Sarı Tebessüm

[…]

Uzunca bir not:

Sarı tebessüm, Murathan Mungan’ın yazdığı “Şairin Romanı”ndan alınmış hoş bir betimlemedir. Çiçekçilerin, güllere renklerine göre anlam yüklemeleri gibi, insan davranışlarının da bir rengi olmalı yüzlerine yansıyan.


Örneğin, miting alanlarındaki, “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler / Motorları maviliklere süreceğiz” derken devrimcilerin yüzüne yansıyan mavi ile aynı şiiri daha dün İstanbul’da seslendiren Fenerbahçeli taraftarın yüzüne yansıyan mavi aynı olabilir mi?

Şairin dediği gibi renkler de kirleniyor, yüzler de. Metin Lokumcu’ya ait Adli Tıp raporunu hazırlayanların yüzlerine yansıyan bir renk var mıdır örneğin? Renk için ışık gerek. Ruhu ışıksız, izbe kişiliklerin inanıyorum ki ne yüzü olabilir, ne de o yüzlere yansıyacak bir renk.

Yazık!..
Kemal ULUSALER
BirGün, 13 Temmuz 2011

Fenerbahçe 1-1 Beşiktaş


Beşiktaş çok uzun zamandır olmadığı kadar net favori olarak çıkıyordu Şükrü Saraçoğlu Stadı’na. Buna karşılık Christoph Daum ile başlayan dönemden itibaren tecrübe ettiğimiz üzere Fenerbahçe kader maçlarında genellikle başarılı olan, derbileri de yüksek yüzdeyle kaybetmeyen (genellikle kazanan) bir kimliğe bürünmüştü. Bu açıdan bakıldığında Fenerbahçe’nin ligde bu sezon ilk kez taraftarı önüne çıktığı derbiye farklı bir motivasyonla hazırlanıp Avrupa yorgunu Beşiktaş’tan puan ya da puanlar alması muhtemeldi. Bunun için de Daum ile başlayıp Zico, Luis Aragones ve ardından yeniden Daum ile devam eden dönemde derbilerde uygulanan kontrollü futbol anlayışı galibiyetin anahtarıydı. Velhasıl Aykut Kocaman da seleflerinin yolunu izleyen bir diziliş ve oyun anlayışıyla sahaya sürmüştü takımını.


Bernd Schuster dersine iyi çalışmış. İlk 11’e Necip yerine Aurelio, Hilbert/Holosko yerine ise Nihat’ı monte ederek, Guus Hiddink ile benzer şekilde üst düzey futbol oynamış ve derbi baskısını kaldırabilecek tecrübeli oyuncuları tercih etmiş. Bunların yanında üzerlerine baskı yapıldığı taktirde topları oyuna gelişigüzel sokan ve genellikle bu topları kaybeden Lugano/Bilica ikilisi üzerine baskı yapmak için de Bobo yerine Nobre’yi oyuna sürmüş. Bu plan doğrultusunda maç sonunda sahanın en çok mesafe kat eden oyuncusu Nobre idi. Nihayetinde oyun tam da Schuster’in istediği şekilde başladı.

Fenerbahçe savunması, Beşiktaş oyuncularının yer yer iki hatta üç kişiyle baskı yaparak pasla çıkışa izin vermediği bölümde topları Emre ve Alex ile buluşturamadı, ya uzun oynayıp kaybettiler ya da kaptırdılar. Beşiktaş önce İsmail’in kapıp taşıdığı pozisyonda ofsayttaki Quaresma’nın direkte patlayan vuruşuyla, ardından Guti’nin ara pasında Nobre’nin Volkan ile çarpışıp Volkan’ı sakatladığı pozisyonlarda gole yaklaştı. Beşiktaş adına işler iyi giderken Nihat, üst üste iki basit pozisyonda yaptığı pas hatalarıyla Fenerbahçe’nin nefes almasına fırsat vererek Beşiktaş’ın momentumu kaybetmesine sebep oldu. Ekrem’in sakatlanmasıyla Beşiktaş 10 kişi oynamaya başlayıp önde baskı yapamayınca Fenerbahçe rahat top çevirip yüklenmeye, beklerini çıkartmaya başladı. Ekrem’in oyuna dönmesine rağmen rüzgarı arkasına alan Fenerbahçe, yarattığı ilk tehlikede Santos’un ortasında Hakan’ın elinden kaçırdığı topta Niang ile golü buldu.

Nihat’ın kaybettiği toplar ile dengelenen, Ekrem’in sakatlığından doğan boşlukta Fenerbahçe yönüne kayan oyun dominasyonu golün ardından tamamen Fenerbahçe’ye geçti. Beşiktaş’ta savunma dengesi, Ekrem’in sakatlığı sonrası yerine hayatında belki de ilk kez sağ bek oynayan Üzülmez girince, bir de Hakan’ın sakatlanıp yerini Cenk’e bırakmasıyla tamamen bozuldu. Konsantrasyonu dağılan Beşiktaş oyuncuları top kaybetmeye, kaybettikleri toplara bilinçli baskı yapamamaya başladılar. Aurelio savunmanın içine gömüldü, orta alanda Emre ve Alex rahat top kullanmaya başladılar. Hal böyle olunca Gönül, Niang, Dia ve en nihayetinde Alex net pozisyonlar buldular fakat değerlendiremediler. İlk yarının bitiş düdüğü birkaç dakika daha gecikse Beşiktaş’ın ikinci golü kalesinde görmesi işten bile değildi -ki bu gol Fenerbahçe için galibiyetten öte farkın müjdecisi olacaktı.

İkinci yarı başlarken tek değişiklik hakkı kalan Schuster’in sahaya sürdüğü sistemi revize etmekten başka şansı yoktu. Buna karşılık Kocaman’ın iyi giden maçta takımın 20. dakika sonrası oyunu hakimiyet altına alan orta sahasını sakatlanan Emre yerine Özer’i oyuna alarak bozması, bütün dengeleri Beşiktaş yönünde değiştirdi. Özer sağ kanada, Mehmet ise Emre’nin yerine ortaya geçti. Selçuk/Mehmet ikilisi Ernst/Aurelio destekli Guti karşısında yeterli baskıyı kuramadı. Beşiktaş orta sahası Fenerbahçe’nin göbeğini iyice geriye itip orta sahaya kadar çıkan savunmasının da katılımıyla rahat top çevirmeye başlayınca Quaresma solda etkinliğini arttırdı.


Beşiktaş soldan Quaresma’nın bireysel çabaları ve İsmail’in bindirmeleriyle pozisyon kovaladı fakat bu ataklar geriye yaslanan sistemde yıldızlaşan Bilica/Lugano ikilisi ve iyice içeri gömülen Fenerbahçe orta sahasının etkin savunmasıyla karşılanarak etkisiz hale getirildi. Nobre’nin kalabalık savunma arasında kaybolması, Nihat’ın fayda sağlamaktan çok zarar vermesi üzerine kalan tek oyuncu değişikliği hakkını Aurelio yerine Bobo’yu oyuna alarak kullanan Schuster 4-4-2’ye döndü. Bobo’yu önde, Nobre’yi biraz daha arkasında konumlandırıp soldan Quaresma sağdan Nihat ortadan da Guti’nin paslarıyla sonuca gitmeye çalıştı. Kocaman bu hamleye Aurelio’nun çıkmasıyla Ernst’in sırtına binen Beşiktaş orta sahasına üstünlük kurmak amacıyla Alex yerine Baroni’yi alarak cevap verdi. Son düzlüğe girilirken maç boyu kayıpları oynayan Nihat, yalancı koşusuyla Fenerbahçe savunmasının dengesini bozdu, Guti’nin pasıyla topla buluşan Bobo, Volkan tarafından indirildi. Sonrası maç bitene kadar orta saha mücadelesi.

İlk yarıda art arda gelen sakatlıklar, dağılan konsantrasyon ve değişen yapıyla savunma dengesinin bozulduğu dönem göz ardı edilirse Beşiktaş’ın Schuster’in kafasındaki sistemle oynadığı dönemde Fenerbahçe’ye verdiği sadece iki pozisyon var. Beşiktaş adına üst düzey bir takım ve Gönül, Dia, Niang gibi güçlü sprinti olan oyunculara karşı verilmiş başarılı bir sınav olarak kayda geçer.


Schuster yönetiminde duran toptan atılan gol sayısı şimdiden geçmiş sezonlarda ulaşılan sayıları aşmış olabilir. Nobre sadece duran toplardan bulduğu gollerle ligde, geçen seneki gol sayısını üçe katladı. Beşiktaş’ın ikinci yarı girdiği bütün net pozisyonlar bilinçli duran top organizasyonları ile geldiler. Toraman’ın ikinci yarının hemen başında kale önünde vuramadığı kafa, Quaresma’nın art arda ceza yayı üzerinden kornerlere vurduğu voleler belli ki çalışılan pozisyonlardı.

Beşiktaş, ilk dört haftada İzmir Atatürk, Karabük Dr. Necmettin Şeyhoğlu ve iki İnönü zemininin ardından ilk defa ligin 5. haftasında düzgün bir zeminde futbol oynama şansı yakaladı. Guti’nin bu kadar ön plana çıkması ve %60 topla oynama istatistiği gelecek haftalarda düzelecek İnönü zemini ile daha bir umutla bakmayı sağlıyor.

Deplasmanda, kalecinin hediye golü ve sakatlıklar sebebiyle bozulan oyun planına rağmen alınan 1 puan Beşiktaş için kar hanesine yazılır.

Şükür’ün ‘Evet’i, Karimi’nin ‘Hayır’ı

Referanduma sayılı günler kala Başbakan Erdoğan’ın yarattığı ‘bertaraf olma iklimi’nde ‘evet’ cephesi nihayet Hakan Şükür’ü de kazandı! İktidarın isteğine ‘hayır’ demenin ‘bertaraf edilme’ (yok edilmek) olacağının açık seçik dile getirildiği ‘Türk tipi demokrasi’de ‘evet’çiliğini korkmadan deklare etti Şükür!
Tersinden bir örnek İran’da yaşandı. Persler’in Maradonası lakaplı İranlı futbolcu Ali Karimi, önce muhalefetin rengi olan ‘yeşil’ bileklik taktı diye milli takımdan, sonra oruç tutmadığı ve disiplinsiz davrandığı gerekçesiyle oynadığı Steel Azin’den kovuldu. İran ölçülerinde ‘Hayır’ dediği için Karimi’nin başına daha neler gelecek kimbilir?
Böylesi iklimlerde muktedirden yana bu kadar açık tavır koymanın ahlaki veçhesi bir yana ben Şükür’ün ‘evet’ini gerekçelendirirken kullandığı dile takıldım.
“Türkiye’ye uzun zaman hizmet etmiş biriyim. Partiler üstü bir düşünceyle ‘evet’ oyu kullanacağım” demiş Hakan Şükür. Bu, ‘Türkiye’ye hizmet’ meselesi çok ilginçtir. Sabah uyandığımızda kapımızın önündeki çöpü toplayan insan da bize ve dolayısıyla ülkeye hizmet eder, ama bunu söylemek aklına bile gelmez. Öğretmenin, doktorun, işçinin, bir annenin vs. hizmeti de bu anlamda ‘dilsizdir.’ Sanırsınız ki, Hakan Şükür ‘hizmetleri’ni Darülaceze yararına yaptı. Ülkenin nimetlerinden dibine kadar yaralananlar ortaya “Hizmet ettik” diye çıkıyorlarsa orada samimiyetle ilgili şüphelenilecek mutlaka bir şeyler vardır.
Hepimiz birbirimize hizmet ediyoruz. Garson bana, ben gazete yaparak garsona, çöpü toplayan çöpçü bakterilerin gezegeni ele geçirmesine engel olarak doktora, doktor hastalanan çöpçüye…
“Dil, varoluşun evidir” der Martin Heidegger. Onu nasıl kullandığımız kim olduğumuzu, şu hayatta nerede durup kimden yana tavır aldığımızı da gösterir.
Başkalarını bilmem, o duymuyor olsa bile ben Ali Karimi’den yanayım.

Schuster de Öğrenecek Nereye Geldiğini!
Belki biri Bernd Schuster’in kulağına bu topraklarda tarih diye çocuklara sürekli ‘savaş’ anlatıldığını ve o ‘savaş tarihi’nin de Kanuni Süleyman’ın son Viyana kuşatmasının ardından hep ‘müdafaa yaparak’ geçirildiğini fısıldasa, o da Belediye maçında nelerle karşılaşacağına dair belki bir fikir edinmiş olurdu.
Evet, her ülkenin kendine ait yanılsamaları, kendine ait bir ruhu vardır ve bu elbette futbola da yansıyacaktır. Ülkedeki ‘yerli hocalar’ erken kovulmamak için az kaybetmek gerektiğini bildiklerinden futbolcularına da haklı olarak ilk önce yenilmemeleri gerektiğini öğütlüyorlar. Oyun planları bunun üzerine kuruluyor.
Kendi ceza sahası önü ile orta saha çizgisi arasına kümelenmiş memleket takımı ilk 15-20 dakika gol yemezse maçı kazanmak isteyen rakibinin o alana daha fazla oyuncu sokması sayesinde maçı kilitlemeyi başarıyor. Tıpkı Abdullah Avcı’nın İnönü’de yaptığı gibi. Bu tuzağa defalarca düşmüş Beşiktaş, bir kez de Schuster’le düştü. Sağlık olsun! Futbol, kazanmaktan çok kaybettiğinde öğretir.
Abdullah Avcı’nın bu becerikli tuzağının hakkını vermekle birlikte düşünülmesi gereken futbol izleyicilerinin neden bu tip takımlara ilgi göstermedikleridir. Yaratıcılığı, hiçbir ilerici vasfı olmayan bu takımlara kimse ilgi göstermez. Çünkü bu takımlar heyecan verici, arzu uyandırıcı değildirler. “Yenilme, nasılsa kazanacak bir iki kontra top bulursun” anlayışıyla oynatılan bu takımlardan dişe dokunur futbolcu da yetişmez.
Schuster de çoğu yabancı hocanın bir süre sonra anladığı gibi nasıl bir ülkeye geldiğini anlayacaktır elbette. Frank Rijkaard’ın hızla darmadağın olan ruh halini izlemesi yeterli…
O da anlayacaktır bu muhafazakâr futbol tarzı nedeniyle yerine bir türlü yeni oyuncu yetiştirilemediği için memleketin dönüp dolaşıp Marco Aurelio’nun kapısını neden çaldığını. Anlayacaktır Avrupa için vasat bir orta saha oyuncusunun bu ligdeki anlamını.

Bu Kez Futbolun Vicdanı Kazandı
Hepimiz gördük Volkan Şen’in topu eliyle aldığı andaki halini. Kalbini kırdığı sevgilisinden samimiyet ve pişmanlıkla özür dileyen bir ifade vardı yüzünde… Hepimiz gibi hakem Abdullah Yılmaz da gördü bunu. Çift sarı karttan Volkan’ı atsa belki maçın gidişatı değişecek, belki değişmeyecekti, bilinmez. Ama o hakem bize futbolun sadece kurallar olmadığını, hepimize çok şey öğreterek hayatımızı zenginleştiren bu oyunun bir ruhu da olduğunu, bazen o ruh için kuralların göz ardı edilebileceğini, hatta kuralın tam da böyle işletildiğinde ‘gerçek kural’ olabileceğini gösterdi.
Abdullah Yılmaz, kısacık anda verdiği kararla bize dedi ki; “Akılla vicdan aynı şeydir. Sarı kart kurala uygundu ama vicdana uymazdı. Futbol insan oyunudur ve insan gibi onun da vicdanı olmalıdır. Yoksa, ne oynanacak ne izlenecek bir şey vardır ortada…”

Çıkar Martıya Kırmızı Kartı!
Her şeyden önce futbol eğlencedir, mizahtır. Avni Aker’deki martı inatla sahada kalmak istediğinde hakem Bünyamin Gezer bir hınzırlık yapıp ona çekseydi ‘kırmızı kart’ı, dünyadaki bütün spor kanallarına haber olurdu. Ve dünyanın dört bir yanında “Türkiye’de mizah sahibi hakemler var” dedirtebilirdi. Aklına gelmedi demek. Bu kadar somurtmaya, dünyanın en ciddi işini yapıyormuşuz gibi davranmaya gerek var mı? Formül basit; “Biraz mizah + Biraz sevgi = Biraz neşe.”

Cem DİZDAR
Milliyet, 26 Ağustos 2010

KALDI MI İKİ?


Aylardır kalitesiz bir takımı izlerken kaliteli vakit geçirmemi sağlayan, uğruna maç zerre kadar umrumda olmasa da hiç satılmayacak şeyleri satıp İnönü yollarına düşürebilen bir muhabbet yaratan tüm kombine tayfasına şükranlar. Çıtır’daki “Santraya Doğru” programları, İtalyan’ın her müdahalesinde yankılanan motor sesi, gol sonrası koltukta buluşma yahut ağır takılıp her tokalaşma kombinasyonunu deneme gibi ritüeller eksikliğini hissettirecek mutlaka.

Bir de bunlar var… İleride bakar, tekrar güleriz diye koyuyorum.

– INCE-MAN!
– Atkı payı…
– Localarda ışıksızım.
– Bizim takım benim, biricik sevgilim.
– La Liga!
– Yol boş, top çıkar!
– Üç kişi kalmış canavar.
– Bobo’nun deplase olması lazım.
– Ay, ayol, Pau Gasol, Pau Gasol!
– Hoca şu herifi çıkar, oraya beton dök daha iyi!
– Demirören köfte düğmesine bastı.
– Takım kötü oynayınca Atatürk kaşlarını çatıyor, biliyorsunuz.
– Sir ayağa kalktı.
– Çeşmeli ayağa kalktı.
– Mert “Tamirci Çırağı” Nobre, Mert “Komando” Nobre, Mert “Mehmetçik” Nobre…
– Rüştü! Rüştü! Rüştü!
– Alo Anıl Oto mu? İki Land Rover, bir ayran.
– Don’t you want somebody to love?
– Atınç beni denizlere…
– Mahmut Özgener benim dayım sayılır. Benim dayım orospu çocuğu mu yani?

Bu da takımın bu taraftara verdiği tek hediye sonrası gelen bir fotoğraf…


Not: Başlık, fotoğraflar falan hepsi Şaban Işık’tan. Repliklerin önemli bir kısmı da ondan haliyle, tanıyan bilir.

Akdeniz İnsanı Böyledir Abi!


Unicaja Malaga-Regal Barcelona maçı hafta sonunun ACB programında en seyre değer parçaydı. Genelde ACB bu büyük maçları cumartesi gecesine koyar, geri kalan maçların büyük bir bölümü ise pazar öğle saatlerinde oynanır. Maçlarının saatlerini bir gelenek haline getirebilmiş liglere hep imrenerek bakmışımdır. Memlekette dış faktörlerden en az etkilenen, en büyük endüstri halini almış spor dalı olan futbol bile bu konuda oldukça kararsız bildiğiniz gibi. Bu yıl ilk kez kombine kart olayına giriştiğim için daha da yakından görür oldum. Pek bir kurala göre hareket ediyor gibi değil federasyon. Bu sene ilk kez pazartesi günü de programın içine sokulur gibi olmuştu, bunu Fatih Terim’in istediğini duymuştum kendi ağzından. Herhalde Terim gidince bu uygulamaya da son vermişler. Bir tarafta gelenekten bahsediyoruz, diğer tarafta ülkenin milli takım hocasının isteklerine göre değişebilen bir şey var… Saat olayına hiç girmiyorum zaten.

Bunları tekrar duymaya ihtiyacınız yoktu belki ama bunu duymalısınız: Perşembe gecesi Euroleague’de grubun liderlik maçı için Montepaschi Siena karşısına çıkan Barça, bu maçın üzerinden 48 saat geçmeden ligin önemli deplasmanlarından olan Malaga deplasmanında ter döktü. Bu da oldu… Euroleague maçının da deplasmanda olduğunu belirtmeliyim. Üstelik Siena’da hava alanı olmadığından zorlu bir seyahat anlamına geliyormuş sanırım bu deplasman. Bu konuda Yiğiter Uluğ’un yalancısıyım. TRT’deki Süper Basket programında da konuşuldu uzun uzadıya, ben de cumartesi gecesi maçı izlerken takdir etmiştim. Buraya da yazalım. Demek ki neymiş? Barcelona gibi çok büyük bir kulüp bile kendi değerini, ancak ve ancak ligin marka değerini yükselterek yukarıya çekebileceğinin farkında. Ligin değerini yükseltmek, o ligi oluşturan unsurların kendi bireysel amaçlarından yukarıda tanımladıkları bir üst amaç. ACB de işte bu ortak bilinç sayesinde bugün Avrupa’nın açık ara en iyi ligi. Basketbolun belki de Euroleague’in bile önüne geçmiş, dünya üzerindeki 2 numaralı organizasyonu. Başlıktaki yalan da Türk insanının yarattığı birkaç büyük yalandan biridir. Tüm kabahatlerinin günahını toprağının üzerine bu kadar rahat atabilen bir ulus…


Türkiye’de bu tabloyu herhangi bir spor dalında ne zaman görebiliriz? Efes Pilsen perşembe günü oynadıktan sonra, ona hiçbir güç cumartesi günü maç oynatamaz. Oynatsa Ergin Ataman basın toplantısı düzenleyip, ‘önümüzü kesmek istiyorlar’ konulu bir açıklama sunar mesela… Örnek veriyorum sadece, diğer kulüplerde de farklı bir tepki olmaz kesinlikle. Daha geçen ay Mustafa Denizli’nin açıklamalarını koymuştum buraya Wolfsburg maçı öncesindeki. Salı günü maç oynayacaklarmış da, cuma günü uygunken neden cumartesi oynatılmışlar. Oysa ki rakipleri Wolfsburg cumartesi erken saatlerde oynamış maçını… Bu maç Türkiye’nin maçıymış. Sevgili Denizli, Bundesliga bugünkü gibi dünya çapında izleyici bulan bir lig olabildiyse bunu o stabil maç takvimlerine borçlular her şeyden önce. Orada yıllardan beri her cumartesi 15:30-17:15 taksilerde radyolar açılır, maçlar dinlenir. Senin ülkenin bir futbol kültürü yaratması için, Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde alacağı tesadüfi bir Wolfsburg galibiyetinden önce bunları düzeltmesi gerektiğinin farkında olmalı senin gibi spor adamları. Ve her şey gözümüzün önünde olurken, bu başarılı organizasyonlar televizyonlarımızda da yayınlanırken, devekuşu kafasını ne zaman çıkaracak topraktan?

More News from Nowhere #8 – En Son Yürekler Ölür


Başlayalım bakalım. Fenerbahçe’nin İnönü’yü ziyaret edeceği bir cumartesi gecesi daha. O cumartesiler için şarkı yazıldığı dönemler çok uzak değil, ama son yıllarda istikrarlı olarak Fenerbahçe’nin gelip kazanıp geri dönmesi -evet, bu sıralamayla gelişiyor her defasında- o şarkıların dillendirilmesi noktasında bir çekingenlik yaratıyor ister istemez. İsmail Köybaşı’nın yerine müzmin sol bekimiz yine takımı felç bırakacak, forvette muhtemelen Mert Nobre’nin öz benliğiyle savaşımı yepyeni bir epizotla karşımızda olacak… Tablo nereden bakarsan bak çok güzel şeyler vadetmiyor ve yıllar sonra İnönü’de kritik bir Fenerbahçe galibiyetinin bizim uğursuzluğu dillerden düşmeyen kombine tayfasına denk geleceğine de pek ihtimal veremiyorum. Dün tam maçı düşünürken otobüste yanıma oturan kızın kitabının kapağına baktım ve “En Son Yürekler Ölür” yazıyordu. Mantarlığını daha önce birkaç arkadaşa teyit ettirdiğim Canan Tan adlı hanımefendinin bir eseriymiş, yine de bir işaret olarak algıladım ve etrafa negatif elektrik yaymadan, öldürücü Yusuf-Tello-Ekrem-Nobre hücum hattından gol ya da goller bekleyeceğime dair kendime söz verdim. Kısmet… Rüştü Reçber’i de çok özlemiştik, o da bambaşka olacak.

Dün akşamki Efes Pilsen-Galatasaray Cafe Crown maçına gitmeyi planlıyordum ne zamandır. Sonra hesapta olmayan bir bilgisayar problemi Cevizlibağ’a kadar götürdü, ben de gidip evde izledim. İlk yarı sonrası oksijen ihtiyacından kendimi dışarı atmak durumunda kaldım, bu maçı son dakikaya kadar izleyebileni takdir ederim. Ergin Ataman bile deli gibi baymıştı, yine de böyle galibiyetler takımın yerlerdeki oyun kalitesini görmeye engel değil. Ataman da bunun sıkıntısını yaşıyor belli ki. Entente Orleanaise karşısında alınacak bir mağlubiyeti, teknik kadro değişikliği izlemeli artık… Bogdan Tanjevic’i alt etmek böyle büyük bir kredi yaratmamalı. Tanjevic kalırsa, Efes Pilsen bu sezon sonundaki final serisinde de kazanan taraf olabilir. Fakat bu, Efes Pilsen markasının iki sene üst üste gruptan çıkamayarak kaybedeceği saygınlığı kompanse edebilecek bir başarı olur mu?
Mozilla Firefox da sorun çıkardı bilgisayarda, Google Chrome güzel browser ama hiç rahat hissedemiyorum. Kısa keseceğim galiba…

Artık maç nasıl baymışsa eve dönecek dirayeti bulabildiğimde saat 4:30 gibi bir şeydi. Uyumak istemedim, çünkü SporMax kameramanının da ilgi odağı olan Darius Washington’ın nişanlısı rüyama konuk olabilirdi. “How I Met Your Mother” izleyenler hatırlayacaktır, ikinci sezonda bir bölümde ‘crazy eyes’ muhabbeti geçmişti. Birisinin Washington’ı da bu konuda uyarması lazım bir an önce, ben böylesini görmemiştim… Maçın ikinci yarısına da sabah biraz göz gezdirdim de Bootsy Thornton şu sıralar büyük oynuyor ama şanssız bir şekilde Euroleague ara verdi tam adamımız havasını bulduğunda…

Neyse ne diyorduk, gece döndüğümde son çeyreğine yetişebildim Celtics-Magic maçının. Kevin Garnett’in kendini motive etmek için kafasına attığı şaplaklar biraz keyfimi yerine getirse de, beklediğim düzeyin çok altındaydı basketbol seviyesi. Hidayet Türkoğlu’nun gidişinden sonra Dwight Howard’ı besleme noktasında sıkıntı çekmesi bekleniyordu Magic kısalarının. Hakikaten de şu ana kadar öyle bir görüntü var, fantezi takımıma franchise player yaptım da elemanı oradan anlayabiliyorum. Faul problemine girmediği maçlarda da çok az şut kullanıyor Howard. Dün sadece 4 şut kullanmış ki Vince Carter’ın 29 şut kullandığı bir ortam söz konusu olan… Formunu hiç bulamamış bir Hidayet, bu olumsuzluğa rağmen her maç pota altındaki arkadaşının ağzına 1-2 tane ‘al da at’ dercesine pas atıyor. İçimdeki Mehmet Ayan…

Diğer maçlar için de yeni bir sayfa açayım, hatta browser konusundaki tutuculuğum da sürecek gibi, bir kez daha deneyeyim ben şunu..

More News from Nowhere #7


NBA sezonunun açılmasıyla o özlediğimiz rutinin içerisine girdik yeniden. Biraz da karşı koyamadığımız bir yaşam biçimine kendimizi bırakıvermek şeklinde gerçekleşiyor artık bu süreç sanırım. O yüzden ‘özlemek’ de doğru fiil olmayabilir… Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek her şeyi daha da kolaylaştırıyor.

İlk haftalar heyecanın tavan yaptığı dönemlerdir. Takımların yeni transferleri ciddi bir maçta görücüye çıkar, zihnini yeni oyuncu-forma kombinasyonlarına adapte etmeye çalışırsın. NBA TV “Premiere Week” kapsamında gecede iki maç yayınlayarak bu heyecanı kamçılar, hatta “League Pass” fasilitesi de bir süreliğine bedava olarak sunulur basketbolsevere. Fantezi oyunlarda rekabet başlar, ilk haftaya bir başka bilenirsin insan doğası gereği. FA takibinin en yoğun olduğu dönemlerdir, seçtiğin oyuncuya güvenmekle ‘geliyorum’ diye bas bas bağıran yeniyetmeyi seçme arasında dilemmalar yaşarsın. Hayatındaki en büyük karar odur o an için: James Johnson’ı beklemeye değer mi, değmez mi? Aman sabahlar olmasın…


Yine de ancak maçları izlemek için zaman yaratabiliyorum günlük sorumlulukların yanında… Biraz da mevsimlik blog havasındayız bu sebepten, farkındayım ama yapacak pek bir şey de yok.

Beşiktaş-Ankaragücü maçından çıkıp çılgın bir Halloween partisine gittiğim için Knicks-Sixers maçını kaçırmıştım. (Yok, hayatımda böyle derin çelişkilere yer yok.) İnönü’de ilk kez işe yarar sol kanat bindirmeleri görebildiğim için, yürek testi kıvamındaki bu maça gitme kararımdan pişmanlık duymuyorum. İlk onbirde İsmail Köybaşı’nı gördüğümüzde bunu ister istemez, salı günü 19 numara ile bir kez daha test edileceğimize yormuştuk. Fakat bu maçtan sonra sağlıklı bir İsmail’i yanında oturtabileceğine ihtimal vermiyorum Mustafa Denizli’nin. Maç boyunca çok da darbe aldı, ama oynayabilecek durumda olacağını umuyorum aslan parçasının. Denizli de maç sonunda yakın tarihten bir Sinan Engin açıklamasını yeniden yorumlayarak, maçın cumartesi akşamı oynanması üzerinden federasyona giydirmiş. Wolfsburg’un maçını Beşiktaş’tan üç buçuk saat önce oynamış olması bile argüman olarak kullanılmış Denizli tarafından. “Bu maç Beşiktaş’ın maçı değil, Türkiye’nin maçı” söylemi de kulağa çok ucuz gelmiyor mu?


Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Nihat Kahveci ve Rodrigo Tello’nun durumları da belirsizmiş Wolfsburg maçı için. Tello’nun geçen sene ortaya koyduklarını görmezden gelemem, her ne kadar şu anda üstlendiği görev için gerekli spesifikasyonları sağlamadığı aşikar olsa da. Fakat şu dörtlüden ancak İbrahim olanının durumu canımı sıkıyor şu anda… Matias Delgado’yu özlemeyen var mı? Hakan Arıkan’ın kaleyi koruduğu, İsmail’in soldan bindirip Bobo’yu pozisyona soktuğu ve topların da Delgado’da buluştuğu bir takımı hayal ediyoruz ne zamandır bizim Yeni Açık Üst tayfası olarak. Ama Mert Nobre yine oyundan çıkışlarında büyük alkış topluyor, gördüğümüz manzara bu. Neyse ki “Yeter Yıldırım Demirören” ritüeli bir şekilde sürdürülüyor, birçok çarpıklık barındırsa da…

Bu arada Beko Basketbol Ligi’ni izlemek istiyorum, bugün çok da kararlıydım ama olmuyor ne yazık ki. SporMax-SkyTürk ikilisinde ses kısmadan ancak Caner Eler’in yorumladığı maçları dinleyebiliyorum, onların sayısı da oldukça sınırlı. Hele bir Mehmet Ayan komedisi var ki uzun zamandır şahit olduğumuz… Sunumu sırasında kullandığı akıllara zarar tabirlerden bahsedip kendisini rencide etmek de istemem, burayı okumayacak olsa da. Belli ki bir şekilde, yukarıdan gelen bir emirle yapıyor bu işi ve sorunun kaynağının o olmadığı ortada. Fakat artık kendi ülkemin basketbolunu izlemek için kulaklık takmak çok yorucu geliyor. Açıyorum TRT’yi, eğer kanal lütfedip de maçı yayınlamaya karar verdiyse babalar anlatıyorlar da, yorumluyorlar da gayet güzel bir şekilde. Murat Murathanoğlu’nun ACB’de tuttuğu bir takım yok anladığım kadarıyla, zaten İspanyol basketbolcusunu pek sevmez, daha da iyi oluyor bu durum bizim için haliyle. Yiğiter Uluğ’un da uzmanlık alanlarından biri İspanya basketbolu, heralde Türkiye’de ondan daha yetkin bir isim bulmak mümkün olmazdı bu görev için. Tebrik ediyoruz… Bugün de Murathanoğlu’nun Carlos Jimenez için seçtiği “İspanya milli takımında Felipe Reyes’ten önceki Felipe Reyes” tanımını çevirmek için iyi bir uğraş verdi.


Unicaja Malaga’dan da bahsedelim. Beşinci maçlarından da yenik ayrıldılar yerel ligde. Bu sezonki kadro gerçekten çok yetersiz. Sezon öncesinde kaybedilen oyuncular sonrası yapılan olumsuz yorumlar üzerine, transfer seçimlerini beklemeden çok erken konuşmamak gerektiğini söylemiştim birkaç yerde. Ama bazı isimler beni de sadece hayal kırıklığına itti gerçekten. İki sezon önce Kızılyıldız eşleşmesinde Sinan Güler’in façasını aldığı Omar Cook’u, Unicaja’nın ilk beş oyun kurucusu olarak görmeyi düşünemezdim heralde. Yedeği Pooh Jeter da Anadolu kulübünde gol krallığına oynayacak bir guard, büyük takımda iş yapması mümkün değil… Açıkçası Aíto Reneses’in de elinin bulunduğu bu çapta bir organizasyondan beklenmedik tercihler. Joel Freeland’in iyi bir seçim olduğundan bahsetmiştim. İsmi çok tanıdık gelmeyen bu tarz oyuncuları çekip çıkarabilen bir kulüptür Unicaja Malaga. Freeland de onlardan biri olacakmış gibi görünüyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan gelen Archibald-Freeland ikilisi gayet iyi bir ikili… Taquan Dean de yakışıklı bir çocuğa benziyor, iyi bir skorer olabilir Euroleague seviyesinde. Ama geçen seneye göre büyük bir düşüş yaşadıklarını yadsıyamayız kadro kalitesinde. Giorgos Printezis de bugün kötü bir sakatlık yaşadı, hafta arasında Efes Pilsen karşısında oynayabileceğini sanmıyorum.

Bu şartlar altında geçen hafta Olympiakos deplasmanında farklı kazanan Malaga’ya rakip olabilecek mi Efes Pilsen? Cevap vermek kolay değil… Efes Pilsen bildiğiniz gibi. Partizan maçında salondaydım da Genel Başkan olmasa, o maçı da verip gruptan çıkmayı riske atacak gibiydi takım. Rotasyonda büyük değişimler olmamasına ve takım erken toplanmasına rağmen birbirinden habersiz bir oyuncu grubu var sahada. Igor Rakocevic’ten kesinlikle verim alınamıyor, bu konuya özel bir yazı yazmayı planlıyorum yakında. Ama rakibin bugünkü kötü görüntüsü sonrası ümitli olmadığımı söyleyemem.


Yenildikleri takım da ‘hoca değil etüt abisi’ denilen türden bir adamın, Joan Plaza’nın yönetiminde bir takım. Bugün kazanırlarken de takımın iyilerinden eski Beşiktaş oyuncusu Tyrone Ellis sadece ilk çeyrekte etkiliydi mesela. Geçen sezon Euroleague’de izlediğimiz, beğendiğimiz Earl Calloway tanınmayacak durumdaydı. Domen Lorbek’i istatistik kağıdında görünce hatırladım mesela, ne ara girdi çıktı anlamadım. Xavi Rey’i çok kötü durumda bulmadım, sevindim. Ama o da beklenilen adımı atamayan isimlerden, artık Cajasol kadrosunda gözümüzü bugün oynamayan Tomas Satoransky gibilerine çevirmemiz lazım. Oktay elemanla ilgili bir yazı da yazmıştı şurada. Tariq Kirksay kadrodaki bir diğer beynelmilel oyuncu da ben hiç hazzetmem kendisinden… Maurice Ager hala kadrodaysa takım için önemli bir parça, bugün sahada yoktu ve durumunu da araştıracak değilim.

Yine NBA konuşamadık. Bir dahaki yazı öncesinde taslak falan hazırlayacağım, söz veriyorum.

Futbolun Eski Tadı Yok

Ölen bir dostun ardından yazmak beni hep rahatsız eder. Pişmanlık, suçluluk duyarım. “Neden yaşarken daha fazla birlikte olamadım ki” diye yazıklanırım. Ayrıca, yazılan yazıyı herkes okur ama artık sonsuz huzur evrenine göçmüş dost okuyamaz. Nafile…
Vedat Okyar bir deplasman otelinde, bir stat kapısında, bir tribün sırasında karşınıza çıkan bir yaşama meleğiydi. Paraya, mevkiye, otoriteye değil hayata düşkündü. Hayatı sevdi, yaşamaktan zevk aldı. Her yüzüne baktığı insana da yaşama zevki verdi.
Biz yalıtılmış, sakınılmış, zevklere ve akıldışılıklara kapatılmış hayatlarımızda ister 1000 yıl yaşayalım, yine de Vedat Okyar’ın ömrünü geçemeyiz. Takvim yılına vursak onun hayattan aldığı ömrü kimse geçemez. “Her ölüm erken ölümdür” derler ya, Vedat Okyar 200 yaşında bu dünyadan ayrılsaydı yine de erken gitmiş olacaktı.

* * *

Sevdiğiniz, hayatı paylaştığınız birinin ölümü sizin de hayatınızdan bir parça götürüyor. Vedat Kaptan’ın ölümü benim 14 yaşımla 22 yaşım arasındaki Beşiktaşlılığımı alıp götürdü sonsuza… Ben şimdi kime anlatacağım, o şampiyonluk görmediğimiz yıllarda tribünlerden Vedat Okyar ve arkadaşlarına sevgiyle baktığımızı… En çalkantılı günlerimizde aklımızın onlarda kaldığını… Kâh radyoda yarım yamalak dinlenmiş bir maçta, kâh bir kahvenin önünden geçerken sorulmuş “Takım ne yaptı bugün” sorusunda, o siyah beyaz formalı mağrur gençlerle kader birliği yaptığımı… Ben kiminle paylaşacağım 1975 Kupa Finali’nin bana nasıl bir asır gibi geldiğini…
Vedat Okyar iyi değil, eşsiz bir futbolcuydu. Arkasında adı yazılı olmasa da ‘4’ numaralı formaya büyük itibar ve zarafet kazandırdı. ‘Oyunu arkadan kurmak’ onunla başlamıştır. O kalkık omuzlarıyla topu alır, çimleri yoluk zeminde kıvrak hareketlerle topa dans ettirir ve biz tribünde coşardık.
Futboldan zevk alarak, bu oyunu severek oynardı. Biz de futbolu sevmeyi onun gibi aşk adamlarından öğrendik. Topla arasına, transfer hesapları, sözleşme hükümleri, prim talepleri falan girmedi. “Babam zaten yöneticiydi, hiç para konuşmadım ben kulüple” derdi.
Kullandığı 43 penaltıdan 42’sini gole çevirmiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa kaçırdığı tek penaltı da ünlü 1975 Kupa finaline, Beşiktaş’ın 15 yılda kazandığı tek kupanın finaline denk gelmişti. Vedat Okyar’ın o maçtaki sevincini unutamam. O kupayı kazanmasalardı yine de tribünlerin sevgilileri olacaktı o takım. ‘Güzel takım’dı onlar. Sonra kazanılmış her şampiyonlukta benim aklıma onlar geldi. O kupaları onlara yolladım.
Vedat Okyar gibi futbolcular bu oyunu hep mahalle arkadaşlarıyla bir araya gelmiş de eğlencesine maç yapıyormuş gibi oynadılar. Bir yandan da giydikleri formanın değerini, tarihini bilirlerdi, sayarlardı. Zevk aldılar, zevk verdiler…

* * *

Bugün futbolda milyarlarca dolar dönüyor. Futbolcular isim ve numaralarıyla birlikte her sezon başka takıma gidip başka formaları öpüyor. Nerede olduğu, nasıl bir şeye benzediği bilinmeyen takımlara bahisler oynanıyor. Bütün bunlara rağmen iki takım sahaya çıktığında yüreğimiz pırpır edebiliyorsa hâlâ, Vedat Okyar gibi insanlar sayesinde bu.
Belki futbola olan katıksız sevgisinden futbolculuğu bırakınca teknik adamlık yapmadı Vedat Okyar. Otorite, iktidar ona göre değildi. Yazarlığı da futbolculuğu gibi kıvrak ve zarifti. Eleştirdiği futbolcuya bile sevecen yaklaşırdı. Seyrettiği oyundan zevk almaya baktı. Hayattan zevk almaya baktığı gibi. O zevki okuruna da aşıladı.
Kendi içinde, paranın, gücün, iktidar kaygısının zedeleyemediği bir özgürlük alanı yarattı Vedat Kaptan. Hem de bırakın bir canlıyı, bir çakıl taşını bile incitmeden. Şimdi, son model arabalarıyla idmana gelip yine son model evlerine kapanan, maç izlemeyip reklam sözleşmelerine dalan, içki sigara gibi kötü alışkanlıkları olmayan robot futbolculara bakıyorum… Yine günümüz medyasında olanca tatminsizliğini satırlarına akıtan, futbolcu ve teknik adam yiyerek yaşayan yazarlara bakıyorum… Vedat Okyar bir ermiş gibi duruyor onların yanında.

* * *

Sabri Dino, Yusuf Tunaoğlu, Güven Önüt, Vedat Okyar… Ve ‘karşı kıyıdan’ Metin Oktay… Ve adını sayamadığım diğerleri… Ben futbolu şampiyonluklarla, kupalarla değil bu adamlarla sevdim. Beşiktaş’ı onlardan öğrendim.
Şimdi onlar güzel atlara binip gittiler.
Futbolun eski tadı kalmadı.

İbrahim ALTINSAY
Radikal, 22 Temmuz 2009