstünlüğü ele geçiren milli takım bize yeniden yarı final hayalleri kurdurmaya başlamıştı. Maç tam penaltılara gidiyor derken 119. dakikada babasının böbreği ile hayata tekrar dönen Ivan Klasnic golü atıyor tarihin sayfalarına adını yazdırıyordu; ya da herkes öyle sanıyordu, ta ki 2 dakika sonrasına kadar. Semih attığı müthiş golle maçı penaltılara taşıyor ve milyonlarca kişiyi bir kez daha şaşkınlık içerisinde bırakıyordu. Bu golün getirdiği moral çökmesini yaşayan Hırvatlar attığı 4 penaltının 3’ünü kaçırarak turnuvaya veda ediyordu.

Yine tüm dünya basınında Türkiye başlıkları süslemeye devam ediyordu. Yarı finalde rakibimiz turnuvaların gelmiş geçmiş en başarılı takımı Almanya oldu. 8 eksikten ve karşımızda Panzerler olmasından dolayı biz de dahil olmak üzere tüm dünya favori olarak Alman takımını görüyordu. Ama maç başladığında herkes şaşkınlıklar içinde Türk milli takımının sayısız atağını izlemeye başladı. Çok geç olmadan Türkiye Uğur Boral’ın ayağından bulduğu golle 1-0 öne geçti. Almanya geliştirdiği ilk atağında 4 dakika sonra Schweinsteiger ile cevap veriyor ve ilk yarı 1-1 berabere bitiyordu. Turnuvanın başından beri en iyi oyununu oynayan milli takımımız bize güven verip inançlı olmamızı sağlamıştı. 79. dakikada Rüştü artık klasik olmuş hatalarından birini tekrarlayarak golü yememize sebep oluyordu. Her şey bitti derken Semih 86.dakikada şık bir vuruşla yoksa yine mi sorularını akıllara getirdi. Acaba uzatmalar nasıl olur derken son dakikada Philipp Lahm golü atarak bir Külkedisi masalını sonlandırdı.Son dakikalarda galibiyetler alan Türkiye bu sefer bir son dakika golüyle turnuvaya veda ediyordu.

Hikayenin başında da değindiğim üzere hiç kimse tarafından şans tanınmayan Milli Takım oynadığı yarı final, yaptığı comebackler ile tarihin sayfalarındaki yerini aldı. Bir Külkedisi masalı tadındaki öykünün belki de böyle bitmemesi gerekirdi ama bu bile bize oldukça gurur duymamızı sağlayacak yeterli bir başarı. Teşekkürler Türkiye; bize yaşattıklarınız için…

Bıyıklı Golcü


Turnuva boyunca bekleneni vermekten uzaktı Toni. Bayern’de geçirdiği sezondan sonra Azzurri’nin en büyük umuduydu, Totti’nin de yokluğunda. Her şeye rağmen Toni’ye bir teşekkür borçluyum kendi adıma. Çok uzun bir hasreti giderdi. Kardemir Karabüksporlu Erdoğan Yılmaz’dan bu yana o yeni bıyıklı santrforun ortaya çıkmasını bekliyordum. Geçen sene halı sahada birine denk geldim, ancak 40-45 yaşlarındaydı. O dönem mensubuydu yani. Yeni jenerasyonda bu tarzın öncüsü ise Toni oldu. Tabi Erdoğan’ın kaytan bıyıkları ile Toni’ninkini kıyaslamamak lazım. Yine de hoş bir ayrıntıydı. Teşekkürler, Luca…

Grup Maçlarının Ardından

Avrupa Futbol Şampiyonası’nda grup aşaması sona erdi. Bazı sürprizler de yaşandı. Domenech’in kişiliksiz futbol anlayışının kurbanı oldu Equipe Tricolore. İki evsahibinin de erken vedası, turnuvanın devamı konusunda endişelere zemin hazırladı. Gerçi, kimse İsviçre’de ya da Avusturya’da bir coşku hissedemedi bugüne kadar. Bu takımların elenmesi havayı çok da olumsuz etkilemeyecektir bu bağlamda. Hırvatistan’ın B Grubu’nu Almanlar’ın önünde tamamlaması benim için pek sürpriz olmadıysa da birçok otoritenin Löw’e olan inancını sınamasına neden oldu. Türkiye ve Rusya ise Latin ateşinin domine ettiği gruplarında ikincilik başarısını elde ettiler.


Peki bireysel olarak kimler ön plana çıkabildi? Avrupa’daki scouting sisteminin ulaştığı noktayı gözönüne alarak, artık majör turnuvaların bir özelliğini kaybettiğini kolayca söyleyebiliriz. Bu turnuvanın en genç oyuncusu dahi o denli tanınıyor, güçlü yönleri ve zaafları o kadar biliniyor ki turnuvada bir sürprizle karşılaşmak hiç kolay olmuyor. Ancak bu şampiyonada öncekilere göre öne çıkan bir karakteristik vardı. Turnuvanın en genç oyuncusunun 20 yaşında olması bu karakteristik hakkında ipucu verecektir. Bu yaş grubunda olan oyuncular arasında yetenekli isimler de vardı aslında. Bunların hemen hemen hepsi büyük liglerden birine kapağı atmıştı, ancak enternasyonal arenada kendilerini ispatlamış değillerdi. Çok azı, istikrarlı olarak şans buldu. Henrik Larsson, Andersson, Svensson, Ljungberg, Alexandersson gibi kaşarlanmış isimlerden vazgeçmeyip, yanındaki Sebastian Larsson’u bir türlü göremeyen, Elmander’i ilk maçtan sonra hatırlayan Lagerbäck’e bir kez daha selam olsun o zaman. Şimdi benim süzgecimden geçmeyi başarıp, grup aşamasında mevkilerinin en iyisi seçilen oyunculara göz atalım.

GK: Edwin VAN DER SAR (Hollanda)
Lobont’un İtalya maçında takımına hediye ettiği 1 puanı gözden kaçırmamak gerekirdi. Volkan, biraz daha akl-ı selimden nasibini almış olabilse, İsviçre maçında yaptıklarıyla buranın adamı olabilirdi. Buffon, kötü bir başlangıcın sonrasında Mutu’ya hayatı zehretti kalesinde büyüyerek. Hem de en zayıf noktası olarak gösterilen bir penaltı atışı sırasında. Ancak istikrar bir kriterse, grup aşamasının en iyi kalecisi Van Der Sar’dı. Fulham’dan United’a transferiyle birlikte ikinci baharına da merhaba dedi Edwin resmi olarak. Kariyerinin sonunda da hem United taraftarlarına, hem de Hollanda halkına yaşattıkları takdire şayan. Hollanda’nın başarılı olmasını istememin nedenlerinden biri de bu adam. 1 numara seçerken adından etkilendiğimi düşünenler de bir zahmet Fransa maçında durum 1-0 iken yaptığı, maçın kaderini belirleyen kurtarışını izlesinler bir şekilde. Yeterli olmazsa İtalya maçının tamamını da önerebilirim.

RB: SERGIO RAMOS (İspanya)

Lahm her iki bekte de başarılı maçlar çıkardı. Anyukov, çok iyi başlamasa da en kritik maçta İsveçliler’in başına büyük işler açtı. Grygera, Çek savunmasının en güven veren isimlerinden olsa da kaderi ona iki kötü sürpriz hazırladı, turnuvanın belki de en etkin sol açıklarıyla üst üste karşı karşıya geldi. Corluka, etkili bindirmelerine dilerim bizim maçla bir ara verir. Tüm bu isimler gerek savunmada gerek hücumda önemli işler yaptı. Ancak, Sergio Ramos bu isimlerin her birinden bir seviye üstün gözüktü. Açıkçası ben Aragones’in kendisinden stoper bölgesinde yararlanmasını bekliyordum. O, Marchena-Puyol ikilisine güvendi. Belki güvenmedi de böyle bir hücum gücünden vazgeçmek istemedi. Sergio Ramos, İtalya’nın başına çok büyük dert olabilir. Hele olur da Donadoni, Gattuso ve Pirlo’nun cezaları sonrası klasik 4-4-2’den vazgeçerse, Grosso’nun çok zor anlar yaşayacağını tahmin etmek güç değil.

CB: Per MERTESACKER
(Almanya)
Gerek 2006 öncesinde, gerek bu turnuvaya başlarken Alman basınının en az güvendiği isimler Metzelder ve Mertesacker’di. 2006 öncesi takımın zayıf halkası ilan edilen Mertesacker, hem o turnuvada çok iyi bir görüntü çizdi, hem de sonrasında Bremen’de kendisini geliştirmekten geri durmadı. Bu turnuvada da birilerini mahcup etmesi gerekti, bunu yerine getirdi çekinmeden. Mertesacker’i de daha büyük kulüplerde görmemiz fazla zaman almaz bana kalırsa. Aynı bölgede Servet “Yeniçeri” Çetin, yüreğiyle alkış topladı taraflı tarafsız herkesten. Pepe, zaman zaman savunmayla yetinmedi de. Ujfalusi, özellikle İsviçre maçında sakar Rozehnal’in tüm açıklarını kapatarak kalitesini bir kez daha gösterdi. Ama, Mertesacker benim gözüme daha çok çarpan isimdi.

CB: RICARDO CARVALHO
(Portekiz)
Pepe, attığı golle daha çok ön plana çıkmış olabilir. Fantezi oyunlarda birçok kişinin hayır duasını da almıştır Real Madrid stoperi. Ancak Portekiz’in başarılı savunmasında aslan payı Carvalho’nun. Petit ve Moutinho’nun yardımları zaten Portekiz savunmasının çok zor anlar yaşamasını engelleyen unsurlar. Ancak Carvalho, belki de savunma hattındaki oyuncularla en çok vakit geçirmiş isim olmanın da etkisiyle o bölgenin mutlak lideri görünümünde. Almanya’da Metzelder, takımları elenmiş olmasına rağmen İsveç’ten Hansson ve İsviçre’den Müller de dikkatimi çeken diğer isimlerdi. Özellikle Senderos sürekli konsantrasyon sorunları yaşarken, İsviçre 3 maçta sadece 3 gol yemişse Kuhn bunu tecrübeli stoperine borçlu.

LB: Yuri ZHIRKOV
(Rusya)
İngiltere’deki Avrupa Futbol Şampiyonası hafızamda hatırı sayılır bir yer işgal etmektedir. Fransa ’98 ve sonrasındaki büyük turnuvalarda izleyemediğim maçlar sayılıdır. Ancak bazı maçlar farklıdır, ya da bazı kareler vardır yıllarca silinmeyecek. 1998’de Bergkamp’ın Arjantin’e golü buna örnektir. 2000’de Raul’ün kaçırdığı penaltıdır unutulmayacak belki de. Bu turnuvada daha grup aşamasında bir efsaneye tanık olduk. O da Sneijder’in golüydü, başrolünü Van Bronckhorst’un oynadığı. Bu performansı unutturan performans ise son gece Rusya’nın 18 numarasından geldi. Sol kanattan bindirmeleri hep dikkat çekmişti, ancak İsveç karşısında enfes bir White Russian kadar tat verdi Zhirkov. CSKA’da sol açıkta da oynuyordu zaman zaman, ancak savunmasının eksik olduğunu söyleyemezsiniz. Hiddink’in Avrupa pazarına 25 yaşında sunduğu isim oldu Zhirkov. Umarım daha iyi takımlarda görürüz önümüzdeki sezonlarda. Tabi Van Bronckhorst’un önünde bir kez daha eğilmeden sonlandırmamak lazım bu paragrafı. Rumen Rat’ın ve ilk maçta Donadoni’nin kurbanı olan, sonrasında verilen şansı en iyi şekilde değerlendiren Grosso’nun da en azından ismini zikretmek lazım.

RM: Dirk KUYT
(Hollanda)
Van Basten’in, Kuyt’tan yeterince yararlanamadığını düşünüyordum. Kuyt’un sağ açık olarak kullanılması tercihine halen ısınabilmiş değilim. Ancak, Robben ve Babel’in sakatlıkları sonrası en azından hak ettiği dakikaları alabildi ilk kez Van Basten’den. Her iki maçta da şairane bir futbol oynadı. Forvetten bozma sağ açıkların düştüğü yanlışa düşmedi, savunma görevlerini de aksatmadı. İtalya maçında ilk yarıdaki oyunuyla Zambrotta’yı bitirdi, Donadoni onun yerini değiştirmekte buldu çözümü. Grosso, biraz daha sağlam durmayı başarsa da o da durduramadı Hollanda’nın Sarı Fırtınası’nı. Bir sonraki kurbanı Evra oldu, Fransız medyasının iddia ettiğinin aksine Abidal’in sonu da Evra’nınkinden farklı olmayacaktı. Sırada Zhirkov var. Belki de turnuvanın en güzel match-upı için TV’nin karşısında olmayı unutmayın. Beklentilerin yüksekliğinden olsa Ronaldo, bu turnuvada çok konuşulmuyor ama takım ona ihtiyaç duyduğunda fenomen sahneye çıkıyor. Çek maçında kusursuz futbol oynadı C. Kafasını transfer söylentilerinden arındırabilirse bu turnuvaya da damga vurması olası. Belki bir duble bile sözkonusu olabilir Deco böyle devam ederse. Avusturya’dan Harnik, Almanya’dan Fritz, Hırvatistan’dan Srna, Türkiye’den Kazım, İsviçre’den Behrami ve Çek Cumhuriyeti’nden Plasil belli bir istikrar sağlayamasalar da bazı maçlarda parlamayı başardılar.

CM: DECO
(Portekiz)
Kötü geçen bir sezon sonrası Portekiz halkı dahil hiç kimse Deco’dan parlak bir şampiyona performansı beklemiyordu. Figo’nun dönmesi için imza kampanyaları başlatıldı hatta. Ancak Deco, iki süper performansla gerekli cevabı sahada verdi. Porto yıllarını hatırlattı Deco bu iki maçta fazlaca. Barcelona’da aldığı savunma yükümlülükleri sonrası köreldiğini düşündüğümüz bireysel yetenekleri oyunun en olmadık anlarında tekrar gün yüzüne çıktı. Portekiz başarılı olacaksa Deco ile başarılı olacaktı ve evet, Deco böyle oynarsa grup maçlarında çok iyi gözükseler de ne Hollanda, ne de İspanya final koşusunu kupayla noktalayabilecek. Mükemmel pas yeteneğini bizlere bir kez daha sunan bir başka Barcalı yetenek de Iniesta. David Villa’ya yaptığı asist de Gio’nun koşusu gibi bu turnuvadan akıllara kazınanlar arasında olacak. İlk maçta Donadoni’nin, yerine Ambrosini’yi oynatarak hakaret ettiği De Rossi, sonraki maçlarda hem ayağa kalktı, hem de o Donadoni’nin kellesini kurtaran isim oldu performansıyla. Hollanda’dan Engelaar, Çek Cumhuriyeti’nden Matejovsky, İspanya’dan Xavi Hernandez, Portekiz’den Joao Moutinho, Türkiye’den Aurelio, Rusya’dan Semak. Hepsine ayrıca alkışlar.

CM: Wesley SNEIJDER (Hollanda)

Hollanda futbolunun yeni jenerasyonunu sürüklemesi bekleniyordu Sneijder’den. 2004 ile birlikte milli formayı sırtına geçirdi Wesley. Belki de erken görev almıştı, belki baskılar gerçek potansiyelini göstermesine engel oluyordu. Ancak bu sezon Real Madrid’de oynadığı futbol ve hemen ardından İsviçre’de bugüne kadar gösterdiği performansla yerel bir kahraman olarak kalmayacağını göstermiş oldu herkese. Bana kalırsa grup maçlarının en başarılı oyuncusuydu Sneijder. 2000 sonrası Hollanda milli takımlarından bir türlü eski hazzı alamamış beni de etkilemeyi başardı kendisi. Dilerim, bu performans uzun soluklu olur ve Sneijder de hak ettiği başarıyı uluslararası alanda da yakalar. Bu bölgede birkaç iyi performans daha vardı tabi, Sneijder’in gölgesinde kalmış olsa da. Modric’in beklentilerimin altında kaldığını söylemem gerek. Ancak bu konuda Ronaldo ile aynı kaderi paylaşıyor olabilir. Avusturya maçındaki silik oyununun üstüne koyduğunu gördük Almanya’ya karşı. Belki turnuva atmosferine uyum sağladıkça oyunu daha göze batar hale gelecektir. Tottenham’da Juande Ramos yönetiminde Avrupa’nın önemli oyuncularından biri olup, Güney Afrika’da tam anlamıyla parlaması kuvvetle muhtemel. Rus Zyryanov da Hiddink takımları için hayati önem taşıyan pas trafiğini başarıyla koordine etmeyi başardı, Rusya’yı çeyrek finale taşıyan isimlerin başındaydı şüphesiz. Alman Ballack ve Polonyalı(!) Guerreiro da bir tat bıraktılar damağımızda. Guerreiro’nun yolculuğu buraya kadarmış ne yazık ki.

LM: Arda TURAN
(Türkiye)
Podolski de tıpkı Kuyt gibi bu turnuvada gerçek pozisyonundan feragat etmek zorunda kalan bir isimdi. Buna rağmen doğduğu yer olan, milli marşını kendi milli marşı kabul ettiği Polonya’ya karşı ortaya koyduğu oyunla yerini pek yadırgamadığını gösterdi. Bayern’de Klose-Toni ikilisinin gölgesinde geçmiş koca bir sezon boyunca bu turnuvaya bilenmişti Prinz Poldi. Löw de bu potansiyel hırstan olabildiğince yararlandı ilk üç maç boyunca. Ancak bu turnuvanın yarattığı bir yıldız varsa, o da Arda Turan’dır. Giriş bölümünde, Avrupa Şampiyonaları’nın yeni yıldızlara vitrin olma misyonunu yavaş yavaş yitirdiğinden dem vurmuştum. Zhirkov ve Arda gibi isimlerin belli kulüpler içerisinde bir tanınırlığı olduğu su götürmez bir gerçek elbet, fakat bu turnuvadaki oyunlarıyla beklentilerin çok çok üstüne çıktıkları da ayrı bir gerçek. Turnuvaya geç başlayan isimlerdendi Arda da. Hoca takdiri… İsviçre maçında topu ayağına aldığı ilk anda bu takdiri sorgulamayan kalmadı zaten. Çek maçında bir mucize yaşandıysa eğer, bu mucizenin ilham kaynağı Arda Turan kesinlikle. Arda konusundaki en büyük temennimiz, doğru tercihleri yapması ve 2002’de benzer bir patlama yapan Hasan Şaş gibi ‘tek albümlük grup’ olmaktan öteye gitmesi. Çek Sionko, Türk asıllı Avusturyalı Ümit, Rus Bilyaletdinov, İspanyol David Silva.. Bunlar da iyiydiler. David Silva ve Bilyaletdinov’un üstüne koyma şansı da halen mevcut.

FW: DAVID VILLA
(İspanya)
David Villa için iyi bir turnuva olmasını bekliyordum açıkçası. Ama bu başlangıçla, beklediğimden fazlasını verdi El Guaje bana. Villa’nın durumu Poldi’ninkiyle paralellikler gösteriyor aslında. Takımı bu kadar çalkantılı bir sezon geçirip, bir dönem küme düşme korkusu içerisine girmişken, kariyerinin en iyi sezonunu geçirmedi haliyle Villa da. Sezona iyi girmişken yaşadığı sakatlık, sonun başlangıcı oldu Valencia adına da. Önce Şampiyonlar Ligi’nde havlu atıldı, ardından ligde uzun süre galibiyet yüzü göremedi takım. Mestalla’da ritüel haline gelen 3-0’lık mağlubiyetler, yine Valencia’da alınan 5-1’lik Real mağlubiyeti falan… David Villa, Valencia tarihinin kara sayfalarından birine imza atan bir takımın parçası olarak geldi milli takım kampına. Transfer söylentilerinin ayyuka çıkması da onu engellemedi ve kötü geçen sezonunu bir motivasyon unsuru olarak kullandı, tıpkı Podolski gibi. Tabi Villa’nın koca bir sezon boyunca, Iniesta’dan Rusya maçında aldığına yaklaşabilecek kalitede bir pas almadığını da belirtmek lazım. Yani işi Valencia’dakine oranla daha kolay. Torres’in olgun havası da bize şampiyonanın en iyi forvet ikilisini vadetmekte. Hadi inşallah. Bu arada Kaptan Nihat’tan bahsetmemek de olmaz. Doğru kullanıldığında, ne kadar etkili olabildiğini görmemiz için geçen sezona bakmak yeterli. Villa’nın 18 golünün Valencia’yı getirdiği nokta ile Nihat’ın 18 golünün Villarreal’i getirdiği noktayı kıyaslayabiliriz mesela. Hollanda’dan Van Persie, oynadığı 1 maçta dahi yaşam sinyali vermeyi başaran Çek Baros, yine tek maçta birçok forvetin 3 maçlık performansını katlayan Rus Arshavin, son maçı göz ardı dahi etsek bile elimizde mükemmel bir performans bırakan İsviçreli Hakan. Hepsini izlemek büyük zevkti ilk 12 gün itibarı ile.

FW: Zlatan IBRAHIMOVIC (İsveç)
En garip karşılanacak seçimim bu olacaktır. Kabul, Van Nistelrooy Hollanda için çok önemli bir oyuncu olduğunu bir kez daha belgeledi sahada yaptıklarıyla. Hırvat Olic, İspanyol Torres, Rus Pavlyuchenko da adı geçebilecek isimler. Yalnız, son maçta gücü takımını çeyrek finale taşımaya yetmemiş olabilir ama Ibra’nın bu turnuvanın en büyük güzelliklerinden biri olduğunu kabul etmek lazım. Kendisinden nefret ettiğim söylenebilir, ancak son maç sonrası bazı otoritelerin eleştirilecek son isim olan Zlatan’ı yerin dibine sokması içime sinmiyor hiç. Final serisinden sonra Odom’ı, Gasol’ü, Walton’ı, Radmanovic’i değil de ilk olarak Kobe’yi eleştirmek kadar haksız geliyor bana. Çünkü sarı-lacivert 10 numara Tanrı’nın sırtında da olsa bu İsveç’i kurtarması mümkün olmazdı. Ibra, ilk maçta takımına yoktan var ettiği bir golle 3 puanı hediye etti. Son dakikada yenen gol olmasaydı, İspanya’dan 2 puanı da tek başına çalıyordu. Sonsuz saygıma rağmen neden sahada olduğunu anlayamadığım Henrik Larsson’dan, miadı çoktan dolmuş Freddie’den, futbol hayatları milli takımla çıktıkları maçlardan ibaret bir hal almış Andersson, Svensson ve Alexandersson gibi isimlerden alamadığı destekle Zlatan daha ne yapsındı? Ancak, Elmander, Källström, Rosenberg, Sebastian Larsson gibi isimlerin şans bulmasıyla ve iyi bir antrenörle Zlatan, İsveç’e bundan daha fazlasını armağan edecektir ilerleyen turnuvalarda.

TAKIM 1:
Van Der Sar – Ramos, Mertesacker, Carvalho, Zhirkov – Kuyt, Deco, Sneijder, Arda – Villa, Ibrahimovic


TAKIM 2:
Buffon – Lahm, Pepe, Mathijsen, Van Bronckhorst – Ronaldo, Iniesta, Modric, Podolski – Pavlyuchenko, Van Nistelrooy


TAKIM 3:
Lobont – Corluka, Servet, Hansson, Grosso – Harnik, Zyryanov, De Rossi, Sionko – Arshavin, Torres

Grup A – Gün 3 Geneve


Stade de Geneve, Geneve – Peter Fröjdfeldt (İsveç)
TÜRKİYE:3 ÇEK CUMHURİYETİ:2

Türkiye: 23 Volkan – 22 Hamit, 13 Emre G (15 Emre A 65), 2 Servet, 3 Hakan – 17 Tuncay, 6 Mehmet (18 Kazim 57), 7 Aurelio, 14 Arda – 8 Nihat, 9 Semih (20 Sabri 46)

Çek Cumhuriyeti: 1 Cech – 2 Grygera, 21 Ujfalusi, 22 Rozehnal, 6 Jankulovski – 17 Matejovsky (14 Jarolim 39), 4 Galasek, 3 Polak – 7 Sionko (11 Vlcek 84), 20 Plasil (13 Kadlec 80) – 9 Koller

SARI KART: Mehmet, Aurelio, Arda, Emre A – Galasek, Ujfalusi
GOL: 75′ Arda TURAN, 87′ 89′ Nihat KAHVECİ – 34′ Jan KOLLER, 61′ Jaroslav PLASIL


Sıradan bir gün değildi, orası kesin. Bir Hollywood senaryosu olarak karşıma çıksa, büyük ihtimalle ’10 dakika ara’ ile birlikte salonu terk ederdim. Söylenecek çok söz var, ancak bu sözleri söylemek çok gerekli mi, tartışılır. Yine de bir şeyler karalayalım. Fatih Terim, bir turnuvada maçların ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiğini unutmuş olmalı ki, tüm koşulları yok sayarak İsviçre galibiyetini getiren ikinci yarıdaki ilk onbiri Aşık-Güngör değişimi dışında sabit tutmuş. Terim’in kendisine zor zamanlarında yardım eden oyuncuları kesinlikle unutmadığını defaatle gördük zaten. Yanal’dan görevi devraldığında grup ikinciliğine giden yolda ona büyük yardımlarda bulunan Tümer’in kayıp sezonu ardından böyle bir turnuvada kadroya çağrılması da Terim’in bu oyuncuları fırsat buldukça kutsadığının en taze örneği herhalde. Brückner ise son maçta çok etkili olan Baros’tansa Koller’le çıkmayı tercih etti. Baros gibi hareketli bir forvetin bizim savunmamızı daha çok zorlayabileceği düşünülüyordu haklı olarak, ancak Emre Güngör’ün Baros ile baş edebileceğini düşünüyordum ben. Koller ise biraz istekli olduğunda tüm stoperler için tehlike arz edebilecek bir isim. Sonuç olarak bu tercihi hatalı bulmuyorum, ancak dili dışarıda bir Koller’i sahada unutup, kulübede kart görebilecek kadar maçı hisseden Baros’u oyuna sokmaması anlaşılır bir şey değil. Belki saha dışında bir şeyler yaşanmış olabilir, başka açıklaması yok.


Bizim takımımıza gelirsek, ilk yarıda Semih’in stoperler arasında kaybolduğunu gördük. Senderos’un yanından kafayı vurmuş olabilir Semih, ancak bu Çekler’e karşı ilk onbirde oynaması gerektiği anlamına nasıl geldi, ben orayı kaçırdım. Rakibin Polak-Galasek-Matejovsky üçlüsünden oluşan sağlam orta bloğu karşısında direnemedi bizim ikilimiz. Tek umudumuz Aurelio’nun çıkaracağı toplardı ki, onlar da genelde sonuç vermiyordu. Mehmet ise takım savunmadayken üçüncü bir stoper oluyor, hücuma çıkarken de ilk topu kullanmak için kendi ceza sahasına kadar geliyordu. Semih-Sabri değişikliği benim de kafamda olan bir değişiklikti. Ancak Sabri’ye orta sahada görev vermeyi düşünmezdim tabi. Neyse 2-0 sonrası Terim doğru olanı yaptı, turnuvadan beri “Daha fazla nasıl pasifize edebilirim?” dediği Hamit’i etkin olabileceği bir alana çekti. 15 dakikada 2 asist… Biri bir şey mi söyledi?


Evet, bu kesinlikle Türk dezorganizasyonunun zaferiydi. Tıpkı İsviçre maçında olduğu gibi ilk yarı ve ikinci yarılardaki takımlar arasında herhangi bir benzerlik sözkonusu değildi. Tabi, yukarıdan bazı yardımlar da aldık. Polak’ın direkten dönen topu, aynı pozisyonun sonrasında Emre Aşık’ın olabilecek en dengesiz hamlesini penaltısız atlatmamız. Bugüne kadar takriben 80 maçını izlediğim Cech’in, şahit olduğum en büyük, belki de tek büyük, hatasını yapması. Bunlar, Arda’nın maç sonrası söylediği gibi bolca minnet duygusuna sebebiyet verecek şeylerdi. Ve inançlı biriyseniz, o geceyi şükrederek geçirirsiniz tıpkı Arda’nın yapmayı planladığı gibi. Hırvatistan maçı için bundan fazlasına ihtiyacımız olabilir yalnız. Volkan’ın son yaptığı gerçekten kelimelerle ifade edilebilir bir hareket değil. Ancak kim ne derse desin, bu adam bir saatli bomba olmasına rağmen etkisiz hale getirildiğinde çok da sağlam bir kaleci. Portekiz maçında da, İsviçre maçında da çok iyi kalecilikler gösterdi ve ne yazık ki Rüştü’ye en ufak bir güvenim yok. Yine de Hırvatlar’ı çok tanrılaştırmamak lazım. Eduardo’nun olduğu bir takım karşısında şansımız olmazdı, ancak Cuma gecesi karşımızda yetenekli ama tecrübesiz bir orta saha yığını ve gol arayan bir Olic olacak. Yenme ihtimalimiz var mı? Bu maçtan sonra her şeye inanırım.

Grup B – Gün 1 Wien


Ernst-Happel-Stadion, Wien – Pieter Vink (Hollanda)
AVUSTURYA:0 HIRVATİSTAN:1

Avusturya: 21 Macho – 15 Prödl, 3 Stranzl, 4 Pogatetz – 6 Aufhäuser, 19 Säumel (7 Vastic 61) – 2 Standfest, 10 Ivanschitz, 12 Gercaliu (11 Korkmaz 69) – 20 Harnik, 9 Linz (18 Kienast 73)

Hırvatistan: 1 Pletikosa – 5 Corluka, 4 R Kovac, 3 Simunic, 22 Pranjic – 11 Srna, 10 N Kovac, 14 Modric, 19 Kranjcar (15 Knezevic 61) – 18 Olic (8 Vukojevic 82), 21 Petric (20 Budan 72)

SARI KART: Pogatetz, Prödl, Säumel – R Kovac
GOL: 4′ Luka MODRIC (p)

İbrahim Altınsay’ın deyimiyle futbol dilencilerinin en çok beklediği maç buydu belki. Rusya’nın, hatta İngiltere’nin tatsız tuzsuz oyunlarının var olduğu grupta bir takım yıldız gibi parlıyordu. Rakitic-Kranjcar-Modric-Petric orta sahası önünde Eduardo’yu barındıran bu kadro gelecek için de çok fazla şey vadediyordu. Eduardo’nun sakatlığıyla başladı her şey. Hazırlık maçlarında yedek takımla sahaya çıkan Niko Kovac, bir gol attı. Üzerine A takımla sahaya çıkıp maç kurtaran bir gol daha attı. Bunun sonucunda Bayern’e attığı golün tadı hala damağımızda yer eden Rakitic’in onbir ihtimali sekte yedi. Bitmedi, futbolculuk kariyerinden antrenörlük kariyerine kimsenin beklemediği hızda bir adım atan ve cesaretiyle ünlü Slaven “Rockstar” Bilic, ilk maçında futbol fakiri olarak bilinen Avusturya’ya karşı puan kaybetmekten korkup takımını geri çekti, çektikçe çekti. Bu geri çekmenin bir golle cezalandırılması adına onca dua ettim, ancak Ümit ve Harnik başta olmak üzere bu ‘futbol fakirleri’nin çabaları sonuç vermedi.


Sahada hiçbir şey oynamayan Hırvatlar’dan bahsetmektense, ülke halkı turnuvada yer almamaları için imza kampanyası başlatan Avusturya’dan bahsetmek daha adil olacak. O halk bu futboldan sonra “Biz ne yaptık böyle, birayı, proseccoyu fazla mı kaçırdık acaba?” diye kendi kendilerine sormuş olsa gerek. Pazar günü Avusturya’nın oynadığı futbolu izlemeyenler abarttığımı düşünebilir. Onlara Polonya maçını izlemelerini söyleyeceğim, ancak kazanmak zorunda olan bir Beenhakker’in Bilic’in yaptığını yapıp rakibe “Gel oyna” demesini ben beklemiyorum açıkçası. Bu yüzden tek taraflı oynanmış güzel bir futbol izlemek için bu maçın kasetini bulun bir yerlerden. Selçuk Yula’nın yorumladığı bir maçtan keyif alabileceğimi düşünmüyordum bugüne kadar, bu genç takım bunu başardı her şeyden önce. Analiz kısmındaki övgülerimi hak etti Hickersberger bu maçta da. Euro ’08 havasını soluyup da futbol romantizmine kapılmadı, gerçekçi bir 3-2-3-2 ile dizdi takımını sahaya. Aslında gerçekçi dediysek, Fransa hücuma 4 kişiyle çıkarken Avusturya da 3 kişiyle çıkıyordu işte, çok da abartmamak lazım yani. Aufhäuser-Säumel ikilisinin Makelele-Toulalan ikilisine göre daha hücumcu olduğunu da belirtmek lazım. 4. dakikadan itibaren büyük bir baskı kurdu rakip kalede Avusturya. Sakatlanana kadar oyunda kalan çok kötü bir santrforları olmasa, gol de bulacaklardı inanıyorum. Sözkonusu santrfor Linz yerine Kienast’ın girmesiyle takım daha da bir toparlandı zaten. Etkiyi yaratanlardan biri de Türk asıllı Ümit Korkmaz idi. Bu maçta olmadı, ancak Polonya maçında olmayacağını kimse garanti edemez. “Mad Dog” atılmaz da 11 kişi tamamlayabilirlerse, Ümit-Kienast ikilisi Gercaliu-Linz ikilisinin yerinde oynarsa iddia ediyorum bu Avusturya Polonya’ya yenilmez. Hickersberger de nostaljiyle yaşayan halkına kapak yapma emeline ulaşır böylece.


Spotlight: Martin HARNIK

Maçtan önce bu köşede bir Avusturyalı’nın yer alacağını söyleseniz, en iyi ihtimalle katıla katıla gülerdim. Petric favorimdi, Modric plasem. Ancak Petric öyle bir hayal kırıklığı yaşattı ki, Bilic’in 70 dakikalık sabrı bile yersizdi. Bu adam orta sahada daha yararlı onu görmüş olduk. Modric için en azından 1 maç daha beklemek lazım, gerçi fantasy oyununda takımımdan çıkarmak için bekleyemedim. Unutmayalım ki, fantasy ciddi bir iştir. Avusturya tarafında Ivanschitz beklentilerimi aşağı yukarı karşıladı. Ancak asıl bombalar Rapid Wien’den Eintracht Frankfurt’a transferini yapıp da gelen Ümit ve bir başka Bundesligist Harnik’ti. Bu oyununu 90 dakika boyunca sergilediği için Harnik’i tercih edip, Ümit’i bir 90 dakika boyunca izleyeceğimiz güne kadar bekleyelim. Werder Bremenli Harnik’i “Yeni Yüzler” yazımda ifşa etmiş, ancak kötünün iyisi olarak gördüğümden yapmıştım bu seçimi. Fakat Harnik o vasat partnerine rağmen bir iz bırakmayı başardı. Topu her ayağına aldığı an Pranjic’i arkasında bırakmış durumdaydı zaten. Simunic’i de zorladı ancak geçtiği zaman da bir türlü yardım göremedi. Zaman zaman sağ kanatta forma şansı buldu Bremen’de ama görünen o ki, kaleye yaklaştıkça daha büyük bir tehlike olup çıkıyor. Harnik’ten etkilendiğimi söylemem lazım, bakalım daha vasıfsız bir Leh savunma karşısında bunu golle noktalayabilecek mi? Dediğim gibi, fantasy ciddi bir iştir ve sakatlanan Frei’ın yerine takımıma aldığım Harnik bu performansı gösteremezse, ilk küfür edecek kişi de yine ben olacağım.

Grup A – Gün 1 Geneve


Stade de Geneve, Geneve – Herbert Fandel (Almanya)
PORTEKİZ: 2 TÜRKİYE:0

Portekiz: 1 Ricardo – 4 Bosingwa, 16 Carvalho, 15 Pepe, 2 Ferreira – 8 Petit, 10 Moutinho – 7 Ronaldo, 20 Deco (5 Meira 90), 11 Simao (6 Meireles 82) – 21 Gomes (19 Nani 68)

Türkiye: 23 Volkan – 22 Altıntop (9 Senturk 76), 2 Servet, 4 Gökhan (15 Emre A 55), 3 Hakan – 18 Kazım, 5 Emre B, 7 Aurelio – 21 Mevlüt (20 Sabri 46), 17 Tuncay – 8 Nihat

SARI KART: Gökhan, Kazım
GOL: 61′ PEPE, 90′ RAUL MEIRELES

Yavan geçen açılış maçından sonra tüm Türk halkının gözleri bu maç üzerindeydi. Peki elimizde ne var: Koskoca bir hayal kırıklığı. Aslında maç fena başlamamıştı. Terim, günümüz futbolunda revaçta olan bir 4-3-3 ile başlamıştı maça. Açıkçası bu sistemde Nihat’ın etki göstermesi neredeyse imkansız. Bunu Uruguay maçı sonrası yazımdan beri burada da söylüyorum. Klişe olması, doğruluğunu gölgelemeyen bir gerçek bu. Ancak bu etkisizlik dahi kompanse edilebilir gözüküyordu. İlk yarıda Ronaldo’nun onu Ronaldo yapan özelliklerinden birini göstererek kullandığı ve direğe nişanladığı frikik dışında öyle aman aman bir pozisyon da yoktu. İkinci yarıdaki Mevlüt-Sabri değişikliği ile Kazım’ı daha ileri sürerek, Sabri’nin savaşçı özelliğinden faydalanmaya çalıştı Terim. Yine de aldığı tüm topları kötü kullanmayı beceren, belki de sakatlığını tam atlatamamış Tuncay’ı çıkarması daha doğru olurdu. İkinci yarıda yapılan bu değişiklik sonrası takım iyice geri çekildi, tek bir organize atak geliştiremeyip Kazım’ın bireysel çabalarına bakar oldu.


Bu sıralarda Portekiz, etkisiz forveti Nuno Gomes yerine Nani’ye döndü. Yeni bir hareketli oyuncu çok da başa çıkabileceğimiz bir şey gibi gözükmüyordu. Gökhan’ın Simao karşısındaki aczi de bunun bir göstergesidir. Emre Aşık’ın oyuna girmesi işleri daha da kötüye götürmüş olabilir, ancak Gökhan-Servet ikilisiyle dahi Rus takımı ile birlikte en az güven veren stoper ikilisini bulundurmaktayız takımımızda. Açıkçası o ikinci yarı performansıyla sadece 2-0 yenilmemiz de bir şansın sonucudur. Tabi sadece savunma oyuncularını suçlamamak lazım. Hamit’in sağ beke çekilmesi tercihiyle hiç hazır olmadığı bir sorumlulukla yüklenen Emre Belözoğlu’nun bu görevin hakkını veremediği gerçek. Emre’nin görevini Portekiz’de üstlenen isme baktığımızda durumun vehameti daha kolay gün yüzüne çıkabilir. Barcelona’da kayıp bir sezon geçiren Deco, ilk maçıtaki performansıyla turnuvaya müthiş bir başlangıç yaptı. Deco, böyle oynamaya devam ederse turnuva öncesi favorim Portekiz, daha da favori olur. Neyse artık ikinci maça bakıyoruz ulusça, çok da yüklenmenin bir anlamı yok. 4-4-2 olarak dizilmiş bir Türkiye hayal ediyorum. Emre’nin sakatlığında Hamit ve Aurelio’nun oluşturduğu orta blokla her takımı yenebiliriz. Nihat’ın yanında da Tuncay sakatlığını atabilirse çok daha yararlı olabilir. Gökhan’ın yokluğunun etkileri, Servet’in yanında hangi Emre’nin tercih edileceğine bağlı olarak değişir bana kalırsa. Güngör tercih edilirse Servet-Gökhan ikilisinden daha iyi bir tandeme kavuşuruz. Gerisi de Gökhan-Fernandes duosunu bitirecek Hamit-Aurelio duosuna kalır. Ancak bu sistem veya Aşık’la daha büyük bir tokat bile yiyebiliriz. Hadi hayırlısı.


Spotlight: JOAO MOUTINHO

Deco mükemmele yakın oynadı. Petit savunma alanında hem Nihat’ı rahat bırakmadı, hem de hücuma katkıda bulundu. Pepe-Carvalho ikilisi hiçbir hata yapmadı. Ancak dikkatleri yeni bir isme Joao Moutinho’ya çekmek istiyorum. Sporting’den Ronaldo’dan beri çıkan en büyük güzellik sanıyorum. Gürcistan’a attığı golü tekrar tekrar izleyip, kusursuz şut stilini ezberlemeye çalıştım. Bizim maçta da çok zor bir açıdaki bir topa vurarak yürekleri ağza getirdi, ancak Moutinho şut stilinden ibaret gözükmüyor. Ayakları topla adeta sevişiyor, ayağından top almak neredeyse imkansız. Ancak bunu yaparken bir başka büyük yıldız adayı Modric’in yaptığını yapıp topla efektif olmayan alanda slalomlar yapmıyor. Kendisi koşmaktansa, topu koşturmayı yeğliyor takımını hücuma çıkarırken. Tehlikeli bölgede topla oynarken ise çok dikkatli olmalısınız, zira sizi tek hareketiyle geçebilecek bir teknikle karşı karşıyasınız. Sporting’de çok fazla barınamayacaktır. Bu oyuncuyu listemize alıp, bizim takımımıza bakıyorum. Pek de bir şey yok bireysel olarak da. Volkan, savunma üçlümüzde en çok güven veren isim. Kendisini bu denli kanıtlamışken, neden Rüştü konuşulur hala anlayan beri gelsin. O, pek de bir hata yapmazken, Kazım da Terim’e doğru tercihi yaptığını gösterdi bana kalırsa. Arda’nın solda oynaması beklenebilir, ancak Kazım’ın bu takımda olması lazım. Onun enerjisine ihtiyacımız var. Etkisiz ortalarından çok, etkili dribblinglerini ön plana çıkarabileceği forvet bölgesi daha da makul olabilir onun için, her ne kadar Fenerbahçe’de iyi toplar ortaladığını görmüş olsak da. Burada parlayan tek Türk’ün Colin Kazım Richards olduğunu söylemek ironik olsa da, doğru olacak.

Grup A – Gün 1 Basel


St. Jakob Park, Basel – Roberto Rosetti (İtalya)
İSVİÇRE: 0 ÇEK CUMHURİYETİ: 1

İsviçre: 1 Benaglio – 5 Lichtsteiner (22 Vonlanthen 75), 20 Müller, 4 Senderos, 3 Magnin – 19 Behrami (12 Derdiyok 83), 8 İnler, 15 Fernandes, 16 Barnetta – 9 Frei (10 Yakın 46), 11 Streller

Çek Cumhuriyeti: 1 Cech – 2 Grygera, 21 Ujfalusi, 22 Rozehnal, 6 Jankulovski – 14 Jarolim (5 Kovac 87), 4 Galasek, 3 Polak – 7 Sionko (11 Vlcek 83), 20 Plasil – 9 Koller (10 Sverkos 56)

SARI KART: Magnin, Vonlanthen, Barnetta
GOL: 70′ Vaclav SVERKOS

Turnuvanın açılış maçı, çok güzel bir turnuva vaat etmedi açıkçası biz futbolseverlere. İlk yarıda sahadaki aktiviteyi futbol olarak adlandırmak iyimserlikten öteye geçmez. Kadrolar elime geçtiğinde bu tarz bir oyun beklemiyor değildim, zaten İsviçre’nin oyun sistemine ters bir şey değildi ilk yarıdaki tarzda bir futbol. Son turnuvasını geçiren Kuhn’un takımını tipik 4-4-2 olarak dizmesini pek anlayamadım. Beni düşündüren Gökhan-Fernandes ikilisinin oyuna ne kadar yaratıcılık getirebileceğiydi. Cidden de hücum anlamında hiçbir şey koyamadı ortaya genç ikili. Ancak Gelson konusunda çok peşin hükümlü olmamak gerektiğini düşünüyorum, zira 2. yarı ile birlikte sahada ne yaptığını bilen bir oyuncu profili çizdi. İlk yarıdaki oyununu üzerindeki yüksek beklentiye bağlıyorum, yanında o sıkıntı çekerken sorumluluğu üzerinden alabilecek bir tecrübe de olmayınca sahada hiçbir varlık gösteremedi doğal olarak o psikolojiyle. Gökhan’ın ise gün itibariyle fazlaca overrated olduğunu düşünmekteyim. Inter’e transfer olursa da, Milan’daki Vogel’den öteye geçebileceğini sanmıyorum. Milli takımda da Cabanas onun görevini kotarabilir gibi. Frei’ın sakatlığı sonrası oyuna giren Hakan, tam aranan kandı İsviçre adına. İlk yarı tüm hücum gücü kanatlarında toplanmış olan İsviçre, Hakan’ın top yapar görüntüsüyle Behrami ve Barnetta’nın üzerindeki yükü hafifletmiş gözüktü. İlk yarının duraklamalarında girişilen Frei-Eren değişikliği düşüncesinin, devre bitince uygulamaya konamaması Kuhn’un en büyük şansı oldu bana kalırsa. Sakat olan Degen’in yokluğunda, o bölgede sıfır hücum gücü Lichtsteiner’in oynaması sınırlı atak gücüne de derin bir darbe vurdu bugün İsviçre’nin.


Çekler açısından bakacak olursak, mütevazı bir kadroyla geldikleri turnuvada, mütevazı bir futbolla sonuca gittiler. Rosicky’nin sakatlığı sonrası, Brückner’e laf etmeye hakkım yok. Çünkü, ikinci bir Rosicky çıkarmak kolay bir iş değil. Onun yerini vasat bir oyuncuya vermektense, anlayış değiştirmiş ki saygı duyarım buna sadece. Koller’in arkasında düşünülen Plasil-Sionko ikilisiyle İsviçre’ye göre daha makul bir hücum düzeniyle çıktılar maça. Polak-Galasek-Jarolim üçlüsünün oluşturduğu orta blok ise bu turnuvanın en sıkıcısı olmaya aday. Bu bloğun en teknik ismi Jarolim, bir de böyle düşünün. Koller’in yerine Sverkos’un girmesi maçı değiştirmiş gibi gözükse de, kazın ayağı göründüğü gibi değil pek. Sistemlerin, düzenlerin konuşulamayacağı bir pozisyonda geldi gol. Ofsayttan kaçması hoş bir ayrıntıydı Sverkos’un, ama son vuruşu yapan herhangi bir oyuncu da olabilirdi. Bu fazlasıyla yavan maç, böyle bir karambol golüyle bitti sonuç olarak. Hakem Rosetti’ye ciddi tepki var evsahiplerinden ancak, Rosetti’nin yaptığı tek büyük yanlış Çekya aleyhineydi bana kalırsa: Son dakikalarda oynatmadığı avantaj.


Spotlight: Valon BEHRAMI

Evet maçın kahramanı Sverkos’tu kesinlikle. Ama böyle büyük bir organizasyonun açılış gününde gözlerimiz, biraz olsun tatmin duygusunu yaşamak istiyordu. Bu isteğimize cevap veren ender isimlerdendi Behrami. Benim beklentilerimin altında kalsa da Sionko da oturup izlenecek tek Çek futbolcuydu sahada, kalecilere pek bir ilgi göstermiyorsanız tabi. Cech’i de tebrik etmek lazım. Bu yıpratıcı sezonundan sonra tam konsantrasyonla çıkabildi bu maça. Vonlanthen’in şutunda şans da yanında olunca, rutin bir clean-sheet günüydü Petr için. Behrami’ye gelecek olursak, uzun zamandır beklentileri vermekten uzak Barnetta’nın sıradan etkisizlikteki bir gününde tam sorumluluk yüklendi ilk yarıda. Hakan’ın gelişi ona yardım etmiş gözükse de, etki alanını sınırladı aslında. Barnetta’nın kanadına yardım gelmeyince, zenginin daha da zenginleşmesine yol açabildi sadece bu hamle. Laziolu futbolcunun gelişimini uzun zamandır takip eden biri olarak bu oyuncunun sağ beke hapsedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Lichtsteiner-Vonlanthen değişikliği sonrası yine sağ beke geçti ve bu da Çekler’in en büyük arzusuydu zaten o an: Kaleden uzak bir Behrami. Yine de bu adam, Hakan Balta’ya karşı da, Paulo Ferreira’ya karşı da çok etkili olabilir önümüzdeki maçlarda. Büyük forvet Frei ise spot ışıklarının adresi olmaya sadece bir sakatlık uzaklıktaydı. Bir şut tercihi sorgulanabilir, ancak Frei 90 dakika sahada kalsaydı sanıyorum golünü atıp görevini tamamlayacaktı yine. Gözyaşları içinde çıktı, umarım en azından Portekiz’e karşı tekrar sahne alabilir.