Rol Oyuncusu Diye Aldık, San Epifanio Çıktı

Unicaja Malaga yıllardır bir dolu vasat ya da son kullanma tarihi geçmiş Amerikalı getirdikten sonra, oyun kurucu koltuğu için doğru ismi bulmuş. Özellikle kadro derinliği hususunda yetersiz gözüküyorlar ve ilerleyen dönemde bu sıkıntı yaratabilir. Fakat geçen seneye göre daha derli toplu bir takım oldukları açık. Terrell McIntyre kenardayken 10-12 dakika katkı verebilecek bir back-up bulacaklarını umuyorum bunları söylerken.

Yine de Tiago Splitter’ın ayrılışından sonra tam olarak yaraları kabuk bağlamamış gözüken Caja Laboral’i yenerlerken, şovu çalan isim Fernando San Emeterio oldu. Milli takımda ismi hiçbir zaman diğerleri kadar parlak tınlamadığı için fazlaca göz ardı edildiğinden dem vuruyordu 26 yaşındaki oyuncu. Hem onun, hem de Victor Claver’in rotasyonda Alex Mumbru’nun önünde olabileceğini düşünüyordum ben de… Geride bıraktığımız Euroleague sezonunu izleyen herkesde benimle hemfikirdi zaten sanırım. Dün de tüm o açıklamalarının altına imzayı attı. Yukarıdaki videoda görecekleriniz tatmin etmezse resmi siteden maçın tekrarını izleyebiliyorsunuz sanırım.

Akdeniz İnsanı Böyledir Abi!


Unicaja Malaga-Regal Barcelona maçı hafta sonunun ACB programında en seyre değer parçaydı. Genelde ACB bu büyük maçları cumartesi gecesine koyar, geri kalan maçların büyük bir bölümü ise pazar öğle saatlerinde oynanır. Maçlarının saatlerini bir gelenek haline getirebilmiş liglere hep imrenerek bakmışımdır. Memlekette dış faktörlerden en az etkilenen, en büyük endüstri halini almış spor dalı olan futbol bile bu konuda oldukça kararsız bildiğiniz gibi. Bu yıl ilk kez kombine kart olayına giriştiğim için daha da yakından görür oldum. Pek bir kurala göre hareket ediyor gibi değil federasyon. Bu sene ilk kez pazartesi günü de programın içine sokulur gibi olmuştu, bunu Fatih Terim’in istediğini duymuştum kendi ağzından. Herhalde Terim gidince bu uygulamaya da son vermişler. Bir tarafta gelenekten bahsediyoruz, diğer tarafta ülkenin milli takım hocasının isteklerine göre değişebilen bir şey var… Saat olayına hiç girmiyorum zaten.

Bunları tekrar duymaya ihtiyacınız yoktu belki ama bunu duymalısınız: Perşembe gecesi Euroleague’de grubun liderlik maçı için Montepaschi Siena karşısına çıkan Barça, bu maçın üzerinden 48 saat geçmeden ligin önemli deplasmanlarından olan Malaga deplasmanında ter döktü. Bu da oldu… Euroleague maçının da deplasmanda olduğunu belirtmeliyim. Üstelik Siena’da hava alanı olmadığından zorlu bir seyahat anlamına geliyormuş sanırım bu deplasman. Bu konuda Yiğiter Uluğ’un yalancısıyım. TRT’deki Süper Basket programında da konuşuldu uzun uzadıya, ben de cumartesi gecesi maçı izlerken takdir etmiştim. Buraya da yazalım. Demek ki neymiş? Barcelona gibi çok büyük bir kulüp bile kendi değerini, ancak ve ancak ligin marka değerini yükselterek yukarıya çekebileceğinin farkında. Ligin değerini yükseltmek, o ligi oluşturan unsurların kendi bireysel amaçlarından yukarıda tanımladıkları bir üst amaç. ACB de işte bu ortak bilinç sayesinde bugün Avrupa’nın açık ara en iyi ligi. Basketbolun belki de Euroleague’in bile önüne geçmiş, dünya üzerindeki 2 numaralı organizasyonu. Başlıktaki yalan da Türk insanının yarattığı birkaç büyük yalandan biridir. Tüm kabahatlerinin günahını toprağının üzerine bu kadar rahat atabilen bir ulus…


Türkiye’de bu tabloyu herhangi bir spor dalında ne zaman görebiliriz? Efes Pilsen perşembe günü oynadıktan sonra, ona hiçbir güç cumartesi günü maç oynatamaz. Oynatsa Ergin Ataman basın toplantısı düzenleyip, ‘önümüzü kesmek istiyorlar’ konulu bir açıklama sunar mesela… Örnek veriyorum sadece, diğer kulüplerde de farklı bir tepki olmaz kesinlikle. Daha geçen ay Mustafa Denizli’nin açıklamalarını koymuştum buraya Wolfsburg maçı öncesindeki. Salı günü maç oynayacaklarmış da, cuma günü uygunken neden cumartesi oynatılmışlar. Oysa ki rakipleri Wolfsburg cumartesi erken saatlerde oynamış maçını… Bu maç Türkiye’nin maçıymış. Sevgili Denizli, Bundesliga bugünkü gibi dünya çapında izleyici bulan bir lig olabildiyse bunu o stabil maç takvimlerine borçlular her şeyden önce. Orada yıllardan beri her cumartesi 15:30-17:15 taksilerde radyolar açılır, maçlar dinlenir. Senin ülkenin bir futbol kültürü yaratması için, Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde alacağı tesadüfi bir Wolfsburg galibiyetinden önce bunları düzeltmesi gerektiğinin farkında olmalı senin gibi spor adamları. Ve her şey gözümüzün önünde olurken, bu başarılı organizasyonlar televizyonlarımızda da yayınlanırken, devekuşu kafasını ne zaman çıkaracak topraktan?

More News from Nowhere #7


NBA sezonunun açılmasıyla o özlediğimiz rutinin içerisine girdik yeniden. Biraz da karşı koyamadığımız bir yaşam biçimine kendimizi bırakıvermek şeklinde gerçekleşiyor artık bu süreç sanırım. O yüzden ‘özlemek’ de doğru fiil olmayabilir… Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek her şeyi daha da kolaylaştırıyor.

İlk haftalar heyecanın tavan yaptığı dönemlerdir. Takımların yeni transferleri ciddi bir maçta görücüye çıkar, zihnini yeni oyuncu-forma kombinasyonlarına adapte etmeye çalışırsın. NBA TV “Premiere Week” kapsamında gecede iki maç yayınlayarak bu heyecanı kamçılar, hatta “League Pass” fasilitesi de bir süreliğine bedava olarak sunulur basketbolsevere. Fantezi oyunlarda rekabet başlar, ilk haftaya bir başka bilenirsin insan doğası gereği. FA takibinin en yoğun olduğu dönemlerdir, seçtiğin oyuncuya güvenmekle ‘geliyorum’ diye bas bas bağıran yeniyetmeyi seçme arasında dilemmalar yaşarsın. Hayatındaki en büyük karar odur o an için: James Johnson’ı beklemeye değer mi, değmez mi? Aman sabahlar olmasın…


Yine de ancak maçları izlemek için zaman yaratabiliyorum günlük sorumlulukların yanında… Biraz da mevsimlik blog havasındayız bu sebepten, farkındayım ama yapacak pek bir şey de yok.

Beşiktaş-Ankaragücü maçından çıkıp çılgın bir Halloween partisine gittiğim için Knicks-Sixers maçını kaçırmıştım. (Yok, hayatımda böyle derin çelişkilere yer yok.) İnönü’de ilk kez işe yarar sol kanat bindirmeleri görebildiğim için, yürek testi kıvamındaki bu maça gitme kararımdan pişmanlık duymuyorum. İlk onbirde İsmail Köybaşı’nı gördüğümüzde bunu ister istemez, salı günü 19 numara ile bir kez daha test edileceğimize yormuştuk. Fakat bu maçtan sonra sağlıklı bir İsmail’i yanında oturtabileceğine ihtimal vermiyorum Mustafa Denizli’nin. Maç boyunca çok da darbe aldı, ama oynayabilecek durumda olacağını umuyorum aslan parçasının. Denizli de maç sonunda yakın tarihten bir Sinan Engin açıklamasını yeniden yorumlayarak, maçın cumartesi akşamı oynanması üzerinden federasyona giydirmiş. Wolfsburg’un maçını Beşiktaş’tan üç buçuk saat önce oynamış olması bile argüman olarak kullanılmış Denizli tarafından. “Bu maç Beşiktaş’ın maçı değil, Türkiye’nin maçı” söylemi de kulağa çok ucuz gelmiyor mu?


Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Nihat Kahveci ve Rodrigo Tello’nun durumları da belirsizmiş Wolfsburg maçı için. Tello’nun geçen sene ortaya koyduklarını görmezden gelemem, her ne kadar şu anda üstlendiği görev için gerekli spesifikasyonları sağlamadığı aşikar olsa da. Fakat şu dörtlüden ancak İbrahim olanının durumu canımı sıkıyor şu anda… Matias Delgado’yu özlemeyen var mı? Hakan Arıkan’ın kaleyi koruduğu, İsmail’in soldan bindirip Bobo’yu pozisyona soktuğu ve topların da Delgado’da buluştuğu bir takımı hayal ediyoruz ne zamandır bizim Yeni Açık Üst tayfası olarak. Ama Mert Nobre yine oyundan çıkışlarında büyük alkış topluyor, gördüğümüz manzara bu. Neyse ki “Yeter Yıldırım Demirören” ritüeli bir şekilde sürdürülüyor, birçok çarpıklık barındırsa da…

Bu arada Beko Basketbol Ligi’ni izlemek istiyorum, bugün çok da kararlıydım ama olmuyor ne yazık ki. SporMax-SkyTürk ikilisinde ses kısmadan ancak Caner Eler’in yorumladığı maçları dinleyebiliyorum, onların sayısı da oldukça sınırlı. Hele bir Mehmet Ayan komedisi var ki uzun zamandır şahit olduğumuz… Sunumu sırasında kullandığı akıllara zarar tabirlerden bahsedip kendisini rencide etmek de istemem, burayı okumayacak olsa da. Belli ki bir şekilde, yukarıdan gelen bir emirle yapıyor bu işi ve sorunun kaynağının o olmadığı ortada. Fakat artık kendi ülkemin basketbolunu izlemek için kulaklık takmak çok yorucu geliyor. Açıyorum TRT’yi, eğer kanal lütfedip de maçı yayınlamaya karar verdiyse babalar anlatıyorlar da, yorumluyorlar da gayet güzel bir şekilde. Murat Murathanoğlu’nun ACB’de tuttuğu bir takım yok anladığım kadarıyla, zaten İspanyol basketbolcusunu pek sevmez, daha da iyi oluyor bu durum bizim için haliyle. Yiğiter Uluğ’un da uzmanlık alanlarından biri İspanya basketbolu, heralde Türkiye’de ondan daha yetkin bir isim bulmak mümkün olmazdı bu görev için. Tebrik ediyoruz… Bugün de Murathanoğlu’nun Carlos Jimenez için seçtiği “İspanya milli takımında Felipe Reyes’ten önceki Felipe Reyes” tanımını çevirmek için iyi bir uğraş verdi.


Unicaja Malaga’dan da bahsedelim. Beşinci maçlarından da yenik ayrıldılar yerel ligde. Bu sezonki kadro gerçekten çok yetersiz. Sezon öncesinde kaybedilen oyuncular sonrası yapılan olumsuz yorumlar üzerine, transfer seçimlerini beklemeden çok erken konuşmamak gerektiğini söylemiştim birkaç yerde. Ama bazı isimler beni de sadece hayal kırıklığına itti gerçekten. İki sezon önce Kızılyıldız eşleşmesinde Sinan Güler’in façasını aldığı Omar Cook’u, Unicaja’nın ilk beş oyun kurucusu olarak görmeyi düşünemezdim heralde. Yedeği Pooh Jeter da Anadolu kulübünde gol krallığına oynayacak bir guard, büyük takımda iş yapması mümkün değil… Açıkçası Aíto Reneses’in de elinin bulunduğu bu çapta bir organizasyondan beklenmedik tercihler. Joel Freeland’in iyi bir seçim olduğundan bahsetmiştim. İsmi çok tanıdık gelmeyen bu tarz oyuncuları çekip çıkarabilen bir kulüptür Unicaja Malaga. Freeland de onlardan biri olacakmış gibi görünüyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan gelen Archibald-Freeland ikilisi gayet iyi bir ikili… Taquan Dean de yakışıklı bir çocuğa benziyor, iyi bir skorer olabilir Euroleague seviyesinde. Ama geçen seneye göre büyük bir düşüş yaşadıklarını yadsıyamayız kadro kalitesinde. Giorgos Printezis de bugün kötü bir sakatlık yaşadı, hafta arasında Efes Pilsen karşısında oynayabileceğini sanmıyorum.

Bu şartlar altında geçen hafta Olympiakos deplasmanında farklı kazanan Malaga’ya rakip olabilecek mi Efes Pilsen? Cevap vermek kolay değil… Efes Pilsen bildiğiniz gibi. Partizan maçında salondaydım da Genel Başkan olmasa, o maçı da verip gruptan çıkmayı riske atacak gibiydi takım. Rotasyonda büyük değişimler olmamasına ve takım erken toplanmasına rağmen birbirinden habersiz bir oyuncu grubu var sahada. Igor Rakocevic’ten kesinlikle verim alınamıyor, bu konuya özel bir yazı yazmayı planlıyorum yakında. Ama rakibin bugünkü kötü görüntüsü sonrası ümitli olmadığımı söyleyemem.


Yenildikleri takım da ‘hoca değil etüt abisi’ denilen türden bir adamın, Joan Plaza’nın yönetiminde bir takım. Bugün kazanırlarken de takımın iyilerinden eski Beşiktaş oyuncusu Tyrone Ellis sadece ilk çeyrekte etkiliydi mesela. Geçen sezon Euroleague’de izlediğimiz, beğendiğimiz Earl Calloway tanınmayacak durumdaydı. Domen Lorbek’i istatistik kağıdında görünce hatırladım mesela, ne ara girdi çıktı anlamadım. Xavi Rey’i çok kötü durumda bulmadım, sevindim. Ama o da beklenilen adımı atamayan isimlerden, artık Cajasol kadrosunda gözümüzü bugün oynamayan Tomas Satoransky gibilerine çevirmemiz lazım. Oktay elemanla ilgili bir yazı da yazmıştı şurada. Tariq Kirksay kadrodaki bir diğer beynelmilel oyuncu da ben hiç hazzetmem kendisinden… Maurice Ager hala kadrodaysa takım için önemli bir parça, bugün sahada yoktu ve durumunu da araştıracak değilim.

Yine NBA konuşamadık. Bir dahaki yazı öncesinde taslak falan hazırlayacağım, söz veriyorum.