2012 Yılında 20 Yaşına Basacak Olan Yunus

Geçtiğimiz hafta içerisinde Riga’da U19 Dünya Basketbol Şampiyonası heyecanı vardı. Heyecanı fişekleyenlerse ev sahibi taraftardan çok -Bülend Özveren’in hepimizin kafasına vura vura öğrettiği gibi- Letonya’nın güney komşusu olan Litvanya’dan gelen basketbol aşıklarıydı. Sonunda şampiyonluğa ulaştılar ve ülkenin en büyük cevherlerinden Jonas Valanciunas’ı 23 sayı, 13.9 rebound ile bitirdiği bir turnuvadan sonra yerecek değilim, fakat buradan dış basına servisi yapanların neredeyse tümünün Litvanyalı olduğunu göz önüne almak da önemli. Yeni bir Arvydas Sabonis çıktığı gibi bir yanılgıya kapılmamak adına…

Jonas’ın burada çok da vasat olmayan uzunlar karşısında yakaladığı rakamlar gerçekten de takdiri hak ediyor. Öncelikle herkesin gözlerini üzerine çevirdiği bir ortamda, Amerikalılar dahi ‘koşun koşun, bizim yeni çocuğun maçı varmış’ diye birbirleriyle yayın paylaşırken psikolojik kararlılığını hemen hiç elden bırakmadı. Açıkçası başına daha fazla dert açmasını beklediğim faul problemi bile çok fazla endişe konusu olmadı. (Yine de bir üst seviyeye geçişte, bundan en azından bir süreliğine muzdarip olmaması beni şaşırtır. Nerede duracağını henüz tam olarak kestiremiyor ve kolları fazla aktif.) Spot ışıkları böylesine yoğun biçimde üzerindeyken, takımının lideri olduğunu maçların en kritik dakikalarında göstermekten geri durmaması olumluydu. Burada kendi yeteneklerine rağmen, uzununu kullanma konusunda ekstra istekli olan oyun kurucusu Vytenis Cizauskas’tan da önemli bir yardım aldığını söylemeliyiz. (Ayak çabukluğu biraz kaygı veriyor insana ilk bakışta, ama gençliğinde Sarunas Jasikevicius’u yakından izlediği belli. Belki onlarda da “Altyapılardaki gençlerimiz bu hareketleri dikkatli izlesinler” diye uyaran bir İsmet Badem vardı.) Genel olarak ilk yarılarda maç istatistiği yapıp, ikinci yarılarda ayağını frene götürdüğünü gördük ancak Litvanya’nın çoğu maçta rakiplerine henüz ilk yarıda vurup geçmesinin doğal sonucuydu bu. Antipatik olmak uğruna ikinci yarılarda da hücumu forse etmeyi seçip, zaten direnci düşmüş rakiplerinin üzerinden Wilt Chamberlain istatistiklerine götürebilirdi işi. Özellikle bu tip altyapı turnuvalarındaki bu ortamlar, bir yıldız adayının karakterini kestirme noktasında önemli fırsatlar sunar. Jonas bu testi de geçti.

Oyununun gösterdiği güçlü yanlar, geçen sezon Lietuvos Rytas’ta bulduğu sürelerde onu özel olarak kesenlerin not düştüklerinden pek de farklılık göstermiyordu. Fakat beni düzenli olarak gelen 20-20 performansları sırasında dahi hayal kırıklığına uğratabilen bir yönü vardı dikkat çekmek istediğim. Daha önce iyi bir hustle oyuncusu olarak nitelediğim ve oyunun her anını aynı yoğunlukta yaşadığını gözlemlediğim Jonas, bazı maçlarda savunmada çok fazla kaçak dövüştü. Ribolara ve bloklara yoğunlaşırken, bire bir savunmada aynı etkinliği göstermesini engelleyen bir mantalitenin etkisindeydi. Örnekse çeyrek finalde eşleştiği ve 1993 jenerasyonunun en iyi uzunu olarak gösterilen -hatta Eurohopes tüm Avrupalılar arasında 1 numaraya koymuş- Przemyslaw Karnowski karşısındaki savunmasına bakabiliriz. Leh uzun o gün standartlarının çok altında bir hücum başlangıcı yapıp, toy dönemlerindeki Nedim Dal’ın bile gıptayla seyredeceği 4/16 gibi bir şut yüzdesiyle girdi maça. Bunların el üstünden atılmış orta mesafe şutlar olduğunu düşünmeyin, 10 tanesi falan Jonas’ı ekarte ettikten sonra içine çok kolay bırakması gereken toplardı. Maç sonunda biraz daha ritme girip 7/21 seviyesine çeken Karnowski, kaptan Michal Michalak’a maçın başından beri beklediği yardım elini uzatan adam olmuşa benziyordu ki sakar bir beşinci faulle kendisini saf dışı bıraktı. Onun da kumaşı iyi aslında, normalde de bu kadar kötü bir bitirici değil. (Son gün pota altında çok zayıf olmayan Hırvatlar’a karşı 11/17 ile 29 sayı buldu mesela.) Zamanında bizim Oğuz Savaş’ta gördüğümüz sendromun bir benzeri geldi başına galiba ama atletizmi çok ışık vermiyor -düztaban bile olabilir- bu yüzden Avrupa için daha uygun bir topçu gibi. Valanciunas bu maçı da 26-24 ile kapamasına rağmen birkaç önemli soru işareti bıraktı yani, o yüzden rakamlara çok çabuk kanmamak gerek. Karnowski’nin atletik handikaplarını bilmek belki o 24 reboundu da normalleştirecektir gözünüzde, turnuva boyunca Polonya’nın rebound lideri de şutör guard Michalak oldu zaten.

23-14 evin arka bahçesinde de yapılsa düğmeleri ilikletecek bir performans hakikaten. Fakat lokavt döneminde işsizlik korkusu çeken, ‘yarın gazeteye hangi manşeti atacağız bakalım’ diye kıvranan bazı Amerikan yazarlarından sizi korumak da benim görevim. Ya da tarafsız ama fazla heyecanlı bulduğum Jonathan Givony gibilerinden… Bu hedefe yönelik kullanılan hileli cümlelerden en popülerini mercek altına alalım:
“Valanciunas bu seviyede bu istatistikleri yapan ikinci oyuncu. Daha önce 2003’te Andrew Bogut 26.3 sayı-17 rebound ile oynamıştı, o günden beri böyle dominant bir uzun görmemiştik.”
Evet, bu seviye ile kastettiğimiz sadece ve sadece U19 seviyesiyse söylediğiniz doğru. Geçen sezon Beşiktaş forması giyen bir başka Avustralyalı A.J. Ogilvy’nin yaptığı 22-10 da bu denli göz ardı edilmeyi muhtemelen hak etmiyor, fakat sizin meramınıza hizmet etmediği için bunu yok saymanızı kabul edebilirim. Sonuçta bir dönem Vandy’de vadettiklerinin çoğunu yerine getirememiş ve sürgüne zorlanmış bir adam Ogilvy. Fakat henüz dört sene önce Madrid’deki U18 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda Kosta Koufos’un yakaladığı 26.5 sayı, 13 rebound ve 3.5 blok ortalamalarını yok saymak için tartışmalı bir “bu seviye” tanımından fazlasına ihtiyacınız var. Ben kül yutmam! Koufos o turnuvada Valanciunas’ın karşılaştığı uzunlardan daha kötüleriyle karşılaşmamıştı. Örneğin Litvanya’ya karşı 37-20 yaptığında karşısındaki uzunlardan biri bu sene lotaryadan seçilen -kontratındaki sıkıntı olmasa Valanciunas’ın bu kadar gerisine düşmesi de beklenmeyen- Donatas Motiejunas’tı. Ya da Sırbistan maçını domine ederken bu sene draft edilen bir başka isim Milan Macvan’a karşı 33-13 yapmıştı.

Bugün Koufos şu lokavt ortamında dahi Avrupa’dan çok fazla rağbet göremeyen, bench sonunda size 6 faulden fazlasını verecek bir fizikten fazlası olmasını beklerseniz hayal kırıklığına uğrayacağınız bir uzuna dönüştü. Bu yolda öyle majör bir sakatlık geçirdiğini de söyleyemiyoruz. Yani aslında bu seviyede Jonas’ın yaptığına benzer rakamları yapan son oyuncu, NBA’de geçirdiği dört sezonda sadece 9 maça ilk beş çıktı. Ortalamalarıysa 3.5 sayı ve 2.5 rebound olarak şekillendi, 35-25 değil… Üzücü olan bir diğer durumsa, bu performanslar üzerine Valanciunas’a ‘biggest steal of this draft’ etiketini yapıştırmakta beis görmeyen bir grup yazarın birkaç ay önce Enes Kanter’in 2009 yazında Metz’de yaptığı 18-16 ortalamaları hakkında derin şüpheler duyuyor olmalarıydı. Bu rakamların yeterince rekabetçi bir ortamda yapılmadığını, karşısında Enes’i fiziken rahatsız edebilecek düzeyde birilerinin olmadığını sıralamak için nasıl da can atıyordunuz Jonathan? Evet altyapılarda bir oyuncunun 18 ve 19 yaşındaki halleri farklılık gösterebilir, 28-29 arasındaki farka benzemez örneğin. Ancak Valanciunas’a U19 seviyesinde yaptıklarıyla o etiketi bahşedebiliyorsanız -beşinci sıradan seçilmiş bir de bu adam, bahse konu etiket fazla iddialı- U18 seviyesinde Valanciunas’a karşı 35-19 yapan Kanter için ‘birtakım lise maçları dışında yorumlarımızı üzerine inşa edebileceğimiz tek bir materyal sunmuyor’ demeniz tarafsızlığınızın sorgulanmasına yol açabilir.
Öte yandan Valanciunas’ın yeni bir Koufos olacağını hiç zannetmiyorum. Basketbol hukukundaki adi karinelerden biridir: “Rebounding translates.” Tek başına Jonas’ın bu alandaki üstün yetileri bile onu iyi birkaç kontrata götürecektir. Fakat Bogut gibi bir hücum portföyü oluşturabilmesine de hiç ihtimal vermiyorum. Şu anda şampiyonanın birinde, çok farklı zamanlarda ve çok farklı şartlar altında benzer istatistikler yapmış olmaları dışında elle tutulur fazla ortaklık da bulamıyorum oyunlarında. Sıkça yapılan Andris Biedrins kıyası ise güzel bir kıyas, oradan devam edelim. Hiç olmazsa 2 yaklaşık falan çıkar.
Fakat Jonas’ı bekleyen en büyük açmaz -diğer çaylaklardan farksız olarak- NBA’in gelecek sezonunun üzerine çöken lokavt bulutları. Rekabetçi basketbol oynamadığı her yeni gün onun gelişimini bir adım geri götürmeye namzet. Enes açısından bakınca durum daha da sancılı belki, fakat kalıplı NBA uzunlarıyla biraz idman yapması bire bir savunmasını yeterli düzeye çekebilmesi ve çaylak hatalarıyla çok zaman kaybetmemesi için kritik olacaktı Jonas adına. Ve Jonas buna her şeye rağmen Enes’ten daha fazla ihtiyaç duyuyordu.
NBA için iyi bir savunmacı profiline dönüşmesi yolunda yukarıdaki çekinceleri beraberinde taşıyan bir adam için Toronto’nun doğru adres olduğunu söylemek hayli zor olurdu. Bu yazdan önce… Dwane Casey onun için büyük bir şans. (Ülke basketbolu için de çok büyük şans. Kanada’nın bütün altyapıları Casey’nin emrine sunulmalı, bu şans kullanılmalı.)

Eski Ahit’e göre Yunus Peygamber (Jonas), Tanrı’nın Nineve’ye gitmesi yönündeki emrine karşı çıkıp Tarşiş’e gitmeye kalkınca gemisi fırtınaya tutulur ve bunun üzerine tayfalarınca denize atılır. Denizde büyük bir balık (Matta’ya göre balina) onu yutar, balığın karnında üç gün kalan Jonas tövbe edip yakarınca Tanrı’nın emriyle balık onu karaya kusar. Lokavt üç gün sürmeyecek, Jonas’ın yakarışlarının da sürece yardımcı olacağını sanmıyorum. Fakat balinanın midesinde geçireceği zamanda yapacakları çok önemli. Bu balina olmaya en yakın isim belli ki Casey… Takımın savunma alışkanlıklarını değiştirmek, daha doğrusu takımdaki savunmama alışkanlığını kırmak istiyorsa işlere bu çocukla başlaması yerinde olur. Eğer Jonas’ın pisliklerinden arınmasını sağlayacaksa, Casey’nin karnında geçecek bu lokavt süreci yararlı bile olabilir.


Bu da son metaforumu okurkenki ifadesiymiş Valanciunas’ın, ne dese haklı… Turnuvada göze çarpan diğer yetenekleri de ayrı bir yazıda derlerim.
Güncelleme: Savaş Birdal uyandırdı. Ben buyout sorunun çözülmesini çok yanlış anlamışım, gelecek sezonu her halükarda Litvanya’da geçirecekmiş Valanciunas. Gitti balina metaforu işte…

When You’re 21, You’re No Fun


Kaleciler: 1 Frankie Fielding (Derby County), 23 Jason Steele (Middlesbrough), 13 Alex McCarthy (Reading)

Defans: 14 Kyle Walker (Tottenham Hotspur), 6 Phil Jones (Manchester United), 2 Michael Mancienne (Chelsea), 5 Chris Smalling (Manchester United), 15 James Tomkins (West Ham United), 3 Ryan Bertrand (Chelsea), 12 Kieran Gibbs (Arsenal)*
Orta Saha: 17 Tom Cleverley (Manchester United), 7 Marc Albrighton (Aston Villa), 8 Jordan Henderson (Liverpool), 16 Jack Cork (Chelsea), 18 Henri Lansbury (Arsenal), 19 Jack Rodwell (Everton), 4 Fabrice Muamba (Bolton Wanderers), 11 Scott Sinclair (Swansea City), 20 Danny Rose (Tottenham Hotspur)
Forvet: 10 Daniel Sturridge (Chelsea), 21 Nathan Delfouneso (Aston Villa), 9 Danny Welbeck (Manchester United), 22 Connor Wickham (Ipswich Town)

Andy Carroll, Micah Richards ve ülkedeki futbolseverlerin bazılarını hayal kırıklığına uğratacak bir seyir sonunda Jack Wilshere’ın turnuva kadrosunun dışında kalması sonrasında bu yaş kategorisinde kıta sıralamasının tepesinde yer alan İngiltere aslında Danimarka’ya en güçlü haliyle seyahat etmiyordu. Bu aşamaya gelirken de çok kolay bir yol izlememiş, grup ikincisi olarak Avrupa Şampiyonası kurasına son torbadan girebilmişlerdi. Başlarında menajerlik kariyeri daha ziyade Manchester City’de emaneten getirildiği, fakat işler iyi gidince uzun bir süre yürüttüğü görevle hatırlanan Stuart Pearce vardı. Esasen işlerin iyi gittiği savına karşı çıkacak çok fazla isim bulabilirsiniz şehirde hala. Fakat City’nin o dönemdeki beklenti düzeyi ölçüsünde başarı addedilebilecek bir ilk sezon geçirip, UEFA Kupası biletini son maçta Robbie Fowler’dan gelen bir penaltı ıskasıyla kaybedince şehirde bir güven ortamı yaratmıştı. Takımına fazla kişilikli bir futbol oynattığı söylenemezdi, elindeki kadro kendi seçimlerinden bile oluşmuyordu. Fakat herkesle iyi ilişkileri vardı, FA tarafından destekleniyordu. Tüm bunlar sonucunda 15. sırada bitirilen sezon bile kellesini almaya yetmiyordu. Sabrın sınırına ulaşıldığında ise, zaten halihazırda City menajerliği yanında yürütmekte olduğu federasyon kaynaklı 21 yaş altı milli takım görevine odaklanıyor, yani pek fazla yalnız kalmıyordu. Şanslı bir adam…


Pearce’ın birtakım eksiklerle -son anda takımın asli sol beki Gibbs de çürüğe ayrıldı- Danimarka’ya getirdiği bu kadro ilk iki maçta hayal kırıklığından başka bir şey yaratmadı. Tıpkı üst seviyede olduğu gibi İspanya tarafından domine edilen yarışmalara şahadet içinde geçen bir dönem sonunda, beklentilerin yükseldiği bir jenerasyondu eldeki. Wilshere, Carroll ve Richards önemli eksikler olarak görülse de, zaten gelişimleri olağanın dışında seyreden özel oyunculardan bahsediyorduk. Yani bu oyuncuların U21 seviyesini pas geçerek, A takımla devam etmelerinde çok büyük tuhaflık yoktu. Geriye kalan havuzda ülkenin güç merkezlerinden Liverpool’a 20 milyonluk transferini tamamlayan bir Henderson vardı mesela. Ya da Manchester’ın kırmızı güç merkezine benzer fiyatlarla transfer gerçekleştirmek için gün sayan bir Jones. Bunlar sadece son dönemde baş sayfalarda sıkça görülmeleri ve sezon boyunca Sunderland ve Blackburn ile daha şanslı sezonlar geçiren oyuncular olmaları yönüyle diğerlerinden ayrılıyordu aslında. Rio Ferdinand’ın sakatlığında beklentilerin üstünde bir katkı vererek United’ın lig şampiyonluğunda ve özellikle de Şampiyonlar Ligi finaline yürüyüşünde büyük pay sahibi olan Smalling de kadronun içindeydi. Ya da devre arasında Bolton’a kiralandıktan sonra Premier League tarihinde ancak Dion Dublin, Darren Bent ve Emmanuel Adebayor gibi elit golcülerin yakalayabildiği bir sezon ortası serisiyle esaslı bir etki yaratan Sturridge. Aston Villa’nın kötü sezonunun belki de yegane iyi şeyi Albrighton. Aynı takımda sezonun en iyi sağ bek performanslarından birini veren Walker’ı tabi ki unutmadım. Sadece bu iyi performansın, Villa Park’tan ziyade White Hart Lane’de hezeyan yaratması gibi bir farkı var. Walker gelecek sene Tottenham’a dönüyor ve onun varlığında Vedran Corluka ve Alan Hutton gibilerinin şehirde uzun vadeli planlara girişmeleri pek akıl karı olmayacak. Sunderland ve Wigan’da sakatlıklardan uzak kalabildikleri müddetçe iyi tatlar bırakmış iki United oyuncusu Welbeck ve Cleverley de göze çarpıyor. Belki Sir Alex Ferguson’ın uzun bir dönem alışveriş listesinin üst sıralarında yer bulmuş Everton yeteneği Rodwell de… Arsenal’a attığı golden ibaret olmadığı iddia edilen Rose, Championship play-off finalinde yaptığı hat-trick ile Galler’e Premier League getiren kahraman Sinclair. En üst seviyeden çok uzak kalmayacağı aşikar yetenekli Ipswich forveti Wickham -ki muhtemelen o da soluğu yakın gelecekte Big Four takımlarından birinde alacaktır- hep bu kadroda. Yani Pearce’ın elinde bayağı bir kadro var Güntekin.


İlk maçta İspanya’yı karşılarına getiren fikstür çok cömert değildi, kabul etmeliyiz. Fakat genel seçim hengamesinde göz ucuyla bakabildiğim maç, hafızamda büyük oranda -pek de hatırlamak istemediğim- Şampiyonlar Ligi finali anlarını uyardı. Sadece Rose’un önüne atılmaya çalışılan uzun toplar. Stoperlerin kucağında kaybolan Welbeck. Sağ tarafta hiçbir şekilde kullanılamayan -ve belki sırf bu yüzden haksız biçimde ikinci maç kadrosundan kesilecek- Cleverley. Bu isimleri sırasıyla Park, Rooney ve Valencia da yapabilirsiniz. Zira ortaya çıkan görüntü büyük oranda benzeşmekteydi. Bir yan topta arka direkte bitiveren cevval Ander Herrera’nın golüyle geri düştüler. Üçüncü tekrarda anlayabildim ki eleman golü basbayağı eliyle atmıştı. Ancak sahadaki oyuncular dahi bunu ancak soyunma odasında öğrenebileceklerdi. “Zaten İspanya’da bunu altyapılarda öğretiyorlarmış Kaan.” İkinci yarıda ise topu sürekli kontrolünde tutmasının yanında, bu hakimiyeti tehlikeli bölgeye sıkça taşıyan bir İspanya vardı. Tablo biraz da geçtiğimiz dünya kupasındaki Almanya hezimetine kaymaya başlamıştı. 88. dakikada her şey bitmek üzereyken, yukarıda uzun uzadıya bahsettiğimiz Walker’ın ferdi çabasıyla getirdiği top Welbeck’in ayağıyla buluştu ve maç 1-1 bitti.

İspanya maçı öncesinde iki cümlesinden birine “İspanya’dan korkmuyorum” diye giren Pearce basın toplantısında biraz hava atabilirdi. Zaten çoğu insan maçı izlememişti, izleyenler de karşılarında bayağı yetenekli bir takım olduğunun bilincindeydi. Onlar Pearce’ın aksine maç öncesinde korku taşıyorlardı fakat. (Zaten aksini çok fazla dillendirmesi, Pearce’ın da bu korkuyu fazlasıyla taşıdığına yorulabilir. Ve hatta yorulmalı galiba.) Maç da her anında bu korkularının dayanaksız olmadığını onlara göstermekten geri durmamıştı. Basında rakibin hanesinde yazan 1 için Smalling’e, kendi hanelerinde yazan 1 içinse Walker’a gidiyordu krediler. Gerisi koskoca bir hayal kırıklığı…


Grubun ikinci gününün ilk maçında puan alınan İspanya’nın grubun seribaşı Çek Cumhuriyeti önünde güzel futbolla aldığı 2-0’lık galibiyetin İngiltere’yi biraz havaya sokması beklenebilirdi. Ukrayna’yı yendikleri takdirde büyük bir avantaj yakalayacaklardı. İlk maçta en çok eleştirilen Pearce tercihi olan, gerçek pozisyonunun orta saha olduğu hayli su götürür Mancienne’deki ısrar ilk onbirden yapılan ilk okumaydı. Yine İspanya’ya karşı oyunu hareketlendiren iki isim Sinclair ve Lansbury kenarda tutulmuş, Rose ve Henderson’a sadakat gösterilmişti. Welbeck’in merkezde, Sturridge ve Rose’un kenar forvetlerde dizildiği 4-1-2-3 ideale pek yakın durmuyordu. Sturridge topla her buluştuğunda etkili oldu, fakat etki gösterdiği alanlar -radyo ağzıyla konuşursak- orta yuvarlağın taç çizgisine bakan yanlarıydı. Ne büyük israf! Kaleci Fielding’den Rose’un koşu yoluna atılan uzun toplar. Doğru bildiniz sol bek orijinli Rose’un boyu 1.73, karşısında ise ideal bir Ukrayna erkeği duruyor… İlk yarının oyun planı buydu. Sturridge limitlerini zorladığı bir anda ceza sahasına kadar yaklaşmış, yay çevresinden çıkardığı şut direği yerinden oynatmış ama fileleri bulmamıştı. Bunun dışında bayağı kötü de bir maçtı.


Mancienne ilk dakikadan beri net olarak aksayan isim olmasına rağmen, kenara yol alanın Rodwell olması Pearce’ı eleştirmek için sabırsızlananları fazla bekletmedi. Lansbury yine hücuma hareket getirmişti ve Rose-Sinclair değişikliğiyle dönülen 4-4-2 de ilk ciddi organize İngiltere tehlikesiyle sonuç verdi. Sturridge’in pası bir golcü için kaçırılmaması gereken bir pozisyon yaratıyordu, Welbeck hayli kötü bir vuruşla karşılık verdi. Bu andan sonra savunma-orta saha bağlantılarını kaybeden İngiltere -neden Muamba’nın şans bulmadığını anlamıyorum- önemli pozisyonlar verdi. Sonuncusu maç boyunca takımın en iyilerinden olan Jones’un bireysel hatasıyla geldi. Sahadaki duruşuyla şişman bir John Terry’yi andıran Jones, son dönemde Büyük Kaptan’ın da bolca gösterdiği bir akıl tutulması anı yaşadı ve yaptığı top kaybı Fielding’in üstün refleksleri sonrası ucuz atlatıldı. İngiltere adına ilk iki maçın ortaya çıkardığı az sayıda güzel sürprizden biri de Derby County’nin 1988 doğumlu kalecisi Fielding. Gözden uzak olduğundan kıymetini takdir edemedik belki de, bir özrü hak ediyor. Championship sansasyonu olarak esas patlaması beklenen Wickham ise Pearce’tan henüz dakika alamadı. Sinclair konusunda da durum ne yazık ki pek farklı değil.

Kadro güzel, yetenekli oyuncular izliyoruz. Sırasıyla söylemem gerekirse Sturridge, Smalling, Walker, Jones, Wickham, Lansbury, Henderson ve Sinclair’in hem milli takım için, hem de yavaş yavaş yaygın terim haline gelmesi olası Büyük Altılı (Büyük Dörtlü + City + Tottenham) için hep düşünülen oyuncular olacağına dair inancım var. Zaten bunların bazıları şimdiden o kulüplere kapağı atmış durumda. Ladytron’un başlığa konu olmuş dahiyane dizeleri belki burada devreye giriyor. 17 yaşında önemli kulüp yöneticileri kapında yatabilir, fakat 21 yaşında bu piyasa için artık ‘eski haber’ anlamına geliyorsun. Bu bağlamda hemen yukarıda saydığım listenin arkasına iliştireceğim Rodwell, Cleverley, Welbeck ve Fielding için aynı ölçüde ümitvar değilim. Cleverley önümüzdeki sezon için Paul Scholes’un kavuğuna talip olduğunu açıklamış, güzel bir özgüven gösterisi ama yine de bilemiyorum. Fielding de kaleci, o hala tazeliğini kaybetmedi aslında mevkisi gereği.


Pazar günü grubun seribaşı Çek Cumhuriyeti ile oynanacak maç çok stresli olacaktır. Güzel bir seyirlik olur mu, emin değilim. Bugün büyük hayal kırıklığı yaşadım zira. Ancak Çek Cumhuriyeti, İspanya’nın gösterdiği kadar kötü bir takım değil kesinlikle. Tomas Pekhart’ı Ada’da da iyi tanırlar. Hakeza Vaclav Kadlec ve Marek Suchy de zaman zaman maçlarına denk gelmiş olduğum yetenekli topçular. Takım yapısı da İngiltere kadar defekt barındırmıyordur büyük ihtimalle. Onbirde yine Mancienne’i görürsem sinirlenip izlemeyebilirim, ama çocuklara bir şans daha vereceğim…

Nike Hoop Summit 2010 – Next!


Nike Hoop Summit, bize birkaç yıl içinde NBA’de görme ihtimalimiz olan oyuncuların birer ilk izlenimini veren güzel bir organizasyon. Aynı amaca haiz çok fazla prestijli organizasyon bulunmuyor zaten, uluslararası oyunculara da yer vermesi ve daha rekabetçi bir kimlik taşıması ile benzer nitelikte olan McDonald’s All-American Game’e ağır bastığını söyleyebiliriz. Oyuncuların kolej seçimlerini yapıp, profesyonel dünyaya bir adım daha yaklaştığı bir dönemde düzenlenen organizasyonda Amerikan liselerinin en elit 10 oyuncusu ile dünyanın dört bir yanından getirilmiş aynı kalitedeki 10 oyuncu bir araya getiriliyor. (En azından benim konsepti algılama biçimim bu.) Böylelikle civardaki seyirciyi ve medyanın ilgili gözlerini salona çekecek bir “Amerika Dünyaya Karşı” oyunu sergileniyor. Bir nevi ‘ben tek siz hepiniz’ muhabbeti ki bu oltaya düşen çok fazla kişi olduğunu gözlemliyoruz…

Bu seneki kadrolara baktığımda özellikle Dünya Karması benim için hayal kırıklığı yaratır nitelikteydi. Geçen seneki nispeten güçlü takımla karşılaştırıldığında bu hayal kırıklığı daha büyük boyutlara ulaşıyordu. Doğrusu Enes Kanter, Dejan Musli ve Mael Lebrun dışında daha önce izleyebildiğim herhangi bir oyuncu yoktu. Kadrodaki iki Kanadalı Cory Joseph ve Tristan Thompson’ın ve Real Madrid’in haklarını elinde bulundurduğu Karadağlı Nikola Mirotic’in de isimlerine aşinaydım. Jonas Valanciunas, Tomas Satoransky, Toni Prostran ve Branislav Dekic gibi oyuncular burada görmek istediğim isimlerden ilk aklıma gelenleriydi. Fakat bu oyuncuların bir kısmının ulusal liglerinde önemli görevler aldığı da hesaba katıldığında, organizasyon için belirlenen tarihin onlar için ideal olmaktan çok uzak olduğunu görmekte pek zorlanmıyoruz. Burada oyuncularına izin vermekten çekinen coachları suçlu bulmak da pek adil gelmiyor. ACB’de halen Unicaja Malaga, DKV Joventut, Gran Canaria ve Bizkaia Bilbao gibi takımların üzerinde bulunan ve play-off öncesi ritm bulmaya çalışan Cajasol’de kilit oyunculardan biri olan Earl Calloway’i dinlendirme görevini üstlenmiş ve bunu bugüne kadar hakkıyla yerine getirmiş Satoransky’den vazgeçmek çok kolay değil Joan Plaza için. Ya da yıllar sonra Final-Four başarısı gösteren Partizan’da, kader günü kapıdayken Dekic gibi rotasyon parçası olmuş bir uzunu Amerika’ya göndermek ister miydiniz, onu düşünün. Tarih Avrupalı oyuncular için de fena sayılmaz, fakat en azından bunu hafta içine çekerek daha fazla prospect getirilebilir deniz aşırı ülkelerden.

Bunu yapmayınca ortaya çıkan tablo, esasen Amerikan liselerinde yetişen oyuncuların eğitimini başka bir ekolden gelme oyuncularınkiyle karşılaştırma amacı taşıyan organizasyonun bahse konu amacına pek hizmet edemiyor. Ve amacını inkar etmeye başlayarak dünya karmasına kendi örgün eğitimlerinin bir parçası olan okullarda basketbolu öğrenen elemanları da davet etmeye başlıyorlar. Hırvatistan’da bir spor efsanesi olan ve kariyerinin bitiminde Amerika’ya yerleşen Ivica Dukan’ın oğlu Duje Dukan farklı bir ekolün ürünü değil aslında. Aynı şekilde adlarını andığım Kanadalı ikili için de benzer bir durum söz konusu. Bir başka liseli Enes’in kariyer başlangıcı daha istisnai bilindiği üzere. Okyanusya kıtasından gelen iki ismin yukarıda bahsettiğim öncelikli amaca ne ölçüde hizmet edeceği de tartışma konusudur…

Chicago Bulls organizasyonunda Avrupalı oyuncular için scouting görevini yürüten Dukan’ın oğlunun yetişmesi hakkındaki şu cümlelerini okuduktan sonra bu maçta dünya karması adına oynaması oldukça ironik geliyor…

Q: Are you comfortable working in the United States and in Europe?

Dukan: Yes, I am comfortable about it. I have no problems working here and over there, but down the road the problem could involve my family. My boy is pretty much an American boy now. He was six months old when he got here. It would be hard for me to leave here. Also for my wife and I, we have a lot of friends and people that we love are over there. It is kind of difficult. As a father, you are trying to do what is best for your children, so that is what are going to do.

Amerikan kadrosuna bakıldığında ise geçen hafta McDonald’s All-American Game’de boy gösteren ve ülkenin en parlak gençleri arasında yer alan oyuncular daha tarafsız bir eleme sonucunda burada oynama şansı buldular. Geçen haftaki maçta MVP ödülünü paylaşan iki oyuncu Harrison Barnes ve Jared Sullinger 2011 draftinde ilk beş sıradan gitmesi beklenen oyuncular. (Bu ikili arasına girebilecek belki tek uluslararası isim Valanciunas’ın burada olmaması büyük şanssızlık…) Kadrolara bakıldığında 6′ 10” ve üstü beş oyuncu bulunduran -bunlardan Yeni Zelandalı dışındakilerin hepsi çok önemli oyuncular- dünya karmasının pota altında bir hakimiyet kurabileceği düşünülüyordu. Fakat belli bölümlerde Musli-Mirotic-Enes-Thompson dörtlüsünden üçü aynı anda sahada tutulmasına rağmen bu durum, avantaja çevrilemedi. Her ne kadar Amerikalılar aynı dili bile konuşmayan uzak diyarlardan gelme bu oyuncuların, kendi takımlarına karşı bir birlikte oynama avantajı taşıdıklarına dair paranoyak bir inanç geliştirmiş olsalar da böyle bir durum mevzubahis değil. Yemedik… Alt yaş kategorilerinde Musli-Enes eşleşmeleri olmuştur birkaç kez, fakat kariyerini basketbol üzerine kuran Amerikalı çocukların NBA yolundaki olası rakipleri hakkında bilgi sahibi olmaması da düşünülemez. Bir Çinli’nin top getirdiği ve pota altında bir Türk’e top indirdiği, onun da köşedeki Avustralyalı’ya şut pozisyonu hazırladığı bir takımın birlikte oynama yetisinin beş Amerikalı’ya göre daha gelişmiş olduğunu söylemek de abesle iştigal olur.


Daha dinamik bir uzun rotasyonuyla başlayarak muhtemelen maçın hızlı tempoya girmesi halinde oluşacak erken hasarı azaltmaya çalışan Avustralyalı coachtan kesik yiyen Enes oldu maçın başında. Ancak 4 dakika sonra sahaya girdiğinde herkesten daha aç olan Enes, orta mesafeden gönderdiği şutla yumuşak bileğini ele güne gösterdikten sonra etkileyici post-up numaralarıyla birkaç kolay basket daha bularak çeyreği 6 sayıyla bitirdi. İkinci çeyrekte de ilk çeyrektekine yakın süreler aldı ve reboundlarda biraz sallansa da rakip pota altında kolayca sağladığı hakimiyet ile beğeni topladı. Savunma tarafındaysa -prestijli rivals.com sitesine göre- sınıfının üçüncü en iyi ismi olarak gösterilen Sullinger’ın etkili oyununa rağmen, faturayı ona çıkarmak kolaycılık olurdu. Zira rotasyon gereği yalnızca 3-4 dakika gibi bir süre aynı anda sahada olan ikili, dünya karmasının bu dakikalarda uyguladığı alan savunması nedeniyle pek de karşı karşıya gelemedi. Aynı rivals.com listesinde ikinci sırada yer alan fakat bana o listenin tepesindeki elemandan çok daha fazla ümit veren Barnes ilk yarıda Amerika lehine açılan 12 sayılık farkın diğer mimarıydı. Sullinger, Ohio State’te Evan “Villain” Turner’ın yokluğunu doldurmaya çalışacak. Barnes’ın yeni görevi ise bu sene NIT turnuvasında oynamak zorunda kalan North Carolina’yı tekrar başarıya götürmek. Bu maçtaki partnerleri Reggie Bullock ve Kendall Marshall ile Tar Heels’ı yine korkulan seviyeye getirecektir. Jenerasyonunun 10 numarası olarak gördüğümüz Bullock, özellikle kendi şutunu yaratabilme konusundaki yeteneği ve çıkardığı düzgün şutu, iyi savunması, atletizmiyle Roy Wiliams’ın altında 10 numara bir topçuya dönüşebilir. Marshall’ı bilemem…


Enes’in libidosunun tavan yaptığı dönemse üçüncü çeyreğin ortalarına denk geliyor. Devre başında kısalarından sürpriz katkılar alan, hatta benim ileride adından çok sık bahsetmeyeceğimizden emin olduğum Çinli guard Sui Ran’ın sınırlı yeteneklerinden iyi yararlanan dünya karması iyi bir koşu yaparak rakibine yaklaşmayı bildi. John Hollinger’ın maç sırasında ‘çok hızlı bir oyuncu, tıpkı Jose Juan Barea gibi ama çok daha yeteneksizi’ şeklinde değerlendirdiği oyuncu için biz genelde Ender Arslan benzetmesini kullanıyoruz çekinmeden. Aslında daha iyi bir guardla Enes… Gerçi daha ne yapacak, susuyorum. Oyuna girdiği gibi içeriyi domine etmeye başladı Enes ve maça inanmaya başladığı her hareketinden belliydi. Takımda daha önce karşılaşmadığı bazı oyuncular vardı -hatta kısaların büyük kısmı bu kategoriye girer muhtemelen- ki bu dakikalarda onların da güvenini tamamen kazanıp daha fazla top almaya başladı. Bir ara Amerikan takımına karşı tek başına yakaladığı seriyle rakibe molayı da aldırdı ve çeyrek sonunda 10/14 isabetle 25 sayı ve 10 rebounda ulaştı. Bu dakikalarda yayın ekibi ekrana 1998 yılındaki maçtan Dirk Nowitzki’nin 33 sayılık performansını getirdi, potansiyelin farkına varmışlardı.

Son çeyrekte ise maç Amerikan kısalarının bir Türk deviyle düellosu haline geldi. Referans aldığım rivals.com listesinin tepesindeki oyun kurucu Brandon Knight’ın ‘maçın boku’ ödülünü hak etmek için yeterli olacak kadar sinmesi dünya karmasının işine geldi ve uzunca süre oyunu tuttular. Ancak maçın sonunda belirleyici hücumlar geldiğinde sahada Musli-Mirotic-Enes üçlüsünü aynı anda tutmayı tercih ettiler ve Amerikalılar’ın topa hükmedebilen kısaları oyunu da kontrolleri altına almayı bildi. Onlarla boy ölçüşebilecek tek kısaları olan Joseph yeterli olmayacak gibiydi. Nitekim Barnes’dan gelen bir NBA üçlüğünü, diğer pota altında Karadağlı’nın kötü tercihi takip edince hançeri saplayan yetenekli ve sempatik combo guard Kyrie Irving oldu. Neden sempatik olduğunu merak edenler şuradaki videoyu izlesin. Duke ile anlaşan Irving’in, çevresini sarmış UNC adaylarına karşı nasıl direndiğini görmek eğlenceli olabilir…


Uzun lafın kısası, Enes için çok güzel bir geceydi. Savunması dışında pek bir soru işareti bıraktığını sanmıyorum, fiziğiyle NBA seviyesinde bu denli fark yaratamayacağı gerçeği de illüzyonları ve anlamsız beklentileri engelleyecektir. Salt Nowitzki’nin rekorunu kırdığı için, bu adamın da NBA üzerinde aynı etkiyi yaratabileceğini iddia edecek birileri tabi ki olacaktır. Ama insanoğlu böyle örnekleri fazla kaale almamayı da öğrenmiştir, ümit ediyorum. Kentucky’de Knight’ın guard olduğu bir takımda oynayacağı için biraz mutsuzum -daha iyi bir eleman olduğunu umuyordum- ama en azından oynayabileceği için mutluyum. Washington’ın NCAA üzerindeki söz hakkının Kentucky lobisiyle kıyas kabul etmeyeceği ortada. John Calipari genelde iyi oyunculara şans vermesiyle tanınır, onun seçtiği bir oyuncu kariyeri boyunca ‘olağan şüpheli’ olarak beklentileri üzerine toplayacaktır. Bu iyi bir şey de olabilir, kötü bir şey de… Enes gibi mental kararlılığı ve özgüveni üst düzeyde olan isimler için genelde ilki gerçekleşir ve hikaye mutlu sonla biter.

(Yazmamışız, 34 sayı ve 13 rebound ile bitirdi maçı aslan parçası. Rekor artık onun.)

More News from Minor Heaven and Mubarak International Stadium

Ding Junhui-Peter Ebdon maçı var şu anda. Dün Tarja Turunen konserinden eve döndüğümden beri bloga bir şeyler karalamak var aklımda, hatta sadece bu yüzden spor aktivitesi atlamamaya çalıştım bugün imkanlar el verdiğince… Tartışmaya açık fiillerin neredeyse tamamının ayrı yazılması gerekliliğiyle yüzleşmek de her defasında geriyor beni. Dost Elver diye de adam vardı, ama kim olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok…


Tarja Turunen dedik, herhalde bir perşembe gecesi Jolly Joker gibi bir yerde verilebilecek en iyi performansı verdi Diva. Özellikle gece boyunca giydiği ikinci elbisesiyle, beyazlar içinde bir tanrıçadan farksızdı ve çok da büyük olmayan konser alanına fazlasıyla hakimdi. Bu kadının bile sahne performansına laf eden ergenler görmüştüm sanal alemde, her biriyle yüz yüze görüşmek, kendilerine hal hatır sormak isterim… Nightwish günlerine tam olarak sırtını çevirmeyen, seyircisini ziyadesiyle tatmin eden bir setlist de vardı. Buna karşın birçok hayranının onu Nightwish ile birlikte kanlı canlı sahnede göremediği için üzgün olduğunu söyleyebilirim nispeten dışarıdan bakan biri olarak… Yine de mevcut bateristin Jukka Nevalainen’den daha iyi olduğuna kanaat getirdik. Solo albümünde onu Nightwish ile birlikte sevmiş kitleye biraz yumuşak gelen bir sound hakimdi, çok da doğal olarak. Dün Mike Terrana’nın konser ortalarına doğru gelen solosu ilaç oldu o anlamda… Zaten kendisi kısa bir dönem de olsa Yngwie Malmsteen ile birlikte çalmış bir amcaymış ufak bir araştırmadan sonra fark ettiğim kadarıyla, kanaatimizin yerinde olduğunu söyleyebiliriz.


Snooker yazınca Mithat’tan tepki görüyorum, o yüzden Glasgow GP için tek yazı hakkımı final sonrasında kullanmayı düşünmekteyim. O’Sullivan-Higgins maçını kaçırmak, üzerine bir de maçın decider ile sonuçlandığını öğrenmek de turnuvaya bağlılığımı olumsuz yönde etkiledi. Kimi destekleyeceğimi de bilemedim. Parma Maniac ve Svetlin‘den gelen tepkilere rağmen hala Mark Allen denen çocuğa olan sempatim sürmekte. Bir başka sevdiğim isim olan Jamie Cope’u yenince de hoşuma gitti, fakat O’Sullivan-Higgins maçının galibi karşısında işinin zor olacağı belliydi. Nitekim bugün sadece tek frame alabildi Wizard of Wishaw’dan… Stephen Hendry, Ali Carter ve evsahiplerinden Stephen Maguire olumsuz anlamda şaşırtanlardan oldu. Robert Milkins’in Cinderella hikayesi de şu dakikalarda sonlanmaktadır diye tahmin ediyorum… Neyse uzatmayalım. Çinli ve Mark Williams da formda gözüküyorlar fakat John Higgins’in favori olduğu turnuvada, benim içimden formunu tekrar bulmaya başlamış gözüken Neil Robertson şampiyonluğu geçiyor. Güzel bir yarı final olacak o ikili arasındaki…


Mısır’da çok güzel bir turnuva devam ediyor. Turnuvanın tarihi sebebiyle bazı önemli oyunculara takımlardan izin çıkmamasına rağmen çok yetenekli gençler izledik. Eurosport da yayınlarıyla turnuvanın hakkını fazlasıyla teslim ediyor. Zaman zaman orijinal dil seçeneğine başvurmayı tercih etsem de spiker kadrosu da iyi iş çıkarıyor aslında… Bugün beş oyuncunun, iki teknik direktörün atıldığı, uzatma içerisinde 5 dakikada gelen 3 golle şekillenen unutulmayacak bir maç izledik. Turnuvanın başından beri buralara gelebileceğini göstermişti Macaristan. İtalya’yı yenerken uzatmadaki çok önemli iki golün sahibi Krisztian Nemeth kadar, müthiş paslar ile bu gollerin yaratıcısı olan iki orta saha oyuncusuna da minnettar olmalılar. İlk pası veren sanırım Marko Futacs idi, ikincisinde ise turnuva boyunca dikkat çeken Vladimir Koman’ın müthiş ara pası idi bahse konu olan… Sampdoria’nın oyuncusu kendisi, fakat Bari’de kiralık. Takip etmek gerek…


İtalya ve Macaristan bu jenerasyonlarıyla geçen yıl 19 yaş altı Avrupa şampiyonasının yarı finalinde de karşılaşmış, kazanan oyuna sonradan giren Martin Forestieri’nin attığı golle İtalyanlar olmuştu. O kadrodan Alberto Paloschi, Stefano Okaka Chuka, Andrea Poli gibi tanıdık isimler burada olmamasına rağmen iyi direndiler. Maçın en kritik dakikalarını rakiplerinden 1 ya da 2 kişi eksik götürmelerine rağmen, o dakikalarda dahi gol için daha arzulu takım görünümünde olmayı başardılar. Bir İtalyan takımında çok sık göremeyeceğiniz bir manzarayla ödüllendirdi bu çocuklar maçı izleyenleri. Michelangelo Albertazzi ve oyuna sonradan giren Eusepi-Bonaventura ikilisi not defterine adı düşülen oyunculardı benim adıma. Karşılaşmanın hakemi Oscar Ruiz’in kart seçimlerini kısmen de olsa sorgulamak gerek. Özellikle alt yaş kategorilerinde otoriteyi kart yoluyla sağlamaya çalışmak çoğu zaman işlerin çığırından çıkmasıyla sonuçlanır. Bu turnuvada da gördük ki birilerinin Güney Amerikalı hakemlere bunu bir kez daha hatırlatması gerekir.


Günün ikinci maçı sonrası ilk maçın gölgede kalmaması mümkün değildi. Gana ve Güney Kore de iyi top oynadılar. Yetenek anlamında rakibinden aşağıda olduğu açıkça görülen Güney Kore’nin her kategoride olduğu gibi yine seri paslarla, topu koşturarak oynadığı güzel oyun sonuca gitmeye yetebilirdi. Bu yönde Gana kalecisinden gelen ikramlara rağmen mümkün olmadı Güney Kore galibiyeti. Yine de bu ülkenin bir ekol yaratmaya doğru emin adımlarla gittiğini söyleyebiliriz. Her turnuvada disiplinli biçimde o karakteristik futbollarını sahaya sürebildiklerini görüyoruz ki yola onlardan çok daha önce çıkmış olmamıza rağmen, o yolun yarısını bile kat edememiş olduğumuzu görmek de hoş olmayan bir tat bırakıyor ağızda. Fatih Terim’in basın toplantısını izleyerek günü bitirmiş olmak da çok yardımcı olmuyor. Bu arada daha çok Abedi Pele’nin oğlu Andre Ayew için ekran karşısına geçmişken, Ransford Osei de güzel bir sürpriz oldu. Twente’de kiralık oynuyor ama kulübü Maccabi Haifa’ya yakın zamanda iyi bir bonservis ücreti kazandıracağını tahmin etmek çok zor değil. Ayew zaten Sir Alex Ferguson’ın ilginç biçimde ümitvar olduğu Gabriel Obertan’ın kayıplara karıştığı Lorient’da yaptıklarıyla bile kalitesini gösterebilmişti… Olympique Marseille forması için bana kalırsa hala erken, zaten Didier Deschamps da öyle düşünüp ikinci lige kiralamış bir seneliğine…


Bu yarıyıl biraz daha fazla bölüm dersi var. Bu da projesi, sunumu, ödevi bol bir süreç anlamına geliyor… Arada gelir yazarız. Tam preview mevsimi aslında, biliyorum. Ama zaman el vermeyebilir, ne verir zaman gösterecek. Böyle bir çıkmazla bitirmek de istemezdik yazıyı ama elden ne gelir…

U18 European Championship 2009


Yaklaşık 5 yıldan beri takip ettiğim alt yaş grupları turnuvalarının belki de en kalitelisi diyebileceğim bir turnuvayı geride bıraktık. Daha önce bu kadar potansiyelli oyuncunun bir arada olduğu bir turnuva görmemiştim, özellikle uzun oyuncular açısından çok zengin bir turnuvaydı. Metz kentinde düzenlenen turnuva öncesinde Sırbistan, Litvanya, Türkiye, Fransa ve İspanya favori olarak gösteriliyordu. Bu beş takım ilk beşi oluşturarak potansiyellerini ispat etmiş oldu.

Final maçında ev sahibi Fransa’yı yenen Sırbistan şampiyonluğa ulaşırken, final oynaması beklenen iki takım Türkiye ve Litvanya da üçüncülük maçı oynadı, bu maçı ezici bir üstünlükle kazanan milli takımımız bronz madalyaya ulaştı. Turnuvanın MVP ödülünü alan Enes Kanter ayrıca Fair-Play ödülüne de layık görüldü. FIBA’nın seçtiği turnuvanın en iyi beşi ise aşağıdaki isimlerden oluştu:


Toni Prostran (Hırvatistan), Evan Fournier (Fransa), Enes Kanter (Türkiye), Dejan Musli (Sırbistan), Jonas Valanciunas (Litvanya)

Şimdi de benim dikkatimi çeken oyuncuları sizlere tanıtmaya başlayayım. Bu yazıda geçen senekilerden farklı olarak söz konusu oyuncuların ne tarz oyuncular olduğunu herkesin bildiği isimler üzerinden somutlaştırmak istedim. O isimleri de turnuva istatistiklerinin hemen yanına iliştirdim…


Philipp NEUMANN (Almanya, 2.10, C)
16.1 sayı, 10.6 rebound, 3.4 blok – Patrick FEMERLING

Vasat Alman takımını taşıyan belki de tek oyuncuydu. Gerek fiziği, gerek savunması ve rebound sezgisi ile potansiyelli bir oyuncu olduğunu belli etti. Zayıf noktaları ise çok düşük yüzdesi olmasına rağmen çok sayıda üçlük denemesi ve çok fazla top kaybı yapması.


Andrea DE NICOLAO (İtalya, 1.87, SG)
14.8 sayı, 2.9 rebound, 2.6 asist, 44% üç sayı isabeti Gianluca BASILE

Sürpriz yapabilecek takımlardan biri olarak gösterilen İtalya’nın lideri olarak turnuvada başarılı maçlar çıkartan oyuncu, şut yeteneği ile oldukça dikkat çekti. Fiziksel dezavantajlarını giderirse Euroleague seviyesinde önemli bir skorer olabilir.


Toni PROSTRAN (Hırvatistan, 1.85, PG)
20.9 sayı, 4.6 rebound, 7.9 asist, 1.7 top çalma – Marko POPOVIC

Turnuvanın sayı kralı olan Prostran geçtiğimiz senelerde de dikkat çeken bir oyuncuydu, fakat bu sene daha farklı bir seviyede. Rebound ve asist yönlerini de geliştiren oyuncu turnuva boyunca takımını sırtladı. Fiziğini biraz geliştirip, şut seçimlerini daha doğru bir şekilde yaparsa çok önemli bir oyuncu olabilir.


Dejan MUSLI (Sırbistan, 2.14, C)
14.8 sayı, 11.2 ribaund, 2.4 blok – Nikola PEKOVIC

2007 yılındaki yıldızlar şampiyonasının en değerli oyuncusu olan Musli, takımının yıldızlardan sonra gençlerde de şampiyon olmasına büyük katkıda bulundu. Fiziği, savunması ve sırtı dönük oyunu çok üst düzeyde olan oyuncunun tek dezavantajı biraz ağır olması. Bu zaafını da kapatıp biraz hızlanabilirse çok kaliteli bir uzun olabilir.


Jonas VALANCIUNAS (Litvanya, 2.09, C)
19.3 sayı, 10.6 rebound, 2.6 blok, 72% şut isabeti – Pau GASOL

Geçen yılki yıldızlar şampiyonasında MVP ödülünü evine götüren oyuncu, bu turnuvada da müthiş bir performans gösterdi. Uzun kolları ve pota altındaki müthiş bitiriciliği ile hemen dikkatleri üzerine çekti… Zaten ne kadar etkili bitirişleri olduğu şut yüzdesinden de belli olsa gerek. Valanciunas gelişimini sürdürürse NBA’de çok önemli bir oyuncu olabilir.


Enes KANTER (Türkiye, 2.08, PF)
18.6 sayı, 16.4 ribaund, 1.8 blok, 2/4 üç sayı isabeti – Chris BOSH

Normalde 23-20 civarı olması gereken istatistikler, 3 maçta az süre aldığı için bu seviyede. Yoksa turnuvayı rahatlıkla 20-20 ile bitirebilirdi. Kusursuz hücumu ve rebound sezgisinin yanında, liderlik özelliklerini de geliştirmiş olduğunu gösterdi bu turnuvada. Yüzdeli üçlüğü de cabası… Gerçi turnuvada sadece 4 üçlük denese de, bunlar çeyrek final maçının kırılma anlarındaydı. Turnuvanın kendisiyle birlikte en iyi uzunları olarak gösterilen Musli ve Valanciunas’a karşı sırasıyla 32-25 ve 35-19 yapınca diğerlerinden ne kadar üst seviyede olduğunu da ispatlamış oldu. Karakteri hakkında fazla söze gerek yok, Fair-Play ödülünü aldığını bir kez daha belirtmemiz yeterli olacaktır heralde.

Bu kategorideki diğer yazılar için şuraya göz atabilirsiniz…

22-22


Avrupa Gençler Şampiyonası ilk maçında milli takımımızın son şampiyon Yunanistan’ı 78-74 ile geçtiği maçta Enes Kanter’in istatistikleri: 22 sayı, 22 rebound (11 defansif-11 ofansif), 9-14 şut isabeti, 1 blok.

Kanter 4 President!


Sabah Salsa Basket‘te okudum ben de, Anıl’ın radarından hiçbir şey kaçmıyor zaten. Buraya giren oraya da giriyordur gerçi de, biz de hatırlatalım… FIBA Europe’un kendi çapında gelenekselleştirdiği birtakım ödüller varmış. Benim yeni haberim oldu. Sezonun en iyi oyuncusunu ve en iyi veledini seçiyorlar. Bizim 1992 doğumlu çocuğumuz Enes Kanter’in ikinci ödül için adaylar dahilinde olmaması düşünülemezdi. Tabi Enes turnuvalardan da alışık olduğu gibi, yine kendisinden bir jenerasyon büyük oyuncularla kapışıyor genel olarak. Bu sene bir kamuoyu yaratılır da ödülü alırsa bilemem de, favorilerden biri değil. Yine de büyük bir gurur kaynağı tabi bu adaylık da. Enes’i tanıtırken, bu yaz hem U16 seviyesinde, hem de U18 seviyesinde çılgın attığından dem vurulmuş. Arkasına da eklenmiş: Promoted to senior squad at Euroleague side Fenerbahçe Ülker for the 2008-2009 season. “Bogdan Baba Bizi Bırakma!”


Diğer adaylara bakıyorum: Danilo Gallinari, Kosta Koufos, Omri Casspi ve pek tabi Ricky “If Ashton Kutcher and A Giant Nose Had A Baby” Rubio defalarca izlediğimiz hot prospect gençler. Bendeniz Nikos Pappas, Milan Macvan ve Miroslav Raduljica’yı da izleme fırsatı bulmuştum naçizane. Çeşitli müsabakalarda… Ama işin piri Oktay “The Youth Guru” Akarsu tabi, çok şükür o da aramızda bu gece. Ben girizgah yaptım, o da neticelendirecektir bir ara. Zaten Donatas Motiejunas, Tomas Satoransky ve Mario Delas gibi isimleri Türkiye’de ilk onun kaleminden okuduk.

Gazı da verdikten sonra oy verme işlemini nasıl hayata geçireceğinizi de iliştirelim. Veletler için buradan, abileri için de şuradan devam edebilirsiniz… Ben Rubio-Kanter-Casspi ve Türkoğlu-Pekovic-Gasol gibi bir şeyler yaptım galiba. Çok da iddialı değilim, yanlış kamuoyu oluşturmayalım.

Bu Çocuğa Dikkat!

Evet size bahsedeceğim oyuncu 30.10.1991 doğumlu, 1.96’lık kısa forvet Tomás Satoránský. Aslında ışıltılar daha geçen seneki Avrupa Yıldızlar Şampiyonası’nda gelmeye başlamıştı. Yakaladığı 15 sayı, 12.3 ribaund, 4.7 asistlik istatistik ile turnuvayı hem ribaund, hem de asist kralı olarak tamamlamıştı. Tabi o zamanlar bu blog olmadığı için size bahsetme fırsatını bulamamıştım. Bu yıl da Avrupa Gençler Şampiyonası’nda oynadı ve inanılmaz istatistiklerine devam etti. Ama Çek Cumhuriyeti, Division B’de zayıf takımlarla oynadığı için istatistiklerin yanıltıcı olabileceğini düşünerek yine bahsetmedim. 16.1 sayı, 7.3 ribaund ve 6.4 asist ile bitirerek MVP ödülünü almıştı oysaki.

Çek Cumhuriyeti Milli Takımı’na seçilince Jiri Welsch ile idman yapmak falan onu çok geliştirir diye düşünüyordum. Ama bir baktım istatistiklere, idman falan hak getire, adam takımın önemli parçası haline gelmiş. Adam dedim pardon, çocuk. İngiltere ve İsrail’e karşı mücadele eden oyuncunun istatistikleri: 26 dakika, 9.5 sayı, 3.5 ribaund ve 2.5 asist. 17 yaşında bir çocuk için bu tip yüksek zorluktaki bir organizasyonda bu istatistikler gerçekten müthiş. Çek Cumhuriyeti’ne kademe atlatabilecek potansiyeli var oyuncunun. Çalışmasına devam edip, gelişimini sürdürürse NBA’de kendinden söz ettirecek bir oyuncu olacağını düşünüyorum. Zira Çekler’in şu anki yıldızı olan Welsch, o yaşlarda sakalları çıksın diye günde dört kere tıraş oluyordu tahminen.

U16 European Championship 2008

İtalya’nın Pescara şehrinde 15 Ağustos’ta başlayan Avrupa Yıldız Erkekler Basketbol Şampiyonası 24 Ağustos’ta yapılan maçlar ile sona erdi. Litvanya, Çek Cumhuriyeti’ni 75-33 gibi tarihi bir farkla yenerek şampiyon oldu. Milli takımımız ise Fransa’yı 77-65 yenerek turnuvayı üçüncülük ile kapattı. Litvanya gerçekten tarihin en dominant şampiyonluklarından birini kazandı. Hiç yenilmeyen Litvanya’yı zorlayan bir takım bile çıkmadı. Çek Cumhuriyeti’nin finale kadar çıkması da turnuvanın en büyük sürpizlerinden biriydi. En büyük hayal kırıklığı ise turnuvayı onüçüncü olarak kapatan evsahibi İtalya oldu.

Bu yazımı da geçen günlerde yazmış olduğum U18 yazısı gibi yazacağım. Alınan takımsal başarılardan çok parlayan oyunculardan bahsedeceğim. Turnuvanın MVPsi Litvanya’nın pivotu Jonas Valanciunas oldu. Turnuvanın en iyi beşi ise şöyle:


G: Leo Westermann (Fransa), Dmitry Kulagin (Rusya)

F: Milan Ryska (Çek Cumhuriyeti), Enes Kanter (Türkiye)

C: Jonas Valanciunas (Litvanya)

Bunlar tabi ki turnuvadaki yetkililer tarafından seçilen en iyi beş. Takım başarıları oldukça önemli bir veri olarak kabul edilmiş anlaşılan, yarı finale çıkamayan takımlardan Kulagin hariç hiçbir oyuncu yok çünkü. Benim dikkatimi çeken oyuncuları tanıtmaya başlayayım ben de…


Jonas Valanciunas (2.09, C, Litvanya) – 14.3 sayı, 11.1 ribaund, 2.3 blok

MVP ile başlayalım… Elini kolunu sallayarak şampiyon olan takımın en önemli parçası olarak dikkat çekti. İstatistiklerine bakarak yorum yapmak yanlış olabilir, gerçi istatistikler de fena değil. 10 kişilik rotasyon ile oynayan ve topu paylaşan bir takımda bu istatistikler gerçekten iyi. Savunma ve ribaund olarak çok kuvvetli bir oyuncu. U18 turnuvasında da vatandaşı olan 2.12’lik Donatas Motiejunas MVP olmuştu. İleriki yıllarda Litvanya’nın uzun sıkıntısı çekmeyeceğini söylemek çok da zor değil.


Dmitry Kulagin (1.94, PG, Rusya) – 20.8 sayı, 4.3 ribaund, 1.8 top çalma

Turnuvaya en önemli favorilerden biri olarak gelen Rusya’yı taşıyan oyuncu oldu. Yaşına göre point guard pozisyonu için oldukça fizikli olan Kulagin neredeyse oynadığı tüm oyun kuruculara üstünlük sağladı. Kötü olan yönü ise bir oyun kurucuya göre rezil asist ortalaması: 0.9 asist. Fiziği ve skorerliği ile bütün yetkililerin ilgisini çeken oyuncu, takımı yarı finale çıkmayıp en iyi beşte yer alan tek oyuncu oldu.


Linos-Spyridon Chrysikopoulos
(2.03, SF, Yunanistan) – 14.4 sayı, 7.6 ribaund, 1.5 blok

Yunanistan onikinci olmasına rağmen Chrysikopoulos oldukça dikkat çekti. Pozisyonuna göre müthiş bir fizik ve atletizme sahip oyuncunun oldukça isabetli bir dış şutu da var. Turnuvanın en atletik oyuncularından biri olan Chrysikopoulos’u birine benzetmek gerekirse vatandaşı Fotsis’e benzetebiliriz. Oldukça yetenekli ve potansiyelli bir oyuncu. İleriki yıllarda adını sıkça duymamız oldukça olası görünüyor.


Edmunds Dukulis
(2.01, C, Letonya) – 15.1 sayı, 10.9 ribaund

Garip bir oyuncu. Galiba benim dışımda da kimsenin dikkatini çekmemiş. Fiziği yetersiz gibi görünse de oldukça ilginç özellikleri var oyuncunun. Pivot olmasına rağmen üç sayı tehdidine de sahip. Enes Kanter’i turnuva boyunca en fazla zorlayan oyunculardan biri olması da savunmasının fena olmadığını gösteriyor. 5-6 santimetre uzarsa önemli bir uzun olabilir.


Enes Kanter (2.06, PF, Türkiye) – 22.9 sayı, 16.5 ribaund, 1.5 blok

Monster Enes turnuvanın kesinlikle en iyi ve en potansiyelli oyuncusu. U18 turnuvasının da en iyi beşine seçilmişti zaten. Oynadığı tüm maçlarda double-double yapan Enes, yarı final ve üçüncülük maçlarında da 20-20 yapmayı başardı. İnanılmaz ribaund yeteneği ve oldukça isabetli orta mesafe şutları durdurulmaz hale gelmesine sebep oluyor. Normal şartlarda MVP olması gerekirdi ama gelene geçene 35-40 sayı fark atıp şampiyon olan Litvanya’dan MVP seçilmesi çok da garip değil. Top kayıpları ve asist zaafı dışında hiçbir eksisi gözükmüyor. Bu eksikleri kapatırsa Draft 2011’de ilk 10 içinde seçilmesi hiç de sürpriz olmaz.

U18 European Championship 2008

Yunanistan’ın ev sahipliği yaptığı Avrupa Gençler Şampiyonası dün akşam oynanan final karşılaşması ile sona erdi. Finalde Litvanya’yı 57-50 ile geçen ev sahibi Yunanistan tarihinde ilk defa şampiyonluğa ulaştı. Bu yaş kategorilerinde şampiyonluktan daha önemli olan A takıma oyuncu vermek tabi ki de. Onun için takımları ve aldıkları dereceleri değil dikkat çeken oyuncuları sizlere kısaca anlatmaya çalışacağım…

Turnuvanın MVPsi Litvanya’dan Donatas Motiejunas oldu. Oyuncunun istatistikleri 18.2 sayı, 10.2 ribaund, 1.7 asist, 1.3 top çalma ve 1.8 blok. Turnuvanın en iyi beşi ise şöyle:

G: Nikos Pappas – Yunanistan, Kostas Sloukas -Yunanistan
F: Mario Delas – Hırvatistan, Donatas Motiejunas – Litvanya
C: Enes Kanter – Türkiye

Toni Prostran

Öncelikle en iyi beşe giremeyip benim dikkatimi çeken oyuncudan başlayayım. Hırvatistan’ın point guardı Toni Prostran, geçen yıl yıldızlar turnuvasında mücadele etmiş ve sayı kralı olmuştu. Hırvatistan geçen yılki turnuvada Türkiye’ye toslayıp elenmişti, o maçta da Can Mutaf Prostran’ı denize dökmüştü. Bu yıl tersi oldu gerçi, Hırvatistan’ın Türkiye’yi yendiği maçta Prostran Can Mutaf’ı denize döktü. Oyuncu 17 yaşında olmasına rağmen 16.3 sayı, 3.4 ribaund ve 5.0 asist gibi oldukça iyi istatistikler yaptı. Tabi ki her şey o kadar parlak değil, maç başına 4.6 top kaybı ve 1.83’lük boyu en önemli dezavantajları. Birine benzetmek gerekirse, bir dönem Efes Pilsen’de de oynamış vatandaşı Marko Popovic’e benzetebilirim.

Mario Delas

Hırvatistan takımından devam edelim, sıradaki oyuncumuz Mario Delas… Boyu 2.07 olmasına rağmen SF da oynayabilen oyuncunun oldukça iyi bir orta mesafe şutu ve fena olmayan üç sayısı var. Takımının aldığı üçüncülükte Prostran ile birlikte önemli katkı sağladı. İstatistikleri 18.6 sayı, 9.1 ribaund.

Donatas Motiejunas

Sıradaki oyuncumuz turnuvanın da MVPsi olan Donatas Motiejunas. 2.12’lik boyuna rağmen üç sayı tehdidi de olan bir oyuncu. Blok ve ribaund özelliği de oldukça gelişmiş vaziyette. Pas özelliği de fena olmayan, klasik Litvanya uzunlarından biri. Yaşı da 17, yani seneye de bu yaş grubunda oynayabilecek. NBA potansiyeli olan bir oyuncu olarak gösteriliyor. Yaşının 17 olduğunu düşünürsek 3-4 cm daha uzayabilir. 2.16 boyunda üçlük tehdidi olan, savunması kuvvetli bir uzun… Kulağa hiç de fena gelmiyor hani.

Enes Kanter

Gelelim bizim için en önemli ve tüm otoritelerin de dikkatini çeken oyuncuya. Evet, milli takımımızdan Enes Kanter. 1992 doğumlu oyuncu turnuva boyunca hep kendinden yaş olarak büyük oyuncularla mücadele etti. Ama yaşına rağmen 19.1 sayıyla genelde ikinci, 14.6 ribaund ortalamasıyla da açık ara ribaund kralı oldu. 26 sayı-22 ribaundluk Rusya, 11 sayı-22 ribaundluk İtalya ve 22 sayı-25 ribaund-3 blokluk İsrail maçlarıyla bütün istatistikleri alt üst etti. Çok komple bir oyuncu Enes. Orta mesafe şutu var, ribaund özelliği abartı derecesinde iyi ve pota altında inanılmaz bitirici. 3 sayı da atabiliyor hatta. Turnuvada sadece iki kez üçlük denedi birinde isabet buldu. Dış şuta gerek duymamış anlaşılan, nitekim ben de okul bahçesinde çoluk çocukla oynarken dışarıdan şut atmaktansa üstlerinden vurmayı tercih ediyorum. Aslında sergilediği performansla MVP olması kesin gibiydi. Ama ödül verilirken takım başarısına da bakıldığı için alamadı. Malumunuz dokuzuncu olduk. İşin garibi 2 yaş büyüklerine karşı insanüstü istatistikler sergileyen bu çocuk 10 gün sonra Avrupa Yıldızlar Şampiyonası’nda da mücadele edecek. Rubio’dan sonraki en dominant oyuncu performanslarından birini görmemiz neredeyse kesin gibi. Bu tip turnuvalarda alınan derece hiç önemli değil aslında. 2005 yılında yıldızlarda şampiyon olan takımdan hiçbir oyuncu A milli takım seviyesine gelemeyecek gibi görünüyor. Burada dokuzuncu olmuş olabiliriz ama belki de ileriki yıllarda dünya basketboluna damga vuracak yeni yıldız adayımızı kazandık…