Su Testisi

Kendini çok ciddiye alan orta yaşlı ve sıradan bir adam, heyecanla anlattığı hikâyesini, “Su testisi su yolunda kırılır” diyerek noktaladığında neler düşünür, o ortalama beynindeki nöronlar ne tür sinyaller gönderir, atış menzilindeki bahtsızların nasıl bir tepki vermesini bekler, bunları tam bilemiyorum. İlgimi de çekmiyor.

“Su testisi kanseri!”

Oldukça ciddi bir yüz ifâdesi ve yüksek perdeden bir ses tonu ile ortalığa saçılan bu yorum, yaş ve IQ olarak medyan civârında seyreden hikâye anlatıcımızın beklediği işâret olmayabilir belki; ama birtakım şeyleri doğru yaptığımızın göstergesi olduğu kesin. “Çalışkanlar kümesi” ya da “Sevgi böcekleri kümesi” değil de “Horozlar kümesi” adını almaya çalıştığınız ilkokul yıllarını hatırlayın. Daha mutlu değil miydiniz be orospu çocukları?

Orhan Adams, 2011, Sıkıntılı bir otuzbir sonrası, İstanbul

3. Köprü


Her hakem hatasından sonra hortlayan “Hakemi satın almışlar” ya da “Federasyon komplo kurmuş” gibi zırıltılardan pek hazzetmem. Ancak Ali Güneş’in yaptığı inanılmaz kurtarışın hakem tarafından es geçilmesi, bir açıklama gerektiriyor.

İşte o açıklama: “Beyni olan insan zaten hakem olmaz.”
(bkz: occam’ın usturası ile etek tıraşı olmak)

Mehmet Topal-Mustafa Sarp ikilisi, tüm futbol alimlerinin hayranlığını kazanmış olmalarına rağmen, beni sıkıntılara gark etmeye devam ediyor. Ayhan için Tarkan’dan gelsin: “Dön bebeğim… “

Keita ile Kasımpaşa’nın sol beki (Sancak?) arasında yaşanan gerginlikler sırasında bizim “Fildişili” olayı fazla abartınca Rijkaard’ın yapmış olduğu “Sakin ol şampiyon” temalı konuşma, en az Nonda’nın golleri kadar şahaneydi.

Kewell, Galatasaray’a geldiğinden beri ilk kez bu kadar top kaybetti. Fenerbahçe maçında kendi kalesine 4 gol atmadıkça gözümdeki kredisini bitirmesi mümkün değil. “Arada olur öyle be Aussie bro.” Umarım kontratını bir yıl daha uzatır.

Detaylı maç analizinden hazzetmediğimi biliyorsunuz. Onun yerine gidip belgesel izliyorum, caz dinliyorum. Snooker sevmiyorum.

PS:

NONDA NASI KURDU AMA 3. KÖPRÜYÜ?

paint çok pro size bir titreşim gönderdi.

Deli Potro (aka La Torre de Tandil)


Federer’e mütevazı bir miktar bahis oynamışım. Kafama “RF Cap”imi geçirmişim. (Amerika’dan getirttim lan!) Önümde buzlu badem, arkada boş küvet. Galibiyetten gayet eminim. Yanımda oturan babamın “Ace mi o?”, “Sert vurdu ha!”, “Öff o kaçar mı be!” gibilerinden tenis alemine dahil olma çabalarını “Harçlar yarın yatıyormuş”, “Polonyalı kıza vur kaç yaptım, çocuğumuz olur mu?” gibi usta hamlelerle boşa çıkarıyorum. Ama mutlu değilim. Yanlış bir şeyler var.

Ömer Onan!
Türkiye-Sırbistan maçı ile US Open finali çakışınca dönüşümlü izledik mecburen.
Her takımda bir oyuncuya taktığımı söyleyen bayağı bir kişi var çevremde. Külliyen yalan. En az 2 kişiye takıyorum zira. Ayrıca genel olarak insan sevmiyorum.

Barış Özbek ve Albert Camus hakkındaki makalemde (geçen yılın en çok atıfta bulunulan makalesidir bu arada) Barış’ın neden Galatasaray’da ilk onsekize girebilecek kalitede olmadığına dair herhangi bir açıklama yapmamıştım. Ömer için de bir açıklama yapmıyorum. Sonuçta açıklama yapmak zorunda değilim. Tohumunuza para saymadım. Ömer Onan, milli takım seviyesinde bir oyuncu değildir. Çünkü ben öyle söylüyorum.

Neyse, Federer-Del Potro maçı diyorduk.
İlk sette Federer resmen “çocuklarla maç yapan mahalle abisi” kıvamında oynayadursun, evdeki “oğlum basket maçını aç, yendi işte senin adam” serzenişlerinin desibeli üstel olarak artmaktaydı. O yüzden ikinci setten devam ediyoruz.

İkinci setin özeti: Bal.
US Open finaline ulaşmayı başarmış bir oyuncunun yaptığı sağlam vuruşları “bal” olarak nitelememi saçma bulanlarınız olabilir. Ancak ikinci sette durum 5-4 Federer lehine iken (üçüncü çocuğum kız olursa ismini “lehine” koyacağım) Del Potro efendi pek asabi bir passing shot attı. “Out” çığlığı üzerine arsızca da itiraz etti. Maçın 3-0 Federer galibiyeti ile bitmemesinin yegane sebebi de odur. Diğer balık passingi hiç saymıyorum bile.

Üçüncü set:
ESPN mi lan burası? Tek tek set analizi mi yapacağıdım.


Federer’in maçı kaybettikten sonra karalar bağlamasını beklemiyordum da sanki ben kaybettiğim üç kuruş için daha fazla üzüldüm, o beni biraz etkiledi. 15 tane Grand Slam kazanmasının bunda ufacık bir etkisi olabilir.

Günün alıntısı:
“If I weren’t an atheist, I’d think Federer was god.”

“Yensen de yenilsen de” geyiği yapmıyorum. Yener zaten o bir dahakini. Çok pis yenecek hem de.

Beşiktaş-ManU var şimdi. Sık görüşelim.

No Baggage


“Farklı bir olayı olan kadın vokaller” sıralamasında ilk üçe giren Dolores O’Riordan, “No Baggage” adında bir albüm çıkardı. (İlk üçteki diğer ablalar -sıra gözetmeksizin- Laura Pausini ve Amy Lee’dir bu arada.) Atölye stajında bol bol dinledikten sonra bir yorum yaparım artık. ‘Tolstoy long’ bir blog yazısı da düşünmüyor değilim.

Ciao ciao ciao. (Bu arada ben İtalya’ya gittim. Onu da bilin istedim.)

Dipnot: “Yeaaa eski The Cranberries havası kalmadı hiç yeaaa :((” benzeri bir şeyler yazarsam beni sol bacağımdan vurun. Profilimde adres bilgilerim mevcut.

Kader Keita

Sümerbank 2009 Yaz Kreasyonu’ndan nadide parçaları -mankenlere taş çıkartırcasına- sergileyen bir ekonomi profesörünün dersinden devamsızlık ve “bu ülkenin bana sunmuş olduğu üniversite eğitiminin hakkını vermemek” nedenleriyle atıldıktan sonra, keyfimi ancak böyle bir transfer yerine getirebilirdi.

Şimdi burada “Çok sıkı Ligue 1 takipçisiyim, bu adamın çocukluğunu bilirim” tarzı anal merkezli tırt demeçler vermeme gerek yok. Ancak Keita, Lille’de iken (haydi Lille’i Lille’i Lille’i yar?) United ya da Real Madrid ayarında bir kulübe gidecek gibi duruyordu. Nitekim Lyon 16 milyon euro saymıştı Keita’nın bonservisine.


Lyon’da geçirdiği 2 sezonun istatistiklerini verelim:

2007/2008: 30 maç, 5 asist, 4 gol
2008/2009: 22 maç, 1 gol

16 milyon euroluk bir oyuncudan beklenen performansın altında tabi bu. Ama fizik gücü, hız, top sürme konusunda bambaşka bir arkadaşımız kendisi. Bireysel oynadığı için eleştirenler var, ben severim bireysel adamı. Ayrıca buradan tüm Anti CR7 ve Anti Kobe ergenlerine “Kafam girsin!” diye haykırmak istiyorum. Neyse, fotoğrafı da BBC’den buldum, bireysel mi değil mi siz karar verin. Premier League’den (Everton) ciddi teklifler varken Keita’nın Türkiye Ligi’ni seçmesi için Haldun abimiz neler yaptı bilmiyorum. İnan ki bilmek de istemiyorum.

Taktik ve diziliş mevzuuna gelirsek…
Takımın başında Rijkaard var lan! Bana mı kaldı taktik? Gidin peynir falan yiyin. Tiplere bak ya. “Lincoln’ün gitmesi garanti gibi bir şey artık” dışında kadro ile ilgili yorumum yok. Bu yorumu da kimsenin aklına gelmeyen bir şeymiş gibi bırakıp kaçmak bana yakışmaz. Hiç yorum yapmıyorum.

And let the “İbrahim Üzülmez vs Kader Keita geyikleri” begin.

Ek:

1.1. “Crazy Dance in Kayseri” video
1.2. Zenciler müzikte ve sporda çok başarılı
1.3. “Kader” üzerine harf oyunlu cin gazete manşetleri (Kader’de varsa düzülmek…)
2.1. Eğitim, devletin yurttaşlarına sunduğu bir lütuf değildir. “Hadi yine iyisin, seni eğitiyorum, kıymetini bil” diyemez. Görevi o, zorunluluğu o. Eşek yüküyle vergi almasını biliyorsa, sunacak hizmetlerini. Anarşist yapmayın adamı bu yaştan sonra.

Turkish Prison

Selam. Naber? Konu eksiğimiz çok, hemen başlayalım.

Yıllık iznimi geçirdiğim Altınoluk sahillerinde, kıçıma kum taneleri kaçaraktan sevişirken çok düşündüm. Nasıl oluyor da 1978 yapımı gayet mantar bir film, milliyetçi hissiyatımı bu denli ayaklar altına alabiliyor, kasıklarımda sinirden ay yıldız biçiminde kırmızı kırmızı yaraların baş göstermesine neden olabiliyordu? Evet dostlarım, “Midnight Express” filminden bahsediyorum. Bu habis yapımın Batı toplumlarının kafasındaki “Türk imajına” verdiği hasarı onarmak, benim için bir tutku haline geldi. Çok sevdiğim kontrbasımı bile sobada yaktım bu tutku uğruna.

“Seinfeld” olsun, “The Simpsons” olsun, Omegle’dan düşürdüğüm underage İspanyol hatun olsun, (oops) bir “Turkish Prison” geyiğidir gidiyor. Ancak görülen o ki, geleneksel yöntemler bu geyiğin yayılmasını engellemek için yeterli değil. Nitekim Alperen Ocakları, Atsızcılar.com yetkilileri ve Celalettin Cerrah gibi devlet büyüklerimizin de yapmış olduğu “Olmaz öyle şey”, “Komplo bunlar”, “Polisimiz fiili livataya girişmeden evvel mutlaka vazelin sürüyor”, “Tüm mahkumlara Sartre okutuyoruz” gibi açıklamalar pek etkili olmadı. İşte burada ben devreye giriyorum. Kullanacağım yöntemin adı: Chewbacca/Gökçek Defense. Diğer bir deyişle, Türk hapishanelerindeki asıl durumun ne olduğuyla hiç ilgilenmeden “Siz kendi hapishanelerinize bakın lan orospu çocukları” diye veryansın edeceğim. Verilerim ise tamamıyla filmlere, dizilere ve televizyonlu tasolara dayalı olacak. Bana makosenlerimi giydirdiniz.

1. The Shawshank Redemption


Filmi hepiniz izlediniz zaten. Ama hatırlatmak amacıyla ben bir diyalog aktarıp, umarsız haber spikeri edasıyla geri çekileyim.


Red: Yeah? Wait a while. Word gets around. The Sisters have taken quite a likin’ to you. Especially Boggs.
Andy Dufresne: I don’t suppose it would help if I told them that I’m not homosexual.
Red: Neither are they. You have to be human first. They don’t qualify.

2. American History X


Eşşek kadar svastika ile “Ben burada çoook kişilerin amına koymuşum” edasıyla yürümek hoş. Ancak ‘idealist Neonazi’ olacağım derken bir anda sondaja maruz kalabilirsiniz. Sonra yemeği bile ayakta yersiniz. Benden söylemesi.

3. The Butterfly Effect


Radyoaktif bir kelebek, sakar bir delikanlıyı ısırır ve bir süper kahraman doğar… Yok lan öyle değildi bu. Hapishaneden kaçmak için sakso çekmesi gerekiyordu adamın.

In Conclusion

Bilyon kişinin izlediği, zilyon dolarlık bütçeli üç tane filmden fotoğraflı örnekler vererek Amerikan hapishanelerinin nabzını tutmaya çalıştım. Dizilere ve televizyonlu tasolara gerek bile kalmadı açıkçası. Her şey ortada. Amma velakin bu Amerikan veletlerindeki “Midnight Express” ve “Turkish Prison” aşkı durmak bilmiyor arkadaş.

American Idiot: Turkish prisons are really…
Gökçek Vederson: Ya sen şimdi bırak Turkish prisons’ı… Buyrun bakın elimde belgeler var.