İnan Süver’e Özgürlük


Le déserteur
(Çeviren: Derya Bengi)

Size Sayın Başkanım
Döktürdüğüm bu mektup
Belki de okursunuz
Birazcık vakit bulup

Askerlik kağıtlarım
Demin geçti elime
Çarşambaymış son günüm
Gitmek için cepheye

Ama Sayın Başkanım
Bunu yapmak istemem
Zavallı insanları
Vurmak için doğmadım ben

İstemem sizi üzmek
Söylemek zorundayım
Benim kararım karar
Kaçağım, firardayım

Doğduğumdan bu yana
Evvela babam öldü
Dönmedi kardeşlerim
Çocuklarım ağladı

Annem şimdi mezarda
Vız gelir solucanlar
Tırıs gider bombalar
Onca acıdan sonra

Hapse düştüğüm zaman
Uçar gider her şeyim
Çalınır karım, çalınır ruhum
Ve bütün bir geçmişim

Geçit vermek yok artık
Boşa geçmiş yıllara
Yarın sabah erkenden
Düşeceğim yollara

İşim hayat dilenmek
Fransa yollarında
Köylerden şehirlere
Söylemek insanlara

Söz dinlemeyin artık
Söyleneni yapmayın
Reddedin gitmeyi de
Savaşa katılmayın

Kanını vermek şartsa
İlk sizden başlayalım
Ağzınız iyi laf yapar
Buyrun Sayın Başkanım

Eğer peşimdeyseniz
Haber verin polise
Silahsız olacağım
Vursunlar isterlerse

inansuvereozgurluk.com

BIRAKIN SEVİYORUM!

Tribünlerde bayan taraftar görmeyi tabii ki her uygar futbol seyircisi gibi ben de istedim yıllar boyunca ama sadece tribünde görmek istedim. Bi sarışın kız şekli var, sanırım sonradan boyatılmayla elde ediliyor o sarışınlık. Sanki kuaförde saçını öyle yaptırınca, formayı, özellikle Fenerbahçe formasını zorla giydiriyorlarmış gibi bir sarışınlık bu anlattığım. Top taca çıktığında ve yahut bi oyuncu sakatlandığı zaman ekranda formalı sarışınımız endişeli bi yüz ifadesi ile belirir, kamera bir iki saniye formalı ya da joker şapkalı sarışınımızı gösterir ve biz de bakıp bu sarışına, “hmm güzel kızmış, futbol adına sevindirici bi gelişme” diye içimizden geçiririz. Binlerce çilekeş taraftarın formalı sarışınla olup olabilecek bütün ilişkisi budur. Bir iki saniye bakarız ve sonra unutup onu yeniden Galli teknik adamlarla, Karadeniz ekibiyle ya da sakatlığı geçen siyahilerle ilgileniriz. Yattara’nın isminin geçtiği her espride ağız dolusu güler, gece hayatına düşkün futbolcular adına telaşlanırız. Bizler sıradan futbol izleyicileriyizdir.

Ben futbolla ve takımımla ilişkimi, yıllar önce Beşiktaş’a entelektüel akımı olduğu sıralarda tekrar gözden geçirdim. “Futbol ve edebiyat”, “futbol ve sanat”, “futbol ve şiir”, “futbol ve sol” diye makaleler okuya okuya hiç gereği yokken camiamdan soğudum, tribünlere küstüm. Biliyorum Futbol’a düzgün izleyiciyi çekmek amaçlanmış, iyi niyetli bir şeydi bu ama bende beklenen etkiyi yaratmadı be dostlarım. Ne yapayım, sevemedim. Bir türlü futbolla başka şeyleri yan yana yakıştıramadım… Ben futbolu bildiğim gibi seviyordum ki bir de ekstra anlam katmaya ne gerek vardı. Bir şeylerin tadını çıkarmak yerine, onu analiz edip, aşırı anlamlandırmaya başladığı anda masumiyetini yitirmeye başlıyor insan. Zaten binlerce erkek bir kadına ancak formalı sarışına yaklaştığımız kadar bir iki saniye yaklaşabiliyoruz, onlara gösteremediğimiz ya da göstermediğimiz en saf, en içten duyguyu takımlarımıza gösteriyoruz, bari bırakın da bildiğimiz gibi, olduğu gibi sevelim futbolu. Milyonlarca dolar verip Afrika’dan, Brezilya’dan adam getirtip sahalarda koşturuyoruz, kulüp başkanları pimaş gibi kalın puroları yakıp yakıp içiyor… Adnan Polat’ın, Yıldırım Demirören’in, Aziz başkanın yönettiği bir sektörle edebiyatı, sanatı ya da solculuğu nasıl yan yana getirmeyi başardınız ben gerçekten anlamadım. Ben bunun böyle bişey olduğunu, transfer sezonu diye bir şeyin olduğunu bilerek sevmiştim takımımı, öyle kabul etmiştim be abi. Belki çoğunuza göre alıngan ve gereksiz bir çıkış yapıyorum ama bana da hak verin azıcık. Futbol’u sadece futbol olduğu için sorgulamadan sevmiştim yıllar boyunca, şimdi biri çıkıp “futbol aslında sadece futbol değildir” dediği zaman seven bir insan olarak tabii ki alınganlık gösteririm.

Belki de düşündüğünüz gibi saçmalıyorumdur, zaten ilgim azalacaktı da, bu durumu bahane ediyorumdur ama sebebi ne olursa olsun yıllardır gereken ehemmiyeti vermedim camiama. Birkaç derbiyi o da televizyondan izleyip, ertesi gün yorumları minibüste başkasının omzundan okuyarak normal hayatıma devam ettim.

Bi gün kalkarsınız ve eski kız arkadaşınızın haftalardır aklınıza hiç gelmediğini fark edersiniz, “unutabilmişim” diye buruk bi şekilde sevinirsiniz. İşte Futbol’un aylardır hiç aklıma gelmediğini de o gün maç çıkışı trafiğe takılınca anladım. Dolmuştaki bir sürü insanla beraber yolda durmuş, trafiğin açılmasını beklerken biryandan da Dolmabahçe’nin önünde yürüyen taraftarları izliyordum. Birden O’nu gördüm. Sırtında “Mert Nobre” yazan bir formayla, sevgilisinin elinden tutmuş yürüyordu. İki kaybettiğim şey, futbol ve o, yani bütün geçmişim şimdi başkasının elinden tutmuş mutlu mesut ağaçlar altında yürüyordu. Geçmişimi elinde tutan adam ise ondan daha mutluydu, ellerini geçmişimin belinde gezdirerek gelecek planları yapıyordu belli ki. Belki de ciddi filan düşünmüyordur, sadece tadını çıkarıyordur, oynuyordur onla. Ayrılırken ne kadar “umarım hep mutlu olursun” dese de insan, yine de mutlu olmasını istemiyor. Biz yokken kahrolsun, mahvolsun, gün yüzü görmesin istiyor. Biz biri için geçmişte kalmışsak, mutluluk, güzel günler de bizle beraber geçmişte kalsın istiyoruz. Biz çok önemliyiz ya, biz yoksak hiçbir şey de olmasın istiyoruz.

Ama öyle olmamıştı. Futbol da, Beşiktaş da, O da ben yokken dur durak bilmemişti, doludizgin ilerlemişti. Beşiktaş benim gibi üçüncü şahısların ilgisine muhtaç olmayan büyük şanlı bir spor kulübüydü. Kartal, yolunda emin adımlarla ilerliyor, kupaları leblebi gibi topluyordu. Alt yapıdan yetişen yeni yetenekler ben olmasam bile hocadan tam not alıyordu. O da ben yokken seviniyor, üzülüyor, hatta bir başkası için ağlıyordu. Ne Beşiktaş’ın, ne O’nun, ne de hiçbir şeyin üzerinde zerre etkimin olmadığını o gün çok iyi anlamıştım. İnsan olarak şu dünyada yaptığımız tek şey bir şeylerin veya birilerinin yanında belli bi süre bulunmak ya da bulunmamak. Başka bir şey değil. Aslında hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkileyemediğimiz gerçeğini nedense bir türlü kabul edemiyoruz. Hayat boyunca yaptığımız her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında sadece olması gereken oluyor, bize doğru ve ya yanlış gelmesi olmayacak anlamına gelmiyor ne yazık ki.

Zaten ilerlemeyen dolmuşta insanlar, sıcaktan ve beklemekten oldukça sıkılmış, oflayıp, pufluyordu. Ben ise gözlerimi O’na ve sevgilisine dikmiş izliyordum. Giderek gözden kaybolmak üzereydiler. Birden dolmuşun otomatik kapısı açıldı. Zaten geçmişimle hesaplaşmışım, şu an nerede olduğumu unutmuşum, kapı açılınca geldik zannedip atlamak için hamle yaptım. Tek ayağım kaldırıma basmışken dolmuş birden hareket etti. Tek ayağımla kaldırımda seke seke dolmuşla beraber hareket ederken şoförün “birader, inmiyoruz, inmiyoruz. Çok sıcak oldu diye açtım. İnmiyoruz” diye bana bağırdığını işittim. Bu andan itibaren minibüste kalamazdım. Bi şekilde inmem lazımdı. Kalırsam “demek bu dolmuşun geri zekalısı da bu adammış” bakışlarına maruz kalacaktım yol boyunca. Zaten duygu dünyam karman çormandı, bir de bu baskıyı çekemezdim. Gittikçe hızlanan dolmuşun kapısından tuttuğum ellerimi bir anda bırakıp kendimi kaldırıma attım. Artık ne olacaksa olsundu. Biraz tökezledikten sonra düşmemek için minibüs istikametinde koşmaya başladım. Giden minibüsle belli bi istikamet boyunca bağıl hızda koşmaya başladım.

İnsanlar hiçbir zaman mutlak bir duyguyu sonuna kadar yaşamazlar. Yani çok aşık biri sevgilisini aldatabilir, ya da ayrıldığı için çok mutsuz biri bi arkadaşının anlattığı bir şeye çok gülebilir. Buna şaşırmamak gerekir. Hissedilen duygular anlıktır, bütün güne yayılmaz. Yayılsa zaten hayat çekilmez. Yayılmaması normaldir yani. İşte ben de dolmuşta bir yandan geçmişimle hesaplaşırken, bir yandan da yanımdaki kızı ara ara kesip onla kısa vadeli gelecek planları kuruyordum. Ben minibüsün yanında koşarken minibüstekilerle beraber, sabahtan beri bakıştığım kız da bana şaşkınlıkla bakıyordu. Allahtan minibüs trafikte tekrar yavaşladı da üzerinde gelecek planları kurduğum kız geride kaldı. Yoksa gözden kaybolana kadar durmaya niyetim yoktu.

Koşuyordum. Geleceğimi geride bırakmış, anlamsızca, sadece gözden kaybolmak için koşuyordum. İlerde küçük bir taraftar grubu kümelenmiş mini bir kutlama yapıyorlardı kaldırımda. Üzerlerine doğru kendimi durduramadan koşuyordum. Sanki onlara doğru koşuyormuşum görüntüsü vermek için, ellerimi pençe gibi yapıp havaya kaldırarak, “kartal gol gol gol, kartal gol gol gol” diye bağırmaya başladım. Beni hemen bağırlarına bastılar. “Kim lan bu kutik durduk yere geldi” diye düşünmesinler diye pençe yapıp koşarak yükselttiğim tempoyu ayakta tutmak için hemen ardı sıra üçlüye başladım. Mini taraftar kitlesi coştukça coşuyor, gitgide büyüyordu. Yıllar sonra tekrar taraftarın göbeğindeydim, duyamıyorum dercesine şımarıkça elimi kulağıma götürüp daha çok bağırmalarını sağlıyordum. Biri hemen elime bira tutuşturdu, beni yüksek bi yere çıkardı ve boynuma bi atkı astı. Ne olduğunu anlamadan geçmişimin bir kısmıyla kucaklaşmıştım. Sonra O ve geleceğini planladığı çocuk geldi. O her formalı sarışın gibi çok güzeldi, çocuk ise çok mutlu. Ben tekrar geçmişimin göbeğinde durmuş bağrıyor, bağırtıyordum. Az önce üzerinde gelecek planları yaptığım kız ise gürültümüzden rahatsız olmuş ve korkmuş bir şekilde iskeleye doğru ilerliyordu. Elimi şımarıkça kulağıma götürdüm.

Umut SARIKAYA
Uykusuz, 16 Temmuz 2009

83. Gazi Miramis’in

Türk atçılığının derbisi olan “Gazi Koşusu” 28 Haziran günü Veliefendi’de yapıldı. Birçok rekora da sahne oldu Veliefendi, gerçi bunlar pistte değil hipodromda ve TJK’nın kasasında oldu. 40 bin izleyici ile birlikte tarihi günlerden biri yaşanırken, TJK’nın kasasına gün içinde 11 milyon liranın üzerinde para girdi.

Gelelim büyük koşuya… Koşu öncesinde belirgin bir favori olmamasına karşın en çok ismi geçen atlar Miramis, MonteNegro, Chi ve Rokoko’ydu. Selim Kaya’nın kariyerinde Gazi kazanmadığından daha istekli olacağı ve atı da fena durumda olmadığı düşünülünce Rokoko biraz daha öne çıkmıştı yarıştan önce. Ancak yarışta son 200 metrede bariyer dibinden mermi gibi fırlayıp gelen Miramis büyük derbiyi kazandı. Uzuna gitmeyen -ya da gitmediği söylenen- Sri Pekan yavrularından da bu koşuda 5 at olması oldukça ilginç bir ayrıntıydı.

Gökhan Kocakaya, henüz 22 yaşında olmasına rağmen Miramis’le zafere ulaştı. İkinciliği büyük bir sürpriz yaparak aprantisi Tugay Alıcı ile Çakılhan, üçüncülüğü dünyaca ünlü jokey Frankie Dettori ile Chi, dördüncülüğü ise Özcan Yıldırım ile Zeev elde etti.

Selam!


Numaraiki’nin gerçekleştirdiği büyük revizyonla birlikte aranıza katılmış bulunuyorum. Kendimi tanıtarak, ilk postumu atayım izninizle…

Ben Doğuş, 17 yaşına 1 ayı kalan, Eskişehir’de okuyan bir TM öğrencisiyim. Batuğ’da, LakersTR’de Dodi nickiyle görmüş olabilirsiniz, görmemiş de olabilirsiniz. Ancak umarım bundan sonra yazılarımla sizde iyi izlenimler bırakabilirim. 17 yaşıma bakmayın, NBA’in ilk Digiturk döneminde takip etmeye başladım NBA’i. Üç seneye yakın süredir de internetteki forumları takip ediyorum. Ayrıca futbolla da babamın eski futbolcu, dedemin de eski milli kaleci olmasının da etkisiyle bayağı iç içeyim çocukluğumdan beri. Ancak şu anda NBA biraz daha öne çıktı benim için, daha çok NBA’i takip ediyorum yani futbola göre. Avrupa liglerini pek takip edemez oldum bu aralar, haftasonları pek evde olamadığım için. Ancak Eskişehirspor’un evindeki sadece tek bir lig maçını kaçırdım ilk devre itibarı ile. Her neyse…

NBA’de Lakers’ı, Türkiye’de Galatasaray(ilk tercih) ve Eskişehirspor’u tutmaktayım. Ayrıca herkesin hayran olduğu Barça’nın inanılmaz futboluna ben de kaptırdım bu aralar kendimi(Messi’nin Osasuna’ya attığı gol neydi öyle arkadaş)… Avrupa’da Bergkamp döneminden gelen bir Arsenal&Hollanda sempatim de var.

Boş vakitlerimi ya internette ağırlıklı spor olmak üzere yazılar okuyarak ya da kitap okuyarak geçiririm. “Eroinle Dans”, “Uçurtma Avcısı” ve “MİT’in Gizli Tarihi”ni tavsiye ederim. Yok şaka yapıyorum tabi, o her lisede bulunan ve bir anda ‘derin devlet’ kitapları okumaya başlayan TM çocuklarından değilim. Beğenerek takip ettiğim bloglar ise Aceto Balsamico, Salsa Basket, Tardini Büfe, Genç Subaylar ve Kapalı Kale Arkası. Yazımı yine çok sevdiğim Can Yücel’in bir şiiri ile noktalayayım:

EĞER

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde ‘onca ayrılığın birinci dereceden failidir’ denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse…

Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!

Editörün Notu: Eski fotoğraf çok bayıktı, yenisindeki yardımları için Genç Subay Kubi Kuhn’un gözlerinden öperim efendim… Cavs kaynaklı efkarına rağmen üstad konuşturmuş yine.