Yapma İtalya


Bisiklette Danilo Di Luca’dan sonra Davide Rebellin’in numuneleri de CERA denen illete karşı pozitif sonuç verdi. Bu, Davide Rebellin’in Pekin 2008’de yol yarışı kategorisinde kazandığı gümüş madalyanın da iptali anlamına geliyor. Ben olayı, gümüş madalyanın yeni sahibi Fabian Cancellara’nın resmi sitesinden öğrendim. Cancellara, bisikletten iner inmez sevincini yaşamadıktan sonra gümüş madalyanın çok da bir şey ifade etmediğini söylüyor. Haklı da.

Peki bu İtalyanlar’a ne oluyor? Önce Di Luca, Giro d’Italia’nın tarihine bir kara leke sürdü. Ardından Rebellin de olimpiyat tarihinde madalyasını geri vermek zorunda olan ilk İtalyan sporcu oldu. İkisinin de kullanmakla suçlandığı CERA maddesi, kanıtlanması en kolay doping maddelerinden birisi olarak geçiyor. Yapmayın beyler! Sonunuz Almanya gibi olur sonra.

A Year Older, A Decade Wiser… Hepi Bört Be Aslan!


Kobe Bean Bryant. Dün 30. yaş gününü kutladı, rakamı içimden birkaç kez tekrarladıktan sonra kaçınılmaz tepkiyi verdim: Yaşlanıyoruz be…

Önceleri tek sorunu afrosuydu belki de. All-Star’da yuhalandı sahip çıktık, yetmedi tecavüzü meşru kılmanın yollarını aradık sırf onu aklamak için. Her basit asistinden sonra “Gördünüz mü çok değişti, artık olgun” dedik, olgunlaştırdık da sonunda galiba… Zaman zaman kızdırdı da, Pistons serisinde küfür etmemek için zor tuttuk kendimizi. Yine de bugün baktığımızda serinin kazandığımız tek maçındaki o son saniyeyi hatırlarız. 81 sayısını zaten hiç unutmadık ki… Aslında birçok sayı var. Birçok ödül, birçok unvan var. Hiçbir zaman destekleme konusunda istekli olmadığım ABD Milli Takımı’nı destekleyeceğim birazdan, sırf bu adam otuzuncu yaşının ilk gününde gülümseyebilsin diye. Carmelo Anthony’nin gülümsemesini de görmezden geleceğiz artık, hiç sorun değil. O ödüllerin arasına bir de Olimpiyat altını yakışır çünkü. Bu adama bir Olimpiyat altını yakışır çünkü… Yürüyedur aslanım!

The Rivalry: Arjantin – Nijerya


Pekin’de futbol çok konuşuldu, özellikle de yıldız oyuncuların kulüpleri ile milli takımları arasında yaşadıkları dilemma fazlasıyla gündeme geldi. Yeni düzenlemelerin gelmesi sürpriz olmaz. Arjantin-Nijerya finali ise herkesi Atlanta Olimpiyatları’na götürdü, beni götüremedi açıkçası. 8 yaşındaydım ve Atlanta’da olup bitenle ilişkim “Oha, Naim Süleymanoğlu Time’a kapak olmuş lan” cümlesinden ibaretti muhtemelen. Onun altın madalyasını biliyordum sadece yani. Ama bu final beni de geçmişe götürdü, daha yakın bir geçmişe… 2005 yazına gittim. İnsanlar yazı tüm devreleri kapatıp mutlak dinginliğe ulaşmak için en uygun zaman olarak görüp, ona göre değerlendirirler genelde. Bu bağlamda televizyon planlar dahilinde değildir, aslında plan bile olmamasıdır esas amaçlanan. Bense o yaz her Allah’ın günü NTV’nin yayın akışına bakıp, Hollanda’daki Dünya Gençler Şampiyonası’na göre ayarlardım her şeyi. Böyle bir organizasyonu Güntekin Onay’dan, Okay Karacan’dan dinlemek… Bugün olsa yine yaparım aynısını, dakika düşünmem. Dönemin en büyük yıldız adayları Quincy Owusu-Abeyie, Lionel Messi, Diego Tardelli, Philippe Senderos, John Obi Mikel ve Olcan Adın(!) da bu turnuvadadır en nihayetinde… Tabi turnuva bitiminde çok daha farklı isimler de gündeme gelecektir ya neyse…


O turnuvada güçlü takımlar vardı. Yarı finale ite kaka ulaşan Fas bunlardan biri değildi. Yarı final göremeseler de İspanya, Almanya ve Hollanda iyi kadrolarla katılmışlardı organizasyona. Fas’ın yanında Nijerya, Arjantin ve Brezilya bulunuyordu ve tıpkı Pekin’de olduğu gibi yarı finalin bir ayağı Brezilya-Arjantin idi. Brezilya’nın kadrosuna baktığımda çoğunluğunu o turnuvada ilk kez izlediğim ama sonrasında hayatımıza girmeyi başarmış bir oyuncu grubu var… En başta Bobo tabi, o günlerde bana çok daha ağır bir oyuncu izlenimi vermişti, ki Bobo ağırdır da. Pozisyonunun o turnuvadaki tartışmasız en iyisi sağ bek Rafinha, bu seneki yarı finaldeki feci performansına rağmen beğenebildiğim Rafael Sobis, Diego Tardelli, Renato ve Gladstone. Hollanda’nın o kadrosu ise yıldızlar topluluğu konumundaydı, belki de evsahibi olduklarından alt yaş kategorisindeki parlayan oyuncuları da normalde çok tercih edilmeyen bir şekilde o kadroya katmışlardı. Benim o kadroda en çok beğendiğim, yeni bir Marc Overmars mı geliyor diye sordurtan Tim Vincken halen o büyük patlamayı yapamadı. Quincy Owusu-Abeyie ise Arsene Wenger’in gözüne giremedikten sonra Spartak Moskva ve Celta Vigo derken bu yıl Birmingham City’de deneyecek. Belki de son şansı. Aynı kadroda geliyorum diye bağıran bazı isimler de gerçekten geldi ama… Ryan Babel ve Hedwiges Maduro bunlar arasında en çok sivrilenleri. Ron Vlaar, Urby Emanuelson ve bu turnuvada ilk onbir yüzü görememiş olsalar da Ibrahim Afellay ve Gianni Zuiverloon da listeye dahil edilebilir.


Almanya ve İspanya’ya da değindikten sonra esasoğlanlara geçeceğim. Almanya’da o jenerasyonun en parlak ismi olarak gösterilen Michel Delura’yı bulabilene aşk olsun. Aslında o turnuvada da beklentileri karşılamaktan uzaktı. Benim o kadroda dikkatimi çekebilen isimler Marcell Jansen ve özellikle de kaleci Rene Adler idi. Sonuç da ortada… Bunların yanında stoper Marvin Matip’i beğenmiştim o günlerde, hala beklemedeyiz. O kadrodan Andreas Ottl, Sebastian Freis ve Christian Gentner de bugün Bundesliga’da kendinden söz ettirebilen isimlerden. İspanya ise bizi eleyen takımdı o turnuvada, 3-0 ile çok net hem de. Cesc Fabregas, Alberto Zapater, Fernando Llorente, Javier Garrido, Jose Enrique o gün de en çok konuşulan isimlerdi, geldikleri nokta da bizim için sürpriz değil. Ama o gün Real Madrid’in oyuncusu olarak en fiyakalı isim Juanfran’dan haber alan yok… Madem Türkiye’den bahsettik, o kadrodan da birkaç isim sayalım. Ben en çok Sezer Öztürk ve ilginç bir biçimde Hakan Aslantaş’ı beğenmiştim o kadrodan. Sezer özellikle çok büyük bir hayal kırıklığımdır. Hakan’da ise ne gördüm, şu an ben de bilmiyorum açıkçası… Burak Yılmaz, Gökhan Güleç, Uğur Uçar, Selçuk İnan, Yasin Çakmak, Kerim Zengin, Olcan Adın, Gürhan Gürsoy… Hepsi bu takımda. Serkan Kırıntılı var kalede de, evlerden ırak. Bu kadroyla Çin, Ukrayna ve Panama’nın olduğu gruptan ancak en kötü üçüncü olmadığımız için çıkabilmiştik, sonra da İspanyollar çıktığımıza pişman etmişti dediğim gibi.


Nijerya’da ise umutlar John Obi Mikel üzerinde yoğunlaşmıştı, o gün bile Manchester United’ın kıskacındaki çocuktan bahsediyoruz. Son dakika çalımıyla Chelsea’yi seçti sonraları, hayırlı olmuş belki de bizim için. O kadroda o gün en beğendiğim isim Taye Taiwo idi, İnönü’de golü attığında içim iki kat cız etmiştir o yüzden. Ama o turnuvayı izleyen biri için Taiwo’nun çıkışı kesinlikle sürpriz değildir. Onyekachi Apam’ı da bizim Deniz Uygar’a benzetmiştim. Oyunu da benziyordu da, isimler de birbirini çağrıştırıyor onun da etkisi vardır. Okechukwu Uche kadar oyuncu olur mu bilmiyorum, halen Nice forması giyiyor. Bir diğer beğendiğim isim de Daniel Abwo idi, ülkemize de geldi ama dikiş tutturamadı. Yine de adamın yetenekli olduğunu düşünüyorum. O gün savruk gözüken Solomon Okoronkwo’nun Hertha Berlin’de onbiri zorlayabileceği konuşuluyordu yakın zamanda, yine de ben bu adamın iyi bir kariyeri olacağını öngöremiyorum. Soldan Taiwo bindirirken, sağ da boş durmuyordu. Kennedy Chinwo vardı, ama sanırım onu da iyi gösteren Taiwo imiş, hala ortalarda yok. Kaptan Promise Isaac vasat gözükmüştü, Gençlerbirliği’ndeki performansıyla mahcup eder gibi oldu, bir de Trabzonspor’da görelim. John Obi Mikel o jenerasyondaki ilgi odağıydı zaten. O Türk taraftarının hayatında yeri başka olan takımın bir diğer parçası Samson Sia Sia da bu takımın başındaydı, Pekin’de de gördük onu. Ukrayna, Hollanda ve Fas’ı yenerek yürüdüler finale, özellikle Hollanda maçı efsaneviydi. Maç penaltılara da gitse, domine eden taraf 90 dakika boyunca evsahibi de olsa Nijerya’nın turnuvadaki en büyük başarısıydı o.


Arjantin’e gelince… Apertura-Clausura hiç fark etmez, sürekli oyuncu yetiştiren müthiş bir ligleri var, bu sır değil. Bu turnuvada kupaya uzanan taraf da müthiş yetenekler barındırıyordu. Lionel Messi’den bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum da, çeyrek finaldeki İspanya maçının yalnızca 20 dakikasını izlemiş ablam bana 18 numaranın adını soruyordu maç sonrası. Sizce kimdi? Ablamın bile görebileceği kadar bariz bir şekilde parlıyordu çünkü orada. Zaten Güntekin de sürekli Leo’ya değiniyordu, o gün de Barcelona oyuncusuydu Messi. Tabi içime sindiremedim bunu. O psikolojiyi tahmin edersiniz. Bütün turnuvayı izlemişsin. Yazlıkta net falan hak getire, deftere oyuncu ismi yazıyorsun 21. yüzyılda. Sonra ablan geliyor ve 18 numarayı soruyor. Ben de haliyle “Tamam Messi fena gözükmüyor da bilmiyorum yani Pablo Zabaleta falan var, o belki de daha büyük oyuncu olacak bilemeyiz” falan gibi bir şeyler gevelemiştim. Nasıl bir ruh halidir o, Zabaleta’ya sarılmama neden olmuş… Zabaleta gün geçtikçe beke çekildi hiç anlamadığım bir şekilde, takip edemediğim bir süreçte. Yine de Espanyol’da ilk onbirde çıkmasına yeten bir performansı var. Tabi o kadrodan daha iyileri de çıktı. Sergio Agüero, Fernando Gago ve Ezequiel Garay en başta gelenler. Lucas Biglia Anderlecht’te fena oynamıyor, o gün çok beğendiğim Gustavo Oberman’ı bu sezon Cluj kadrosunda görüyoruz. Muhtemelen en büyük hayal kırıklığım Oberman, belki biraz da Owusu-Abeyie… Neri Cardozo’nun Avrupa’ya gelmesini bekliyorum hala, Boca’da fena da oynamıyor hani. Dönem dönem Fotomaç’ın ilk sayfasını da süsleyen bir Juan Manuel Torres de var elde, o turnuvanın parlayanlarındandı gerçekten de. Oscar Ustari Pekin kadrosundan son anda çıkarıldı bildiğim kadarıyla. Getafe’de ismi uzun selefinden eldivenleri aldığı takdirde çok konuşulan bir kaleci olabilir. O turnuvada bir Adler vardı, bir de Ustari zaten benim için kaleci olarak…


Kadrolarda değişiklikler oldu tabi geçen yıllarda, tam anlamıyla bir rivalry demek güç olacaktır ama bu takımların bir kez daha karşı karşıya gelmesi bana futbolda bazı başarıların tesadüfe dayalı olmadığını ve bu modellerin örnek alınması gerektiğini gösteriyor. Eğer o gün Utrecht’te Arjantin’in karşısında bizim milli takımımız olsaydı bunu 2008’e taşıyabileceğimizi düşünmüyorum. Oyuncular ne kadar yetenekli olursa olsun şans bulmakta zorlanacaklar ve ileri adım atmaları gereken zamanda yerlerinde sayacaklardı, belki de geriye gideceklerdi. O kadroda bulunan, o günlerde bile ışık saçan bir Yasin Çakmak’tan bahsettik, Edu Dracena’dan çok mu geride acaba? Geçen sezon görev yaptığı maçlarda bana hiç öyle gelmedi açıkçası. Bir önceki jenerasyonumuzun da sonunu biliyoruz. O kadrodan Tuncay Şanlı dışında birisini saymak bugün mümkün değil pek. Fatih Sonkaya? Okan Koç? Kemal Aslan? Tabi ki bunlardan bazıları sakatlıklara yenik düşmüştür, bazıları da kendi zayıf iradelerine… Yine de ben sistemin de bu oyunculara hiç yardımcı olmadığını düşünenlerdenim.

Repesaj Geldi, Mertlik Bozuldu!


Angel Matos kariyerli bir taekwondocu, 2000 Sydney Olimpiyatları’nda altın madalyaya ulaştıktan bugüne kötü günler de geçirmiş aile hayatında. Aslında terslikler hemen Sydney öncesinde başlamış, annesini kaybetmiş ama bu üzücü olayı motivasyon aracı olarak kullanabilecek kadar da güçlü durmuş hayatın karşısında. Sonrası hakkında duyduklarım çok iç açıcı değil, yine de böyle bir skandal sonrası ortaya çıkarılmış karalama maksatlı şeyler de olabilir bunlar. Sporcuyu yakından tanımadığım için çok bir şey söylemek de istemiyorum. Ama bu yaptığı hiçbir şekilde kabul edilebilir değil, hele olimpiyat gibi bir platformda. Ömür boyu tüm spor müsabakalarından men cezası aldı Kübalı sporcu haliyle. Attığı bu tekme ya da WWE’ye aşina olanlarınızın Shawn Michaels’dan görmeye alışık olduğu bu ‘sweet chin music’ sonrası hiçbir özür olimpiyat ruhuna sürdüğü bu lekeyi temizleyemez. Küba’ya da hiç dönmesin bence, Fidel affetmez…

Vlasic Era


Başlığı görenler ilk olarak “Hangi Vlasic Era?” diyebilirler bugün yaşadığı ve yaşattığı şoku da düşünerek. Ben sadece Blanka’yı kastetmiyordum oysa ki… NTVSpor’un Pekin öncesi yayınlarından birinde tanık olmuştum Vlasic ailesinin yapısına. Basketbolcu olduğunu okuduğum annesini göremedik gerçi sözkonusu programda, belki çocuklarının daha sert olabilmesi için onları annelerinden ayırmış bile olabilir Baba Vlasic. Ama sporcu bir gen havuzundan çıktı yüksek atlamanın bu yeni yüzü, bunu kolaylıkla söyleyebiliriz… Josko Vlasic eski bir dekatloncu, TDK izin verirse belki de dekatlet. Hatta Akdeniz Oyunları için bulunduğu Casablanca şehri Blanka’nın isminin ilham kaynağı. Hayata 1-0 önde başlamış yani Blanka, ismini böyle büyüleyici bir şehirden aldığını düşününce görüntüsü çok da şaşırtmıyor beni. Zaten bu olimpiyatlarda bu açıdan favorim Estonyalı bir ablaydı, adını unuttum şimdi de bir ara eklerim buraya…


İki erkek kardeşi var Blanka’nın. Bir tanesi üniversiteyi basketbol bursuyla ABD’de okumaya hak kazanıyor. Ancak babası basketboldaki geleceğini parlak görmeyince kendisini apar topar Hırvatistan’a geri çağırıp cirit üzerine yoğunlaşmasını salık veriyor. Akabinde de bitmek bilmeyen bir kamp süreci… Küçük kardeş Nikola ise henüz ilkokul çağında, ancak ülkenin en büyük kulüpleri şimdiden onun peşinde, YouTube üzerinden birkaç videosuna da ulaşabilirsiniz muhtemelen. Luka Modric’ten esintiler sunan bu çocuğun da bir sakatlık yaşamadığı takdirde milli takım düzeyine ulaşabileceği yönünde genel görüş. Bir başarı hikayesi diyebiliriz Josko Vlasic’in yaptığına, tabi kendi hedefleri doğrultusunda. Babadan çok antrenör gibi gözüktü bana programda da, baskıcı yöntemler uygulamış olabileceğini de düşünmüyor değil insan. Vlasic’in bazı sözlerinden ben bu çıkarımı yapabiliyorum ama günahını da almayalım adamın yok yere.


Pekin’e çok iddialı gelmişti Blanka Vlasic, genel olarak da ikinciliği hazmedemeyen biraz kibirli bir hatun gibi gelmiştir hep bana. “Şu an için sadece bu deneyimin tadını çıkarmak istiyorum” gibi bir şey duyabileceğiniz biri değil yani. Olimpiyat Oyunları çok sık gerçekleşen bir olay değil biliyorsunuz, bu nedenle de spor aleminin en majör etkinliği. Bu bağlamda burada Belçikalı Tia Hellebaut’a kaybedilmiş altının kariyerinde dönüp bakmayı pek istemeyeceği bir sayfa olduğu aşikar. Ama Blanka henüz 24 yaşını doldurmadı, yani onu idolü Stefka Kostadinova’nın kariyerine benzer bir kariyere taşıyacak zamana sahip. İşe idolünün 1987 yılında kırdığı 2.09 metrelik rekor ile başlaması çok zor gözükmüyor, antrenmanlarda 2.10’un üstüne çıktığı da sır değil…


Olimpiyatlardaki bireysel yarışmalarda günlük ruh hali çok büyük bir etken olmakta, beden üzerinde de etkileri olabiliyor psikolojik durumun. Blanka’yı çok doğru bir psikoloji içinde görmediğimi söyleyebilirim bugün, yine de uzun atlamanın 1 numarası halen Blanka Vlasic. 30 yaşında 2.05 ile kariyerinin zirvesine ulaşan Tia’dan daha fazla potansiyeli olduğu ortada. Her ne kadar iddialı konuşmaktan çekinecek biri olmasa da, “En iyi yıllarıma daha var” cümlesini de çok sık duyuyoruz Blanka’nın ağzından. Pekin’de bir hayal kırıklığı yarattı mı, bunun için sağ çerçevede bir anketimiz de var zaten, ama bu güzel kadını önümüzdeki yıllarda çok konuşacağız. Selefi Stefka’nın da ilk olimpiyatında Seoul’den gümüşle döndüğünü hatırlatalım ve Blanka’nın Stefka ve rekorunu kırma ihtimali hakkında söylediği sözlerle bitirelim:


“Stefka is the most complete high jumper of all time. She has an unparalleled list of honours and her brightness was, and still is, immense. I want to be like her. She made her own history, and I am making my own history.”


“I need to be in good shape, able to do lot of jumps of high intensity. Regarding technique, there is nothing special I need to change. It’s more about circumstances and my physical ability in that moment.”

Bolt of Lightning


Birçok kişiye göre Olimpiyat Oyunları’nın gerçek anlamda başlaması atletizmin start almasına denk gelir. Şüphesiz yüzme ve cimnastik de en az atletizm kadar ilgi görür ama Olimpiyat’ın kazananı derken en çok da 100 metrenin kazananı kastedilir. Bu yaz ise durum biraz daha farklı gözüküyordu. Pekin bir fenomen yaratacaksa kuşkusuz bu isim Michael Phelps olacaktı. Bu gece de dahil olmak üzere uykusuz gecelerimin öncelikli sebebidir Phelps, yaptığı işi küçümsemem çok abes olur bu bağlamda. Ama bugün bir Jamaikalı geldi ve şovu Phelps’ten tam anlamıyla çaldı. Bugün kimse basketbolda ABD’nin onlar için en ciddi sayılan sınavda İspanya’yı blowout victory diye tabir edilen şekilde yenmesinden bahsetmiyor, Phelps de hedefine bu kadar yaklaşmışken bir anda ikinci plana düştü. Çünkü bu Jamaikalı insanlık dışı bir şey yaptı pistin üzerinde. Rüzgarın Oğlu son 15 metresinde sadece “En fazla ne kadar laubali olabilirim?” sorusuna cevap aradığı yarışı 9.69 ile dünya rekoru kırarak kazandı. Otoriteler bu temponun sonucunda 9.54 gibi bir derecenin mümkün olduğuna kanaat getirmişler. “En azından” diye de eklemişler!


Sıradan bir güne uyanmadık elbette. 4 yılda bir 100 metre finali izliyorduk, kesinlikle en cazip olay budur tüm sporlar içerisinde. İnsanoğlunun saatle imtihanı en yoğun 10 saniyenin yaşanmasına zemin hazırlar. Atletizm yayınlarını ilk kez bilinçli bir şekilde takip ediyordum, sene 1999. Maurice Greene’in yaptığı 9.79’luk dereceyi izlediğimde bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum, çocuklarıma anlatabilecektim bunu. Sakatlıklarla sarsılan Greene bir numaralı isim olmaktan uzaklaşınca bir boşluk oluştu atletizmin bu en büyük sahnesinde. Hatta 2003 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda St. Kitts and Nevis Adaları’ndan bir adam geldi, birinci kulvarda 10.07 koşup altına uzandı. Bunu yapan Kim Collins idi, bir kenara yazın bu dereceyi.

Elemeleri izliyoruz, komşu blogdan Çağlar ile de konuşuyoruz bu arada. Sıra Usain Bolt’un serisine geldiğinde, kendisinin insan olmadığı gerçeğinde birleştik. Hatta ben oraya buraya “Korkuyorum” diye de yazdım. Öyle bir koşmuştu ki Bolt elemesinde, eğer saate bakmıyorsanız tahmininiz 10 saniye altında bir dereceden çok uzak olduğu yönünde olur. Zira son 25 metrede bariz biçimde yürüdü Rüzgarın Oğlu. Ben de o sırada “Tyson Gay kendini finale atabilecek mi?” sorusuna odaklandığımdan kronometre ile işim yoktu. 9.85’i gördüğümde ne yapabilirdim ki başka, basbayağı insan değildi karşımdaki. TRT spikerinin yarattığı bilgi kirliliğinden dolayı dokuzuncu isim Collins mi olacak, yoksa Gay mi diye düşündük bir süre. Meğer hiçbir zaman bir dokuzuncu olmamış. Gay 1 yıl kadar önce duble için koşacağını söylediği Pekin’de büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu yani… Sakatlığının etkilerini tam olarak üzerinden atamadığı, öte yandan eski formunda olmadığı aşikardı. Ama hatalı çıkış sonrası gözle görülür bir biçimde konsantrasyon sorunu yaşamasa en azından finalde görürdük Tyson’ı zannımca. Su içti, pozisyonunu en son o aldı, iki elini havaya kaldırıp belki de Tanrı’dan yardım istedi. Bunlar da bünyedeki güvensizliğin vücut diliyle açığa çıkması anlamına geliyordu benim için. Yine de finalde görmek hoş olurdu.


Finale gelmiştik işte… Daha önce defaatle izledim Bolt’u. Adı ilk anılmaya başladığı günden beri Cüneyt Koryürek’in dilinden düşmüyordu Usain Bolt. Hatta muhtemelen de ilk rahmetliden duymuşuzdur ismini. Gerçekten farklı bir stili vardı. Büyük adımları ile yaptığı muazzam dereceleri bile basit gösterebiliyordu. Greene’de bunu göremezdiniz mesela, tüm yüz kaslarıyla yaptığı işin sıradan bir şey olmadığını gösterirdi, majör organizasyonlar sonrası bir süre Golden League tarzı organizasyonlarda yarışmazdı hatta, o büyük efor üzerine… Greene sonrası çıkan ilk parlak sprinter olan Asafa Powell için de bu geçerli. O yüzden elemelerde bu kadar formda gördüğümüz adamın, aşırı bir stres içerisine girmediği takdirde kazanacağını öngörebilmek için falcılık gerekmiyordu. Stres? Usain’e uzak bir kelime olduğu her hareketinden belli zaten… Asafa’nın kötü çıkışı sonrası yarışın ilk yarısında yeni bir alternatif aradım içimden. Biliyorum 5 saniye topu topu, ama insan beyni bu, düşünüyor. Michael Frater? Yok. Marc Burns? 10 saniye altına inebiliyor muydu ki o? Bu elemeler boyunca iyi derecelerle göze batan diğer isimleri düşünemeden, Usain Bolt bir üst vitese taktı. Hani Amerikan yapımı araba yarışı konulu filmlerde olur, bir düğmeye basarsın ve araba motoru adeta parçalayarak inanılmaz bir hıza ulaşır. Usain Bolt da o düğmeye bastı işte ilk 50 metre sonunda, ‘fast and furious’ idi o andan sonra. Son 15 metrede ise kollarını açtı, göğse üç yumruk vurdu… 1999’da tanıklık ettiğinin efsanevi bir şey olduğunu hayal eden çocukla alay ediyordu adeta. O hayallere de cam kırılması efekti eşlik ediyordu. Sevmiyorum seni Usain Bolt!


Bu adamın temiz olduğunu varsayarsak inanılmaz bir noktaya taşıdı kısa mesafe yarışlarını. ABD orijinli bir arkadaş olsa şu yaptıklarından sonra kimse doping almadığına inandıramazdı beni. Justin Gatlin’de de yanılmamıştım en son, çok sevdiğim Marion Jones’un yaşadıklarından sonra hiçbir şekilde güvenim de kalmamıştı ABD sprinterlerine. Maurice Greene istisnai olmak kaydıyla. Ama Usain başka bir şey, sanıyorum bu dereceleri lekeli rekorlar olarak anılmayacak yıllar sonra. En azından öyle hissediyorum. Yanında koşan Richard Thompson’ı 9.90 altına indirmesi bile başlı başına bir mucizeyken, bu tempoda koşulan finalin sonuncusu Darvis Patton kaç koşmuştu peki? 10.03! “Yanlış yer, yanlış zaman” demek istiyorum kendisine, Paris’te altın madalya anlamına geliyordu bu derece… 200 metrede de çok farklı şeyler yapabilir Lightning. Çarşamba gününü sabırsızlıkla bekliyorum. O zamana kadar Phelps’in mucizeleriyle idare edelim. Yalnız yüzmesiyle, henüz başında olduğumuz atletizimi ve basketboluyla Sydney ve Atina sonrası ilaç gibi geldi Pekin. TRT’ye rağmen herkesi ekran başına davet ediyorum, Eurosport varsa ne ala tabi…


Aşağıdaki sözler de 10.03 koşup ancak sonuncu olabilen Amerikalı Patton’ın açıklamaları… Ben dün Tirunesh Dibaba’yı LeBron James’e benzetmiştim, çok da içime sinmemişti açıkçası benzetme. Doğrusunu Patton yapmış:

“He’s like a LeBron James, you’ve got a young guy who’s doing things that haven’t been done before. The guy just broke the Olympic record and the world record. He’s just having fun. It’s everyone trying to catch up to Usain Bolt. Even his own countrymen are trying to catch up to him. He’s in a league of his own. How do you deal with Jordan? How do you deal with LeBron? He’s a freak of nature. You guys saw it for yourselves. I just happened to have a front-row seat.”

Mission: Impossible (Yao Edition)


Yukarıdaki kare Çin-ABD karşılaşmasının son periodundan. Çin halkının kahramanı Yao Ming, oyundan bir daha dönmemek üzere çıkarken tarftarlarına adeta bir söz veriyor. Pekin’de Çinli sporcuların her biri büyük baskı altında, bugünkü okçuluk müsabakalarında da gördük bunu. Hintli sporcu aradan sıyrılıverdi. Yalnız Yao’nun üzerindeki yük en büyüğü belki de, çünkü yanındaki oyuncular gerçekten vasat. Bir Sun Yue var ön plana çıkan, bir de ilk gün çok kötü gözükmüş olmasına rağmen Yi Jianlian. Takımın guardı ve her nedense kaptanı Liu Wei tam bir enkaz. Li Nan bıraktığım günden beri sürekli yemiş olsa gerek, ama boş şut sokabilmesi onu kadroda tutmuş. Zhu Fangyu’yu da beğendim ben, bir de yedek guard biraz Ender Arslan tarzında ama Liu’dan daha iyidir kesinlikle. Jonas Kazlauskas’ın da işi zor, hakkını yemeyelim. Bu adam Sarunas Jasikevicus’u da çalıştırdı zamanında.


Litvanyalılar’dan söz açılmışken Arvydas Sabonis’i hatırladım bir an. Yao’nun çocukluk idolü kendisi, hatta Yao’nun basketbol forumlarına Sabonis nickiyle yazdığına dair bir şeyler okumuştum. Ne diyelim, doğru bir tercih. Avrupa’da rol modeldir kendisi zaten, benim bile en az üç tane arkadaşım vardı Sabonis gibi olmaya çalışan. Benim idolüm Ray Allen’dı herhalde, nokta şutör olarak doğal bir seçim bu da. Sabonis’in Portland formasıyla yaptıklarını da biliyoruz. Ama ülkesine aşık bir adam her şeyden önce. Ülkesini en iyi şekilde de temsil etmiştir uluslararası organizasyonlarda. 1999 Avrupa Şampiyonası’nda hakemlerin evsahibi lehine işlediği katle karşı koymaya gücü yetmemiştir belki ama genelde Litvanya’yı hep başarıya götürmüş, veteran yıllarında tam olarak doymuş olmasına rağmen Zalgiris Kaunas’ın teklifini geri çevirememiştir. Ülkede kurduğu basketbol okullarını biz dinlemekten bıktık, İsmet Badem anlatmaktan bıkmadı zaten. Ben de bir kez daha anlatıp sinir bozucu olabilirim dedim. Şunu söylemek istiyorum, Yao idolüne yaklaşmak için bir şeye daha ihtiyaç duymakta, o da uluslararası bir başarı… İlk üçlüğünden sonra havaya kalkan yumruğu bu yazın farklı olabileceğinin göstergesiydi, bakalım zaman bize neler gösterecek.

Genç Nüfus


4-5 gündür kayıptım. İnternetten, sanal hayattan, hatta teknolojiden kopmak istedim belki de bir süre için. Elektrik olmayan bağ evinde kaldık arkadaşlarla, mum ışığında gün ağırana kadar votka vişne eşliğinde yapılan muhabbetler gerçekten güzeldi. Aradan bir de benim doğum gününü çıkardım, yaşama sevinci iki kat artmış bir insan olarak döndüm diyebilirim…

Uzun bir süre sonra yazacağım yazının da güncel olmasını istedim, ama sandığınız gibi değil. Phelps, Spitz’in 7 altın rekorunu kırar mı kırmaz mı gibi konulardan bahsetmeyeceğim. Nette dolaşırken Olimpiyatlar’a hangi ülkelerden kaçar kişinin katıldığı ile ilgili bir yazı okudum. Biz 68 kişiyle katılıyoruz organizasyona bildiğiniz üzere. Diğer ülkelere de bir göz gezdirdim. 11 milyon nüfuslu Yunanistan 160 sporcu, 16 milyon nüfuslu Hollanda ise 245 sporcu ile katılıyor. Siyasetçilerimizin neredeyse her konuşmada bahsettiği ‘büyük genç nüfus’ nerede diye sordum kendi kendime. Bu kadar profesyonel spor yapacak yaşta insan sayımıza rağmen 68 sporcumuz var. Elvan Abeylegesse, Svetlana Sudak, Melek Hu, Iris Rosenberger gibi sporcularımızı da dahil ediyorum bu sayıya. Yani ülkede yetişen sporcu olarak 64 kişi var denebilir. Ülke olarak spor altyapımızın çok kötü düzeyde olması tabi ki en büyük etken. El ülkelerindeki okullarda kırk türlü spor yapılırken, bizim okullardaki spor eğitimini hepiniz biliyorsunuz: Bir takla at, şimdi bir de ters takla, aferin oğlum 100. Benim Beden Eğitimi derslerinde yaptığım en büyük aktivite takla atmak oldu. O da haftada bir ders zaten.


Giden sporcu sayımızın kısıtlılığından öte başarı karnemiz de çok parlak değil. Olimpiyat tarihinde sadece 74 madalya almışız. Halter ve güreş olmasa madalya alacağımız da yok zaten. Türkiye tanıtımı için harcanan paranın %5’ini spor eğitimine ayırsa devlet, ülkenin tanıtımı kendiliğinden gelecektir. Liberya’yı George Weah olmasa tanımam zor olurdu herhalde. Her çıktığınız yerde bizim böyle genç nüfusumuz var, şöyle genç nüfusumuz var, gençler tuttuğunu koparır gibi abuk sabuk konuşmalar yerine bu genç nüfusun daha etkin olabilmesi için çalışmalar yapsanız daha bir güzel olur kanımca…

American Dream


Olimpiyatlar’da günün ana yemeği yıllar sonra ABD Milli Takımı’nın en güçlü haliyle parke üzerine çıkacak olması. 1992’den beri köprünün altından çok sular geçti. O gün Barcelona’da sahaya Rüya Takım oyuncularından imza alabilmek için çıkan sporcuların halefleri bugün Pekin’de Amerikan takımını yenme amacında bile olabiliyorlar. Bu ne cüret! Ama öyle, makas sürekli kapanıyor. Yine de bu 12 kişilik kadro, 1992’den sonra Dream Team adının hakkını en çok verebilecek kadro belki de. Bence 1994 ve 1996 kadrolarını da sollayabilirler gayet. Amerikan Rüyası hep kötü şeyleri çağrıştırır bana. Arthur Miller’ın “Death of a Salesman”ını konu hakkında sıfır bilgiyle okumamın da etkisi vardır tabi bunda. Bakalım son yıllarda Miller’ı desteklercesine bir kabusa dönüşen bu Amerikan Rüyası mutlu bir seyir alacak mı?


Bu akşam ilk cevabımızı alacağız belki de. İlk sınav evsahibi Çin’e karşı. Son dönemde NBA’e iyiden iyiye merak sarmış, oradaki oyuncuları idol edinmiş Çin gençliği, ikilemde kalabilir zaman zaman. İzlemek zevkli olacak her halükarda. Saatleriniz 17:15’i vurduğunda TRT 3 ekranlarında olun. Biliyorum Community Shield var aynı saatlerde ama bu sık rastlanan bir maç olmayacak. Hala ikna olmadıysanız, maçı Avni Küpeli’nin sunma ihtimalinden de bahsedelim o zaman. Efsane geri dönecek mi? Aman Gökhan Özer olmasın da ‘topla yürüme hatası’ deyimini tekrar hatırlamak durumunda kalmayalım…


Bu arada Amerikan takımı hakkında iki yazı çıktı bu blogdan da. İsteyen tekrar okusun, maça hazırlık maksadıyla:

Tyson 13. Adam? – Cem Pekdoğru
RÜYA YENİDEN BAŞLAYACAK MI? – Oktay Akarsu