Sen Daha Komiksin Hidayet


Ender Arslan’ın son gökkuşağı şutu bir şekilde girmiş olsaydı yarını görebilir miydik emin değilim. Ender grup aşamasında özellikle Kerem Tunçeri’yle birlikte oynadığında zaman zaman bir 2 numaraya evrildi ve sağlam şut soktu. O iyi şut yüzdesi İspanya maçıyla birlikte savunma görmeye başlayınca azaldı belki ama genelde kendisinden beklediğimizden daha iyi şeyler yaptı organizasyon anlamında. Buna rağmen İspanya maçını bitiren beşte olmasını da, Slovenya maçında son topu getirenin o olmasını da yadırgadım. Gerçi Slovenya maçında Kerem beş faulle kenardaydı ama… Yine de ben o hücumda Ender’in aldığı inisiyatifi ve Engin Atsür’e hazırladığı pozisyonu beğendiğimi söylemiştim. Bu maçta bile takımın hücumda kısırlık çektiği dakikalarda iş gören çabaları oldu. Ama böylesine iyi geçirdiği bir turnuvayı dahi olabilecek en kötü biçimde bitirmeyi başardı Ender. Çok fazla sallamaya da gerek yok, Ender Arslan olduğu için böyleydi Ender Arslan bugün son topta. Maçı uzatmaya götürdüğünde de aynı Ender Arslan vardı aslında sahnede. Sadece biz sevinci biraz fazla abartmıştık. Sen daha komiksin Hedo!


Taylor Swift’i tanımam. Ama bazı olaylar yaşanmış ve ben de Kanye West’i kınıyorum, yaptığı kabaydı… Geyiğin de dibine vurulmuş. Bir yerlerde bunu gördüm, aldım hemen. Ömer Aşık bu turnuvada Shaquille O’Neal’ı gölgede bıraktı ne yazık ki. Gerçi maç sonrasında Mithat, Ömer’in serbest atış hocasına sallıyordu. Dedim, muhtemelen öyle biri yoktur. Ama olursa, bu kalas o yüzdeyi anlaşılır seviyelere çektiyse Ömer, Chauncey Billups gibi sokmaya başlar herhalde… Steve Nash demiyorum, sevmediğimi burayı okuyanlar bilir.


SLAM: What did you want to be?

MELO: Every time that question came up at the beginning of the school year, I never answered, because I didn’t want to be nothing. I just wanted to graduate from high school. I wanted to run around, I wanted to be outside, just chilling on the steps, seeing what’s going on. Not doing anything, just being there. I never walked around saying, I want to be an NBA basketball player! I watched the NBA, I had favorite players. Bernard King, that was my favorite player. No disrespect to MJ, because that’s God, but Bernard King was my favorite player.

SLAM: It’s funny you mention Bernard King, because he was always so overlooked…

MELO: Always! Always overlooked.

SLAM: And you get overlooked a lot, too.

MELO: Well, I’m back. I’m back. I think the only reason I was being overlooked was because I went to the Playoffs and got eliminated in the first round five straight seasons. And then you see D-Wade win a Championship, then you see LeBron take his team to the Finals, and it’s like, OK, where is Melo? Last year when we got to the Conference Finals, I think people realized, Melo is finally where he’s supposed to be.

SLAM: So you feel like you’re back?

MELO: I mean, I don’t like saying I’m back, because I didn’t go nowhere. But I’m back, baby.

Allen Iverson’dan ümidi kesen SLAM, oltayı bu çocuğa mı taktı acaba? Kapak güzel olmuş lakin. Gürkan da takdir edecektir. Bu arada kendisi Eurobasket için yukarıda gördüğünüz süpersonik banner tasarımını da yapmıştır, teşekkürlerimizi sunalım…


Bir de… Bu adamlar geliyor artık, geri kalanlara baktığımda fiyakasını fena bozdukları Fransız takımından daha iyisi çarpmıyor gözüme. Çeyrek finallerde yanıltan eşleşme olmadı beni, bahis oynayıp kuponu göstermediğim müddetçe pek bir anlamı olmayacaktır sözlerin gerçi. Yunanistan, İspanya’yı zorlayabilen bir takım olmuştur zaman zaman. Ama şu durumlarıyla çok zor. Diğer tarafta Slovenya-Sırbistan eşleşmesi var. “Ölüm Grubu” derken bunu kastediyorduk. Aslında terminolojiye göre içeride birilerinin yıpranması, hatta bazılarının saf dışı kalması falan gerekiyor. Ama burası öldüren bir gruptu. C Grubu’ndan çıkan üç takımın da çeyrek final yapacağını tahmin etmiştim ama üçü de yarı final yaptı pek zorlanmadan. Bu biraz ağır oldu.

All-Eurobasket Teams

Çeyrek final maçları öncesinde not düşmüşüm bu beşleri, son iki günde gördüğümüz performanslarıyla bazı oyuncuların yerlerinde oynamalar yapılabilir. Mesela dün takımı elenirken teslim bayrağını ilk çeken isim olan Tony Parker ile bugün takım skorda kilitlenince kontrolü devralan Vasileios Spanoulis’in yerlerini değiştirebiliriz kolayca.


Tony PARKER (Fransa):
Parker turnuva boyunca takımını omuzlarına aldı ve birçok maç son topa kalsa da takımının mağlubiyetine hiçbirinde izin vermedi. Ronny Turiaf, Boris Diaw gibi önemli yardımcıları vardı, rol oyuncuları da standartların üstündeydi elbette. Fakat Fransa hakkındaki tüm iyimserliğime rağmen, 6-0 yapabilecek bir takım olarak görmedim onları. Parker bunu yapmalarını sağladı. Ama son yazıda da bahsettiğim gibi turnuvanın en büyük sürprizi -yani İspanya’nın kötü başlangıcı- onların başını yaktı ve belki de bir erken finali kaybettiler. Hidayet Türkoğlu gibi bir satıştan bahsedemesek de çok çabuk pes etti Parker çeyrek finalde. Önce Ricky Rubio’nun baskılı savunmasıyla birkaç top kaybı yaptı, hakemlerden yıldız düdüğü talepleri de geri çevrilince ikinci yarıda oyundan koptu tam anlamıyla. 32 dakikada 1/8 şut isabeti nedir? Soktuğunun 1 olması kadar, attığının 8 olması da tüyler ürpertici. Son çeyrekte sadece sahada gezinip, hakemlere gülümsüyordu zaten. Yine de ben bu beşleri çeyrek final öncesi dizmiş olduğumdan yeri garanti. Son maç öncesindeki 18.0 sayı, 4.3 rebound, 3.7 asist ortalamaları bile çok şey anlatıyor.

Milos TEODOSIC (Sırbistan):
Teodosic’in rakamlarına pek bakmadım, oyununu bir kez izlemeniz zaten bunu gereksiz kılmaya yetiyor. Sırbistan o kenara gittiği zaman bir anda bocalıyor, beyni alınmış kurbağa gibi bir oraya bir buraya koşuyor topla birlikte. Turnuva öncesi bu 3T teknolojisine vurgu yapmıştım, öne çıkmasını beklediğim adam Uros Tripkovic idi daha çok. Tripkovic çok iyi şut soktu, bu anlamda istikrarı tutturabilen de tek dış oyuncu oldu, ona da yerimiz var ileride. Ancak Teodosic saha içi liderliğini öyle güzel kotardı ki. Bu 1.95 boyundaki, pozisyonu için oldukça da kalıplı adamdan oyun kurucu yaratılabileceğinden şüphe duyanlar vardı Sırbistan ve Yunanistan’da. Olympiakos formasıyla önemli maçların kritik anlarında hatalar da yaptı. Ama bu turnuvada büyüklüğünü gösteriyor hakikaten. Bir FIBA turnuvasında 5.9 asist ortalaması yakalamak… Bize karşı o düşük tempoda 8 asist, hemen ardından da Litvanya maçında 12 asist yapması… Teodosic sahadaki davranışlarıyla pek belli etmese de şu anda alev alev yanıyor. Ve Slovenya’nın da korkması gereken birinci isim o olacak yarı finalde.

Ersan İLYASOVA (Türkiye):
Ersan da en kötü gününü en kritik maça denk getirenlerden. Gerçi Slovenya maçının da bizim için çeyrek final kadar kritik olduğunu düşünenlerdendim. Ama orada da ikinci yarıda hiç işin içine giremedi, ya da oyun kurucularımız girmesini sağlamak için yeteri kadar çaba göstermediler. Yine de Ersan’ın Barcelona ile gösterdiği gelişimi takip etmeyenler, onu 2007 yazında bırakanlar için büyük bir sürpriz olmuştur. Türkiye’nin sahada skor liderliğini yapan adam oldu turnuva boyunca. Bu yüzden yanlış seçimleri olsa da, bunlara tolerans gösterebilmeliyiz. Takımı kötü anlarında sırtında taşırken iyi de, bir topta içeriyi fazla zorladı diye mi kötü? Eleştirilecek biri aranıyorsa 15 numaraya çevrilebilir oklar, tabi sakatlık durumundan da emin olmak lazım. Sakatsa ve buna rağmen birinci derecede önemli olmayan, Slovenya maçıyla telafi edilebilecek Sırbistan maçında 38 dakika sahada tutulmuşsa okların nereye çevrileceği belli.


Pau GASOL (İspanya):
Baba Pau ve milli takımdaki ağırlığıyla ilgili az bilinen gerçeklerden bazıları:

– 5 faul alan oyuncu önce Baba Pau’ya dönerdi, “Çıkayım mı” diye sorardı. O “Evet” deyince çıkardı.

– Kaybedilen Sırbistan maçından sonra soyunma odasında “Adam gibi oynamazsanız dönüş biletlerinizi yırtarım, İspanya’ya yürüyerek dönersiniz” dedi.

– Bir maçta taraftarın onu ıslıklamasından sonra “Bu formayı bana taraftar giydirdi, şimdi onlar isteyince de çıkarırım” dedi.

– 2007’de İspanya’da oynanan maçta Portekiz karşısında skor 46-21 İspanya lehine gitmekteydi. Devre biterken ataklar ardı ardına devam ederken Portekiz kaptanının yakasına yapışan Baba Pau dedi ki: “Arkadaşlarına söyle maça biraz asılsınlar. O kadar insan güzel bir maç izlemeye gelmişler sizler dökülüyorsunuz, bir an evvel kendinize çeki düzen verin.”

– Oyun sıkışınca iki kişiyi sağına soluna alıp, kollarını onlara takar ve rakip pota altına bu sayede hiçbir müdahaleye maruz kalmadan girerdi.

Tamam sonuncusu biraz abartı olmuş olabilir, ama yine de bu takımda Pau’nun yeri ayrı. Takasıyla NBA’deki dengeleri değiştirebilen bir adamın yeteneklerinden bahsetmenin çok da anlamı yok. Ama onun faul çizgisinden 1/8 ile, saha içinden de 4/10 ile attığı bir Sırbistan maçında takımın görüntüsüyle sıradan bir Gasol performansı izlediğimizdeki görüntüsü kesinlikle aynı değil. Fransa’ya karşı 28 sayısı, eski takım arkadaşı Ronny Turiaf’e hiçbir zaman sahip olamayacağı pota altı hareketleriyle nazire yapması, absürd bir pozisyondaki ters smacı, küfür tadındaki 3 bloğuyla galibiyeti ne kadar kolay gösterdiğini izleyenler bilir. Polonya maçında kankası Juan Carlos Navarro ile de aynı telden çalmaya başlamıştı ki yarı finaldeki diğer takımlar için korkutucu bir görüntü…

Timofey MOZGOV (Rusya)
Mozgov biraz iddialı bir seçim gibi görünebilir. Aşağıda adını anacağım Marcin Gortat, Erazem Lorbek, Ömer Aşık gibi adamları da ilk beşin içine alabilirdim. Gortat’ın durumu biraz farklı, takımını çeyrek finale taşıyabilse her şeye rağmen alırdım onu. Ama Mozgov’un, Rusya çaresizce genç adamlarından birinin ileri adım atmasını beklerken gösterdiği performans çok önemliydi. Faul problemi sebebiyle kısıtlı süre sahada kalabildiği ilk iki maçta, bir Nedim Dal klonu olan yedek uzun Dmitri Sokolov ile kendisini en kötüsüne alıştıran David Blatt de Mozgov’un sonraki maçlardaki müthiş geri dönüşü sonrasında ne yapacağını bilememiştir muhtemelen. Sokolov ilk iki gün 21 dakika sahada kaldıktan sonra, beş maçta toplam 9 dakika oynadı mesela. Yapılacak güzel şeylerden biri buydu. Diğeri de bu adamın sahada olabildiğince fazla kalması için Tanrı’ya yakarış… Mario Kasun’u bitiren ve Hırvat pota altını oyan oydu. Mozgov yani… Atletik Fransız uzunlarını 5 blokla selamlayan da oydu. 86 doğumlu ve bu turnuvanın bizim çocuk Aşık ile birlikte vitrine çıkardığı iki genç uzundan biri. O da iyi faul atamıyor ama arada sırada atıyor.

Jaka LAKOVIC (Slovenya) – Vasileios SPANOULIS (Yunanistan) – Novica VELICKOVIC (Sırbistan) – Erazem LORBEK (Slovenya) – Marcin GORTAT (Polonya)

İkinci beşte maç başına 3.4 üçlük isabetiyle yaklaşık 15 sayıya ulaşan, hala güvenilir olmamakla birlikte bu turnuvada oyun kuruculuk anlamında da bazı gelişmeler gösteren Sloven Lakovic var mesela. Alman Ernst gibi evet…

SG için pek zorlanmadık ama turnuva sonunda bir kez daha gözden geçirince ilk beşi hak ettiğine kani olacağız muhtemelen. Diamantidis-Papaloukas ikilisinin yokluğunda bir ekolü devam ettirdiğini gösterdi, son dakikalarda yaptığımız seçimleri gördükçe keşke bir Yunan guard devşirsek diyorum kendi kendime. Kerem-Ender ikilisi turnuvayı kötü oynamadı. Ama Ender Arslan bu, her şeyi doğru yapıyor olsaydı Ender Arslan olmazdı. Saçmalama hakkını her zaman cebinde taşıyan bir adam. Standartlarının üstünde oynadığı bir turnuvada bunu en kritik anda yapması da yadırganamaz. Karma! Kerem Tunçeri bu turnuvada yine çok olgun bir görüntü çizdi, fakat o top çalma hastalığı. Hayır, iyi yapabildiğin bir şey de değil. Rakip hücumda adam eksiltemediği müddetçe hiçbir şey yapamazken, senin kendi kendini eksiltmen bu tecrübeye yakışıyor mu Tunçeri?


Velickovic Euroleague’de çılgın attığı sezonun üzerine burada da gayet iyi. Ama biraz fazla dışa bağımlı bir power forvet kendisi, kariyeri için dikkat etmesi gereken bir detay. İçeride de birkaç numarası var, yok değil ama geliştirebilir bunları. Real Madrid formasını giyecek bu sezon, o zaman belli olur ak koyun kara koyun.

Lorbek de çok olgun top oynuyor. Avrupa’da izlerken de gelişimi hissedebiliyorduk, fakat burada tamamen güvenilir bir adam olduğuna ikna olduk. Eskiden bazen çok kötü günler geçirebiliyordu, ama bugün Avrupa basketbolunda bir Tim Duncan sanki kendisi. Öyle bir havası var. En kötü günü bize karşıydı işte, orada da başkaları devreye girdi. İhsan Bayülken çok kızdı…

Gortat birinci skor opsiyonu olduğu takımda, her ne kadar kondisyonu iyi gözükse de insanlık dışı süreler aldı. Bir oyun kurucu için bile fazlaydı bu süreler. 34.5 dakikalık bir ortalaması var ki erken kopan maçları da oldu Polonya’nın. Ama ülkesine armağan ettiği Litvanya galibiyeti bile yeterli olacaktır. Turnuvayı double-double ortalamalarıyla kapattı ve kontratının karşılığını verebileceğini gösterdi yeni takımına.

Heiko SCHAFFARTZIK (Almanya) – Uros TRIPKOVIC (Sırbistan) – Kelly McCARTY (Rusya) – Ronny TURIAF (Fransa) – Ömer AŞIK (Türkiye)

Üçüncü beşte Murat Kosova kadar güçlü hislerimiz olmasa da Schaffartzik’i beğendik biz de. Herifin iyi attığını Ankara’da da görmüştük, ama yüreği çok büyük çıktı. Büyük bir yürek düzgün bir bilekle buluşunca da tadından yenmiyor. Almanlar’ın gençleri mi farkı yarattı, Dirk Bauermann mı emin değilim. Ama daha fazla saygıyı hak ettiklerini gösterdiler, sadece Dirk Nowitzki değilmiş.


Uros Tripkovic büyük şutör. Her seviyede sokabildiğini gösterdi, bizim maçta da faul problemine girip sempati topladı. Bu genç Sırplar Slovenya’yı yenebilir. Tripkovic ve Teodosic de başrolü oynar böyle bir durumda.

Rusya’nın Amerikalı olarak McCarty seçimi biraz zorlama gibi gözüküyordu. J.R. Holden’ın yerine birisini almaları lazımdı ve en azından olayın biraz içinde olması isteniyordu yeni adamın. Yıllardır Rusya’da basketbol oynayan birine gittiler ve bulabildikleri McCarty idi. Dışarıdan görünen bu. Fakat bu turnuvada McCarty’nin gösterdiği, ileride Holden takıma geri dönecekse ekstra bir şeyler yapmasını gerektirebilir. Black Russian her daim lezzetli. Küçük Beyoğlu hatunları da “Onu şu an yapamıyoruz, White Russian verelim” demeye devam etsin.

Söz büyük yüreklerden açılmışken adını anmadan geçemeyeceğimiz bir isim daha var. O kalp ameliyatı sırasında doktorlar sıradışı bir şey mi yapmış bilmiyorum ama ortaya bir canavar çıkmış. 8.0 sayı ve 6.6 rebound çok etkileyici gelmemiş olabilir ama sahada yarattığı enerji istatistiklerle açıklanamayacak bir olgu. Bu arada Lakers taraftarı için de şok edicidir böyle üst düzey bir turnuvada Turiaf’i rebound sıralamasında yedinci görmek.

Ömer bu turnuvada net bir şekilde seviye atladı. Bu geçişi daha önce yapıp, normal sezonda da gösterebilirdi bizlere… Ancak o uzun sakatlık sürecinden sonra toparlanması yaz aylarını bulmuş anlaşılan. Topu potaya çok yakında alması gerekmiyor artık bitirebilmesi için, panyayı çok akıllı bir şekilde kullanıyor, çemberin altına -en azından eskisi kadar- penetre etmiyor ve gözümüzün önünde büyüyor. Çalışmayı bu kadar seven, öğrenmeye bazı dinozor beyinli takım arkadaşlarının aksine bu kadar açık bir adam oyunundaki defektleri bir an önce ortadan kaldıracaktır. Çalışmaya serbest atışlardan başlayacağı da kesin. Ben inanıyorum…

Honorable Mentions:
Marko BANIC (Hırvatistan), Ioannis BOUROUSIS (Yunanistan), Sergey MONYA (Rusya), Kerem TUNÇERİ (Türkiye), Michal IGNERSKI (Polonya)

David vs. Goliath: Polska


“We don’t have any of the big name players with all the big reputations, but we do not give up. That’s for sure. We’re like termites in a house, and it’s tough to get rid of termites. We’re not so great but we try hard.”


“Can we win the title? No. We are nowhere near going all the way, but we have upheld the pride and the reputation of Russian basketball. If you asked me do I think we can repeat I would say certainly not, but if you asked me can we compete, then yeah.”

YouTube Milliyetçileri Müjde: Türkiye-Yunanistan


Blogger’a erişememe muhabbeti biraz can sıktı bugün. Dünün bahanesi de İbrahim Üzülmez idi tek başına kendi adıma. Mithat bayan tenisinde sadece bacakları güzel olanların, erkek tenisinde ise sadece Roger Federer’in maçlarını izleyen bir otorite olarak -hayır, bu ikisi arasında bir bağlantı kurmak istemiyorum- Juan Martin Del Potro’nun şampiyonluğuna sallamış. Ayıp etmiş…

Neyse biz Eurobasket yazalım biraz. Bugün özelinden giderek, ikinci turla birlikte rakipler sertleştikçe su yüzüne çıkan bazı problemleri listeleyelim en azından. İyi şeylerden de bahsederiz, Yunanistan eşleşmesine de bir göz atarız gerekirse.


– Fikir değiştirdim, öncelikle eleminasyon safhası öncesindeki en büyük avantajımızdan başlıyorum. Milli takımın ilk turdaki görüntüsü ile ikinci turdaki görüntüsü arasında istatistik kağıdına bakınca büyük bir fark varmış gibi gözüküyor. Sadece maçlarda atılan sayı ortalamalarına bakmamız bile bunu söylememiz için yeterli olabilir. Fakat durum pek istatistik kağıdında göründüğü gibi değil. Litvanya maçının ilk yarısını ayrı tutacak olursak, bu takım bu turnuvada istediği her zaman kendi oyununu rakibe kabul ettirmeyi başardı. Polonya ve Bulgaristan maçlarında erken açılan fark sonrası aynı düzeyde savunma yapmak fuzuli bir enerji sarfiyatı olurdu, o yüzden orada yapmadık bunu. Fakat bir savunma takımı olarak her maçta tempoyu düşürüp, hücumları 24 saniye sonunda kullanma eğiliminde olduk. Savunma sertliğimizin, özellikle de guardlara yapılan baskının bir getirisidir ki maç başına 7 top çalma ortalamasına ulaştık ve buralardan fena sayılmayacak bir fast break katkısı aldık. Bunların tamamını iyi değerlendiremedik ama skorda kilitlendiğimiz zamanlarda yardımcı olduğunu da gördük bu kozumuzun birkaç kere. Bunları bir kenara koyuyorum ve geri kalan hücumlarda topun en az bir kez içeriye indiğini, oradan tekrar dışarı çıktığını falan görebiliyorum. Düşük tempoya uygun bir savunma takımı olduğumuzu sonunda kabullenmişiz ve İspanya’yı 60 sayıda tutan bir performansa önayak olan da bu mantalite olmuş. Bunu kabul etmek istemeyenler veya başarıyı rakipleri kötü günlerinde yakalamamıza yoranlara ise şiddetle Polonya-İspanya maçını izlemelerini öneriyorum. Elbette Polonya oyuncu kalitesi bakımından bizim takımımızla kıyaslanabilecek bir takım değil. Fakat İspanya’ya karşı yüksek tempolu oyun tercihinin nelere yol açtığının canlı kanıtı oldular bugünkü maçta.

– Polonya demişken, Marcin Gortat’ı çok beğenirdim ve kendisine karşı özel bir sempatim de vardı. Ligin en underrated uzun yedeği olarak başladığı sezonu, Orlando’nun finale kadar uzanmasıyla aynı kategorideki en overrated -en azından en overpaid- oyunculardan biri olarak tamamladı. İyi günlerde harcasın tabi de konu bu değildi. Bugün Irmak Kazuk mikrofon uzattı kendisine. Tanınırlığı oldukça yüksek bir NBA oyuncusu olarak Türk takımına iyi dileklerinin ardından şöyle bir bitiriş yaptı aşağı yukarı: “Kadroda Tunçeri ve Türkoğlu gibi büyük tecrübeler var. Aynı zamanda önemli gençler de var ve istikrarlı olarak katkı veriyorlar. Ve o Aşık denen çocuk… Bana iyi bir ders verdi bizim maçta.” Herkes karşısındaki oyuncuyu onurlandırma konusunda bu kadar açık fikirli olmayabiliyor, çok sevdim bu davranışı. Hele de bu övgünün genç bir oyuncu için yapılmış olması iki kat değerli…


– Oyunumuzun sıkıntılı yanlarına da geçeceğim de hava çok sıcak burada. Ya da bende bir problem var. Bu arada… Burası İstanbul! O reklama uyuz olan sadece ben değilimdir umarım. İstanbul’un gerçekleriyle biraz daha barışık olmalı söz konusu firma her şeyden önce. Hiç bilmeyen biri de siparişe özel üretim yapan, tüketici profilini de bienalden çıkamayan insanların oluşturduğu bir firmayla karşı karşıya olduğunu zanneder. Böyle şeylere tepki veren bir halk olabilse pazarlama açısından da mantıklı bir reklam değil yani de her şeyden önce çok eğreti. Zamanım olsa alternatif bir İstanbul videosu çekip, sonuna yerleştirebilirdim aynı sloganı… Burası da İstanbul.

– “Paniğe gerek yok, sadece İstanbul’da sonbahar” diyorlar…

– Bugün Engin-Sinan ikilisiyle başlamanın bir mantığı var mıydı diye çok kısa bir süre düşündüm. Sonra Bogdan Tanjevic gerçeğini hatırladım. Ömer-Sinan değişimini kabullenebilirim, fakat Kerem-Engin değişiminin sahada bir geri dönüşü olmasını bekleyenler mi vardı teknik ekip içinde ve bu bekleyenlerden biri Tanjevic miydi diye sormak da istiyorum. Maçın başlangıcında yediğimiz kötü seri sebebiyle söylemiyorum bunu, durum farklı da olabilirdi her şeye rağmen. Ama ilk beşin son üç maçtır en iyi işleyen parçasıyla ne alıp veremediğimiz var bilmiyorum. Sakat desen değil, faul problemine rağmen 20 dakika oynayabilmiş. Dinlendirmek istiyor desen değil, belki de bugüne kadar oynadığımız en önemli maçı oynuyoruz. Birilerini dinlendireceksek bunun yeri Sırbistan maçı olmalıydı. Biz ne yaptık? Sakatlığı nedeniyle zorlandığı her halinden belli olan ve şut ritmini yakalayamamış yıldız oyuncumuzun limitlerini test ettik. 38 dakika sahada tuttuk kendisini… Sonra Sırbistan’ı yendik. But in the end, it doesn’t even matter.


– Çapraz grupta Rusya’nın ikinci tur performansı ve turnuvadan beri kendini bulmaya çalışan favori İspanya’nın kaybettiği ekstra maçlar çeyrek final tablosuna da yansıdı ister istemez. Turnuvanın şu anda -en azından bana- işaret ettiği iki favori takım çeyrek finalde eşleşti her şeyden önce. Biz Yunanistan eşleşmesini görünce bunu hak etmediğimizi düşündük ilk olarak. Peki Fransızlar ne yapsın? Bir de alternatif düşünce oluştu… “Şampiyon olmak istiyorsak, bu takımları eninde sonunda yenmeliyiz” şeklindeki moda söyleme madalya ile gayet de yetinebilecek biri olarak pek itibar etmiyorum.

– Tanjevic bu turnuvada oyuncu değişiklikleri konusunda nispeten daha tutarlı bir görüntü oluşturunca, bazı yorumcular Tanjevic’in rotasyon sevdasını bir mit olarak lanse etme çabasına giriştiler. Ya da gerçekten kendileri de unuttular eski yaşanmışlıkları. Halbuki 2007 yazına gitmeleri falan da gerekmiyordu, mayıs ayında kulübüyle geçirdiği başarısız final serisini akla getirmek yeterli olabilirdi. Biz iyimser olmayı tercih ediyoruz yine, fakat Tanjevic’in rotasyon sevdası bir şehir efsanesi değildi hiçbir zaman.

– Bu rotasyonda hak ettiğini alamayan bazı isimler var halen. Barış Hersek ve Bekir Yarangüme ekstrem durumlar dışında süre almayacak gibi gözüküyor ilk planda. Sırbistan maçında Bekir’in yararlı olabileceğini düşündüm aslında, özellikle de Novica Velickovic’in savunmasında. Hidayet’in o kadar kötü bir gününde şans verilebilirdi… Fakat 10 kişilik bir temel rotasyon iyidir bu çapta bir turnuvada. Fazlası zarar… Semih Erden’i Bulgaristan maçıyla birlikte daha fazla oyunun içinde görebildik. Fakat ülkeden gelen tebrik telefonlarından mıdır nedir, bu sefer de kendini olduğunun üzerinde görmeye başladı sanıyorum. İspanya maçından sonraki açıklamaları bu yöndeydi net biçimde. Osman Sakallıoğlu soruyu direkt sormaktansa, saçma sapan da olsa bir bağlama cümlesi kuruyor öncesinde. Ona mikrofonu uzatmadan önce de Pau Gasol’den falan bahsetti nedense. Semih’in cevabı daha komikti ama: “Onun kim olduğu maç öncesinde benim için önemli değildi, gözümde de fazla büyütmedim. Sonunda kazanan ben oldum.” Öyle bir anlatıyor ki. Gören bizim Semih, Pau’nun façasını öyle bir bozmuş ki İspanyol telefonunu kapatıp kendini odaya kilitlemiş sanacak… Ben? Üst düzey yardımlaşmalı bir savunma gördüğümüz, takım kimyası için çokça umutlandığımız o maçtan sonra “ben” diyebilecek tek adamdı heralde Semih. Fazla da abartmamak lazım maçın heyecanıyla verilmiş bu demeçleri. Yine de Semih’ten duyunca kulağa çok da yabancı gelmiyor ve altını çizmek gerekiyor.


– Semih konusunun dozunu ayarlayamamışız. Asıl bahsetmek istediğim şu ki Semih’in Bulgaristan ve İspanya maçlarındaki performanslarına olması gerekenden fazla değer verildi ve Oğuz Savaş gibi bir adam defterden çabuk silindi kanımca. Tam olarak silinmedi tabi, fakat İspanya ve Sırbistan maçlarında erken faulleyerek çıkmışken bu maçta neden 7 dakikada kaldığını pek açıklayamıyorum. Erazem Lorbek’i hem fiziğiyle, hem de dış şutu savunabilme özelliğiyle en çok zorlayabilecek adamdı. Hücumda da sahneden uzak kaldığı üç maçtan sonra, bugün onu işin içine tekrar dahil edebilmek çeyrek final öncesinde galibiyetten bile önemli olabilirdi. Şimdi Yunanistan’ın 5 numara pozisyonunda bu turnuvada en çok ön plana çıkan oyuncu Sofoklis Schortsianitis için Oğuz’dan daha iyi bir çözüm olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Peki turnuvaya gayet iyi başlayan, Litvanya ve Polonya önünde takımın en iyilerinden olan Oğuz şu anda bu göreve hazır mı? Konsantrasyonu onu faul probleminden uzak tutmaya yetecek düzeyde mi? Sahada uzun süreler kalmanın gerekliliklerini yeniden hatırlayabilecek mi? Bu soru işaretlerinin hala soru işareti olarak kalmasının sorumlusu da kenar yönetim ne yazık ki…

– Biraz da acıkmaya başladım. Uyku düzensizliğinin böyle bonusları da oluyor yanında… Yunanistan maçında bizi nelerin beklediğine yarın akşam değineyim ben. Belki birer birer eşleşmelere de değinirim. O zamana kadar, şuradaki Yunanistan ön incelemesine yollayayım sizi. Beklentilerimi genel olarak doğrulayan, hücumda fazlasını da veren bir Jonas Kazlauskas takımı oldular turnuvanın geride kalan bölümünde. İki ihtimalli maç!

– Yazıyı bitirdikten sonra aklıma geldi, en uygun boşluğun burası olduğuna karar verdim. Zor bir karardı… Son topu beğendim ben, milli takımımız ve hatta kulüp takımlarımız -çeyrek sonları da dahil olmak üzere- bu kadar boş pozisyon bulamazlar son hücumlarda. Ender Arslan’ın bir gözyaşı damlası ihtimali vardı, o sorumluluk alabilirdi. Bu turnuvada neredeyse hatasız yaptığı işi bir kez daha yapması gerekiyordu sadece. Emin değilim ama önündeki uzunlar görüşünü engellemiş olabilir. Ya da böyle bir şey olabileceğini düşünüp, maçı bitirme fırsatına sahip Engin Atsür’ü de köşede gayet iyi pozisyonda görünce bu tercihi yapmış olabilir. Ne Ender’in seçimini, ne de Engin’in şutunu sorgulayabilirim. Engin de bu turnuvada da, milli takım kariyerinde de kritik dış şutları ekseriyetle skora dönüştüren bir arkadaşımız. Oyuna soğuktu falan da, oyuna sıcak olanlar zaten bir ya da iki yeşil formalının kontrolündeydi. Engin’e boş pozisyonu yaratan da Hidayet üzerindeki yoğun ilgiydi zaten. Ersan İlyasova için de benzer bir durum söz konusuydu. Ne yani, sırf elleri daha sıcak diye Ender penetresinin sonunda potaya sırtını dönüp bu adamları mı arayacaktı? Daha iyi bir set çizilip Hidayet-Ersan ikilisine müsait pozisyon yaratılabilirdi. Böyle derseniz kabul ederim. Ancak, saha üzerinde oyuncuların verdiği kararlar ve aldığı inisiyatiflerde bir hata görmüyorum. Tabi ki ideal oyunu oynadığımızı da iddia etmiyorum. Hatta bu setin çizildiğinden de emin değilim, muhtemelen başka şeyler düşünülmüştür.


– Slovenya maçını neden kaybettik peki? Aslında Sırbistan maçından farklı bir şey yapmadık. Ancak Sırbistan’da Uros Tripkovic’in acemice faulleri sonrasında şut atabilen bir kısa kalmadı. Milos Teodosic’in en güçlü yanlarından biri değildir zaten dış şutu, Milenko Tepic de bu turnuva özelinde normaldekinden daha da kötü bu alanda. Hal böyle olunca iş tamamen Velickovic’in el üstünden attığı şutlara kaldı dış üretimde. O da iyi soktu Allah için. Fakat bugün Goran Dragic ve Domen Lorbek’in eksiklikleriyle ortaya çıkan Sloven takımı bu konuda sıkıntı yaşayacak en son takımdı belki de. Neyse ki onlar da skorda farka ulaşınca, hücumları skor için değil de süre için oynamaya başladılar. Bu psikolojinin sonucunda da basketle sonlanan hücumları da dahil olmak üzere 24 saniyenin sonunda top kimin elindeyse potaya gönderir oldu. Onlar da söylenenin aksine turnuvadaki en iyi maçlarını falan çıkarmadılar. Maçın büyük bölümünde alan savunması yapan bir takıma karşı bundan daha iyisini yapabilecek malzemeye sahiptiler. Ancak yine oyun kurucular bu tarz oyunu dikte etme noktasında sınıfta kaldılar. Jaka Lakovic hiçbir zaman saf bir oyun kurucu olamayacak. Beno Udrih sakatlanmasa bu takım ciddi final adayı, hatta şampiyonluk adayı bile olurdu kağıtlar karıldığında. Şimdi onun yokluğunda da Rusya, Sırbistan ve Hırvatistan ile birlikte kolay bir yola girebildiler final için. Dörtlünün en iyi takımı görünümündeler, fakat oradan kim çıkarsa çıksın sürpriz olmaz. Bizim taraftan biz çıkarsak sürpriz olur ama mesela…

– İhsan Bayülken’in günden güne artan şu “ekstra” muhabbetleri kabak tadı vermeye başlamadı mı? Bostjan Nachbar tabi ki basket bulacak. Alan savunması yaptığın bir gecede de rakipte ileri adımı atacak isim olma konusunda en büyük aday yine Nachbar olacak. Sahada Türk milli takımının yaptığı savunma tercihi düşünülecek olursa ortalama bir katkıydı Boki’den gelen. Bunu Polonya maçında da yaptı coach eskisi, “Gortat-Logan ikilisinden gelen basketlere eyvallah, ama diğerlerinden bunları yememeliyiz Murat” dedi durdu. Bu maçta Gortat-Logan gitti, Lakovic-Lorbek geldi. Basketbol böyle bir şey olsaydı, Steve Kerr falan eve ekmek götüremezdi yıllarca. Merak ediyorum, biz Ömer Aşık’tan falan sayı buldukça benzer konuşmalar yaşanıyor mu yabancı televizyonlarda: Hidayet ve Ersan’dan yiyelim hep, diğerlerinden yemeyelim, ekstra olur, hazımsızlık yapar. Netteki hız farkı.

– Kendime Not: Böyle maddeler halinde yazınca daha uzun oluyormuş. İnsanlar okumuyor sonra, eski sisteme geri dön.

Neden Olmasın?


Turnuvanın ilk tur grupları geride kalırken namağlup bir şekilde ikinci tura yükseldik. Belki de çoğu kişinin beklemediği bir olay, ama dikkatlice rakiplerimizi analiz ettiğimizde bunun çok da anormal olmadığını anlayabiliriz…

Oldukça vasat bir takım olan Bulgaristan, sınırlı rotasyon ile oynayan ve üst düzey yıldızı bulunmayan Polonya ve birçok önemli oyuncusundan yoksun Litvanya. Polonya ve Bulgaristan’ı yenmemizi herkes bekliyordu da Litvanya’ya oldukça şaşırdık galiba. Ama ben de şaşıranlara iki kez şaşırdım… Bu şaşkınlığa da tek mantıklı dayanak turnuva öncesi İspanya’yı 22 sayı farkla yenmeleriydi herhalde. Basketboldan az çok anlayan birini yoldan çevirip, ”Hacı bana bir Litvanya kadrosu yap be” desen yüzde doksanı ilk beşi Jasikevicius-Macijauskas-Siskauskas-Songaila-Ilgauskas şeklinde yapar tahminen. Hatta altıncı adam olarak da Rimantas Kaukenas der. En iyi altı oyuncusundan yoksun Litvanya’yı yenmemiz çok da ilginç olmasa gerek. Ha, bu demek değil ki milli takımımız kötü. Oyunun iki tarafını da oldukça iyi oynayan bir takım kimliğindeyiz. O Ankara’da tel tel dökülen takım yok olmuş sanki. Gerçi her sporda takımlarımızın huyudur, hazırlık maçlarını sallamaz, abuk sabuk skorlar alırız. Ayrıca bana göre Hidayet daha yüzde ellisiyle bile oynamadı. Ender Arslan, Sinan Güler, Oğuz Savaş ve Ömer Aşık’ın performansları da oldukça güven verici.


Bizim için turnuva asıl şimdi başlıyor. İlk turdaki rakiplerimizinden herhangi birini diğer gruba koysak büyük olasılıkla sonuncu olarak turnuvaya veda edecekti. İspanya, Slovenya ve Sırbistan ne kadar formsuz olurlarsa olsunlar, çok kalite oyunculardan oluşan takımlara sahipler. Gerçi bizim de en büyük avantajımız ilk turdan büyük bir gazla geliyor olmamız. Milletçe gaza gelince başarılı oluyoruz çünkü. Ayrıca İspanya maçını kazanırsak, burayı da kayıpsız bitireceğimizi düşünüyorum. Tabi İspanya’yı yenmek o kadar basit değil… Gasol Kardeşler bayağı sorun çıkartacaktır, Juan Carlos Navarro hakeza. Tabi bizim için en büyük avantaj ise Jose Calderon’un olmaması. Ricky Rubio bir süper yıldız adayı olabilir ama bu daha çok genç olduğu ve takımı çok da iyi organize edemediği gerçeğini değiştirmez. Oyun kurucularımız gününde olursa, iyi şut da sokarsak kazanılamayacak bir maç değil. İspanya milli takımını bir daha böyle kötü zamanında yakalamak da mümkün değil zaten.


Çeyrek finale bizim ilk tur grubundan bizden başka takım çıkamayacak gibi. Slovenya, Türkiye, İspanya ve Sırbistan ilk şans verdiğim takımlar. Aklımdan geçen garip şeyler de yok değil hani. Bütün takımlar büyük eksiklerle geldi, şu an favori konumundaki Yunanistan’ın da Almanya maçını izledikten sonra çok da büyütülecek bir takım olmadığını düşünüyorum, biz niye şampiyon olmayalım ki? Lan!?

Er Meydanı


İkinci turda önce E Grubu perdelerini açtı. Günün ilk maçında Bydgoszcz’a (ilk ve son kullanışım olacak) galibiyet getiremeyen Rusya turnuvadaki en kritik maçına çıkıyordu. Yunanistan’ı yenmek çok kolay gözükmüyordu onlar adına, Makedonya galibiyeti ise yeterli olmayabilirdi. Bu yüzden son kurşunları saklamanın pek fazla mantığı yoktu. 2-3-4 numaralarda hiçbir takımın burun kıvıramayacağı parçalara sahipler aslında. Sergey Monya, Vitali Fridzon, Nikita Kurbanov, Kelly McCarty bu seviyenin hakkını verebilecek adamlar. Aleksei Zozulin de bu turnuvada beklentilerin üstüne çıkıp iyi bir rol oyuncusuna evrildi. Tersi durumdan Andrei Vorontsevich için bahsedebiliriz. Fakat genel olarak iyi bir rotasyon ve her maç bu oyunculardan birkaçı skorda devreye girip ekstra üretimler gerçekleştiriyorlar. (Hırvatistan maçında Fridzon-McCarty-Kurbanov üçlüsü 26 sayı buldu.)


Öte yandan basketbolda farkı yaratan pozisyonlar olarak görülen 1 ve 5 numaralarda ise aynı zenginlikten bahsedemeyeceğiz. Takımın iki oyun kurucusu var, ancak ikisinin de oyun kuruculuk meziyetleri tartışılır. Anton Ponkrashov 2 metrelik boyuyla altyapılardan beri bir proje olarak bakılan bir yetenekti. O dönemlerde J.R. Holden devşirilmemişti ve alt yaş gruplarında da göze çarpan bir oyun kurucu yoktu. Bu olumsuz durum, Rusya’yı bu bölgede bir deneye itti. Geçmişteki iyi örnekler düşünülerek bu projenin başarıya ulaşabileceği konuşuldu. Ben de bu turnuvaya kadar hala ümidimi koruyordum. Ancak Ponkrashov bugün 23 yaşında ve sahada görülenler projenin tam olarak bir başarıyla sonuçlandığını söylemeyi güçleştiriyor. Topu fazlaca geveleyen, doğru tercihler yapmaktan uzak bir oyun kurucu adayı hala Ponkrashov. İyi bir kumaşı var ve salt kariyerinin bu kobaylık süreci yüzünden ileride iyi bir 2 numara olma fırsatını tepmişse çok üzüleceğiz. Sergey Bykov da güvenilir bir oyun kurucu olmaktan uzak, onun da yetenekleri rakip takımdan örnek vereceksek Davor Kus’a karşılık geliyor. Bu pozisyondaki iki tweener ile başarıya gitmek çok kolay değil. 2 ve 3 numaralardan da organizasyon anlamında pek bir katkı gelmediğini de söylememiz lazım. Karakter olarak öyle oyuncular değil yukarıda saydıklarımız.


Pota altında ise 86 doğumlu Timofey Mozgov’un ilk beş çıkması ve Aleksei Savrasenko’nun boşluğunu doldurması bekleniyordu. Mozgov’un yeteneklerinden haberdardık. Ancak grup aşamasında hem o beklentilerin yarattığı heyecandan, hem de vücut koordinasyonunun halen yeterli seviyede olmamasından dolayı kendini faulden sakınamadı. Bu sebeple ilk iki maçta sadece 23 dakika sahada kalabildi toplamda. Almanya maçında 8 dakika oynamasına rağmen biz yaydığı ışığı görebilmiştik. İçeriye inen 6 topu kullandı, bunlar sonuncunda 7 kez çizgiye gitti ve toplamda 7 sayı buldu. Diğer uzun Dmitri Sokolov ise sahada kaldığı sürede birbirinden güzel bloklar yedi, başka da bir işe yaramadı açıkçası. Almanya maçının kaybedilmesinde de Mozgov’un erken faullemesinin ciddi bir faktör olduğunu düşünüyorum. Sokolov da verim vermeyince kısa bir beşle sahada kalan David Blatt, Jan-Hendrik Jagla’ya da engel olamamıştı. Son maçta ise kendisini korumayı becerebilen Mozgov, güçlü Fransız uzunları önünde 32 dakikada 8 sayı, 5 rebound, 5 blok gibi sıkı istatistikler yaptı. Sadece 4 şut deneyerek ulaştı o 8 sayıya, ki bu rakamın cılız kalmasının esas müsebbibinin başkaları olduğuna işaretti bu tablo da…


Bugün Mozgov, Mario Kasun’la iyi bir düelloya girdi. Uzunların kapışması her zaman keyif verir ve bu turnuvada Aşık-Gortat dışında böyle sahnelere pek rastlayamadık şu ana kadar. Gerçi bu kapışmanın basketbolun dışına çıktığı bir an da yaşandı ve Mozgov net bir dirsekle yüzünü darmadağın etti Super Mario’nun. Kasıtlı bir hareket olduğunu düşünmesem de eline koluna daha fazla hakim olsa iyi eder… O bahsettiğimiz koordinasyon eksikliğinin bir göstergesi de olabilir tek başına. Bykov top kaybı konusunda cömert, olumlu anlamda fazla inisiyatif kullanamayan bir adam. Bunlardan bahsettik. Ama aynı Bykov’un, Kasun’un yerde yattığı pozisyonda rakip yarı sahadan kendi potasının altına attığı depar ve maç sonunda durumunu soran tek Rus olmasından bahsetmezsek haksızlık olur. Takdir ettik bu güzel adamı… Neyse tekrar Mozgov’a dönecek olursak 18 sayı ve 8 rebound (bunlardan beşi ofansif) görüyoruz istatistik kağıdında. 62 sayıyla kazanılan, kötü şut atılan bir maçta 7/10 isabet oranı ile gelen çok değerli bir katkı. Savunmada da Nikola Prkacin’e bile geçilmedi bu adam. Hem de baba imzası olan spin üzerinden rakibi dip çizgiden geçtikten sonra bitirdiği hareketi denerken falan karşısında durmayı bildi, bayağı etkileyiciydi.


Hırvatlar herkes için ufak çaplı bir hayal kırıklığı oldu bugüne kadar. Efes Pilsen World Cup sonrası biraz fazla şişirilmiş olabilirler ama parçaların yerine oturduğu bir takıma benziyorlar ilk bakışta. Marin Rozic çok önemli bir savunmacı, Marko Banic bir an önce hak ettiği değeri görmesi gereken bir adam. Bu rol oyuncularının en büyük artısı da rol oyuncusu statüsünü kolaylıkla kabullenebilmeleri. Nikola Vujcic egosuyla problemler yaşayan bir yıldız olmadı hiçbir zaman. Zoran Planinic kenardan gelmesine rağmen mutlu edilebilmişe benziyor. Yine de Ukic-Kus-Planinic-Popovic dörtlüsünün iyi idare edilebildiğini düşünmüyorum sahada kaldıkları süre anlamında. Tabi dengeleri korumaya çalışırken, süreleri de her gün olması gerektiği gibi paylaştırmak çok kolay iş değil. Birinden taviz vermeniz gerekebiliyor. Örneğin Roko-Leni Ukic ilk çeyreğe çok basit top kayıplarıyla başladı, hücumda etki göstermekten de uzaktı. Uzun lafın kısası, uykudan uyanabilmişe benzemiyordu pek. Kenarda bekleyen Planinic gibi bir isim olmasa Repesa onda ısrar edip, güvenini kazanmasına yardımcı olabilirdi. Ama bu sefer de Planinic’in durumla barışık olmasını beklemek iyimserliğin de ötesinde bir şey olurdu. Kus-Popovic tercihinde de durum pek farklı seyretmiyor. Ben yine de ilk beşte çıkıp dış şut tehdidi yaratabilecek bir Marko Popovic’in hücum için daha ideal olabileceğini düşünüyorum. Pota altında kötü başlayan bir Vujcic kenarda tutulurken bu denli bir sorun yaşanmıyor diğer taraftan.


Repesa doğru formülü bulabilir, gruptan çıkmak istiyorsa bulmalı da. Fakat Yunanistan karşısına ve bugün izlediğim silik Hırvatistan takımının madalyayı zorlaması pek olası gözükmüyor. Bu gruptan ciddi şampiyonluk adayı olarak sıyrılabilecek iki takım Yunanistan ve gruplardaki başarısız görünümüne rağmen Fransa bana kalırsa. Günün ikinci ve üçüncü maçları da bu takımların hakimiyetinde geçti. Almanya beklenenden fazla zorlamış sayılabilir, fakat yine de maç boyunca Yunanistan’ın üstünlüğü vermeyeceği net bir şekilde görülebiliyordu. Robin Benzing’e beni mahcup etmediği için teşekkür ederken, Murat Kosova’daki Heiko Schaffartzik aşkını algılamakta güçlük çekiyorum. Tamam, şugar çocuk Heiko kabul… Ama son 40 saniyede maç artık Fransa tarafından kazanılmışken “Heiko Schaffartziiik” diye inlemeyi gerektirecek bir durumunu da görmedim. Böyle durumlarda Japonya’daki ses sistemini özleyebiliyor insan…


Makedonya da yüzümüzde bir tebessüm bırakmaktan öteye gidemedi. Omri Casspi gelse, şampiyona için iyi bir ikinci tur takımı anlamına gelebilirdi bu belki. Rusya ve Almanya karşısında ne yapacaklarını pek merak edemiyorum, onlar da oldukça sorunlu gözükseler bile. Call Me Eva Longoria!

Turnuvanın bugüne kadar çıkardığı MVP adayları da Tony Parker ve Vasileios Spanoulis bana kalırsa. İkisinden de bugün üst üste gördüğümüz performanslar da bu iddiamıza destek çıktı sanırım.

Nekst: Oktay Akarsu ile F Grubu

Kurbanov Kurban Oldu… Başka Neler Oldu?


Turnuvanın ilk iki günü geride kaldı, güzel de maçlar oluyor. Ancak yayıncılık konusunda söylemeden geçemeyeceğim birkaç şey var. Öncelikle Doğan Hakyemez. Baba trafiğe takılıp maça yetişemiyor, yetiştiğinde izlemediği bölümleri kapsayan yorumlar yapıyor. Çok şey söylüyor, ama aslında hiçbir şey söylemiyor. Yakın geçmişte milli takım menajerliği görevini “yürüttüğünü” dolayısıyla rakiplerimizin kadro yapıları hakkında birkaç elle tutulur şey söyleyebilecek kapasitede olduğunu düşünüyoruz. Hamann-Greene-Benzing-Jagla-Femerling şeklindeki ideale çok yakın Almanya beşini görünce “Murat, biliyorsun şu anda sahadaki oyuncular yedek beş, hatta yedeğin yedeği” deyince spiker gibi biz de dehşete kapılıyoruz. Bir sessizlik oluyor, ekranda da aynısı var. Nikita Kurbanov üçlük atıyor: “Kurban oldu!” Bir kez daha atıyor: “Kurbanov kurban oldu!” Israrlı da yani. Neyse ki yılların yayıncısı Murat Kosova, Dodo’nun topuna girmiyor ve seviyeyi korumaya çalışıyor. Yunanistan-Makedonya maçında “İtalya kötü değil mi bu aralar” diye soran da o. Bu sözün bir öncesi sonrası falan da yok. Bir anda akla geliyor ve ağızdan dışarı çıkıyor işte. Refleks olarak yorumcuya acıyorsun bir an, bize kim acıyacak? Molalarda reklama girildiğinden falan da bihaber. Konuşmaya devam ediyor öylece, tabi o anda giren reklamdan şikayetçi değiliz. Bence bir televizyon stüdyosunda olduğundan da bihaber olabilir, zira daha çok kahveyi andırıyor ortam o konuşmaya başladığında. İzleyiciye karşı herhangi bir sorumluluk duygusu? Kırıntısı bile yok… Batuğ Evcimen de izmariti çok güzel yere bastırmış izleyicinin çilesini anlatırken. Tık!

Murat Murathanoğlu’nun hakem muhabbetinden İnan bahsetmiş, katılmamak mümkün değil. Ya da mümkün mü? Murathanoğlu’nun anlattığı Utah maçlarında sesi kısarım, onun dışında yorumcunun sözünü kesmediği zamanlarda iyi bir spikerdir Türkiye standartlarında. Zaten basketbolu tanıdığımız, sevdiğimiz dönemlerden kalma büyükçe de bir kredisi var. Polonya’daki diğer spiker seçimine de pek girmeyeyim, sinirleniyorum. Kosova’nın hemen turnuva öncesinde kızı dünyaya gelmiş, bu sebeple orada değil muhtemelen. Tebrik ederiz, karara da saygı duyarız en fazla. Fakat orada olup da maç yorumlamayan ve 5-10 dakikalık kısa bölümler dışında bizi basketbol bilgisinden ve sevgisinden mahrum bırakan bir Kaan Kural var. İspanya’daki turnuvada da durum buydu, anlam verememiştim, konunun nedenini de pek araştırmadım. Şimdi yine anlam veremiyorum. Kimse de bir şey söylemiyor. Spiker mevzuuna geri dönersek de Osman Sakallıoğlu Polonya’da ama ülke sınırları içerisinde orada bulunmayı daha fazla hak eden NTV spikerleri var ve WNBA maçı falan anlatıyorlar. Ya da Türkiye maçına paralel maçı… Belki bu çarpıklıkların her birinin mantıklı bir nedeni var, fakat izleyiciye izah edilmediği müddetçe bunların da çok bir anlamı yok. Zaten Hakyemez tercihinin nasıl bir izahı olabilir ki? Tabi bunları bir kenara koyarsak, yayınlanan maç sayısı ve bu maçların seçimiyle NTV her şeye rağmen bu ülke standartlarının çok üstünde yayıncılık yaptığını gösteriyor yine. 2010’daki şampiyonayı FOX’un falan aldığını düşünüyorum da… Gider, neyse parası verip kombine alırız herhalde turnuva sonuna kadar.


Güzel şeyler de oluyor. İbrahim Kutluay’ın imajı mesela. Bizimkilerin oyunu da öyle. Bogdan Tanjevic’in meşhur rotasyonu iki gündür o kadar rahatsız etmiyor kimseyi, ona da bir şeyler olmuş sanki. Oğuz Savaş’a da bir şeyler olmuş. Dönem dönem “Tamam, Oğuz geldi artık, bu sene onun senesi olacak” dediğim çok oldu kendi adıma. Bu turnuvaya yaptığı başlangıç da o havayı veriyor. Bakalım, bu sefer oluyor galiba. Ömer Aşık’ın oyununda bazı basit detaylar var düzeltmesi gereken, savunma bilgisi de çok yeterli değil halen. Yine de dominant bir uzun, ülke basketbolu için önemli. Hele antidotu Semih Erden’i gördükçe o önemi daha iyi kavrıyorsun. Sinan-Bekir ikilisi Ömer Onan’ın da olmadığı dönemde hızır gibi yetişti. Bekir Yarangüme’nin bu seviyede katkı vermemesi için bir sebep yoktu zaten, biraz geç keşfedildi gibi. Ön inceleme muhabbetinde de değindim ama sahaya bakınca hatırlayıp çıldırmamak elde değil. Ben son seneye kadar basketbolcu olabileceğinden de şüpheliydim, fakat geçen sezonki oyunu sonrasında Cevher Özer’in kadro için ne kadar ideal bir ekleme olacağını görüp de hayıflanmamak mümkün değil. Yoksa mümkün mü? Her gün Beşiktaş Cola Turka’nın hazırlık maçından düşen istatistikler de yardımcı olmuyor. Barış Hersek için değer mi? İnanıp arkasında duracaksanız, beş yıl sonra yine milli forma ile izleyeceksek sonuna kadar değer. Hakan Demirel olacaksa, Cenk Akyol olacaksa bizim eleştirilerimiz haklı olur, muhtemelen de olacak…

Polonya maçı mühim. Bir galibiyeti cebimize koyduk, ikincisini de çok geçmeden alıp çeyrek final için o büyük adımı atmak gerek. Çapraz karıştı… Yarın İspanya potansiyelini gösterip de Slovenya’yı yenecek olursa, birer galibiyetle gelecek her takım. Potansiyelini gösterip Slovenya’yı yenmiş bir İspanya da çok büyük tehlikedir. Hangisini isteyeceğimizi şaşırdık. Ama gerçekleşmesi zor gözükse de, İspanya basketbol oynamaya hiç başlamasa en güzeli olacak gibi turnuvanın selameti açısından. Pek de niyetleri olmadığını Büyük Britanya maçının gidişatı kanıtlıyor. Sergio Scariolo bu takımı çeyrek finale götüremezse, elinde belge niyetine ne varsa alır evine gönderirler. Karısı falan bile boşayabilir. Takımda yeni bir coach olması ve takımla uzun süredir çalışmıyor olması bir noktaya kadar mazerettir tabi. Ama bir noktaya kadar. Özellikle Sırbistan önünde çok çirkin bir şey koydular sahaya. Roller hiçbir şekilde belirlenmişe benzemiyor, takım da kamuoyundaki genel görüşten biraz fazla etkilenmiş gibi. Marc Gasol topu aldığında, “Ben bu adamı çemberin içine sokarım” havasında ilerliyor potaya doğru. Diğerleri de iki dribbling üzerinden geriye kaçarak sallarken çok rahat. Ama göründüğü gibi kolay olmuyor, takım oyunu içerisinde doğru zamanlamayla gelmeyince girmiyor o şutlar. Ya da karşındaki isimsiz uzunlar büyük zorluk çıkarabiliyorlar sana. Biz de bu turnuvalara fazlasıyla şişirilmiş takımlarla gittik, bizim de başımıza geldi. 2005’te kendi evinde Sırbistan aynı şeyi yaşayıp madara oldu… İnsanoğlunun, hayatı “Bu bizim de başımıza gelir mi” diye sormadan yaşaması da enteresan. Ricky Rubio güzel çocuk ama Jose Calderon’un bu takımda sayıyla, asistle açıklanmayacak bir misyonu da varmış sanırım. Belki kendisi de farkında değildir oynarken, ama takım buna ihtiyaç duyuyor. İşler sahada iyi gitmezken neden iyi gitmediğini düşünen, pas dağıtımını bu doğrultuda yapan, uzun lafın kısası takıma basbayağı liderlik eden bir oyun kurucuya ihtiyaç duyuluyor. Rubio’nun çok sık rastlanmayan NBA yetenekleri bu anlamda bir cevap olmuyor takımın ihtiyacına. Belki de zamanla olabilecek bir şey Rubio için bu. Raul Lopez bunu yapabilen bir adam hiç olmadı, belki Carlos Cabezas. Toplam 13 dakika oynamış ilk iki günde, ona daha fazla süre verilmeli…


Bir diğer hayal kırıklığı Litvanya herhalde. Arka alanın kötü olduğu zaten bilinen bir şeydi, fakat o zamana dek izlemediğimiz İspanya’yı tam kadroya gayet yakınken 22 sayı farkla yenince bunun üstesinden gelebildiklerini düşünmüştük. Takke düştü, Scariolo’nun keli göründü… Varşova’da İspanya’nın yaşadığı acz, aynı anda Wroclaw’da Litvanya’nın yaptıklarını anlamamızı kolaylaştırıyordu aslında. Mantas Kalnietis için ortamın müsait olduğunu söylemiştim Litvanya’dan bahsederken, guard rotasyonunda ondan iyisi göze çarpmıyordu. Ramunas Butautas, basbayağı bizim Ali Ton seviyesinde bir oyun kurucuyla başladı. Giedrius Gustas’tan daha kötü bir Litvanyalı guard hayal edemiyordum, Butautas hayal gücüme yardımcı oldu sağolsun.

Yunanistan fena geliyor, takım kimyasını oturtabildikleri takdirde çok fazla şey vadettiklerini söylemiştim. Papaloukas-Diamantidis ikilisinin yokluğu avantaj gibi görünmeye başladı hatta. Vasileios Spanoulis rahatlamış, uzunlar guardları aramadan potaya bakma özgürlüğünü kazanmış, çok güzel takım olmuş Yunanistan. Alıştığımız seviyede bir Yunan savunması yok, fakat hiç görmediğimiz akıcılıktaki Yunan hücumu buna gereksinim de duymuyor pek. Fransa ve Slovenya’yı izlemedik ama ilk iki günün ortaya çıkardığı favori Yunanistan sanki. Gerçi böyle takımların sonunu getirebilmesi pek sık rastlanan bir durum değildir. Çapraz gruptan onları zorlayan birilerinin gelmesi çok mümkün gözükmüyor. Rusya bugün vasatı aşamadı yine. Faulleri atabilseler kazanacaklardı belki de, ama bir Almanya maçı kazanmış olacaklardı hepitopu. Fazlası değil… Fransa’yı bir kez izlemeden, sadece skorlara bakarak yorumlamak yanlış olur. Ben hala ümitliyim. Kaspars Kambala da fena dönmüş hakikaten, sevindim… Letonya halkı Valters-Biedrins ikilisine bel bağlarken yine Kambala’ya kaldığını görünce aynı ölçüde sevinmemiştir tabi.

Polonya Günlükleri: Litvanya Meselesi


Litvanya eşleşmeleri hakkında hazırda tutulan, yaz döneminde halka sunmak ve ezberletmek üzere beklenen klişeler vardır. ”Ekol” sözcüğü mesela, başımız sıkıştığında Litvanya’nın tüm özelliklerini aynı potada eritmeye yarar. ”Jenerasyon” hemen arkasından gelir. ”Basketbol ülkesi” de keza hiç fena değil. Ve bir de eğer adınız Murat Murathanoğlu ise ve önünüzde bir mikrofon varsa, karşınızda Litvanya, Ukrayna, Amerika olsun farketmez, kesinlikle ”Faul olması lâzım” demelisiniz, gözleriniz de o kadar sağlam ki, tekrarı izlemeden bunu söylemek boynunuzun borcu. Hatta utanmadan yayında övünerek bunun sorumluluğunu üzerinde taşıdığınızı da söylemelisiniz. Ne sorumluluğu? Hakeme kafa göz dalma ve insanları ekran başında sinir harplerine sürükleme sorumluluğu.

Fakat 2006’dan bu yana Litvanya maçlarında sığındığımız bir başka isim var: Ender Arslan. Kendisi benim de pek sevmediğim en hafif ifadeyle ısınamadığım bir oyuncu. Nedenleri vardır, belirtiriz bilahare fakat yeri ve zamanı değil. Güzel bir galibiyetin ertesinde şükranlarımızı sunuyoruz kendisine. Son periyottaki akıllı, soğukkanlı oyunu, doğru yerde Hidayet’i doğru yerde de öteki oyuncuları kullanabilmesi müthişti. Gerektiği yerde girip faul de yaptırdı ve yakaladığı isabet oranı bu mevzuda senelerdir sorunlu olan takımı rahatlatır cinstendi. Böyle takım olarak hücum edip, Hidayet’in de başını ağrıtmamak en iyisi. ”Bir sihir yarat Hido” dercesine topu ona verip köşeye çekilmek sıkıntı verebilirdi. Yaratır, yarattı da bunca zamandır ama bugünkü gibi tüm parçaların işe yaradığı ve kendini daha mutlu hissettiği bir düzen her halükarda tercih edilir.


Kahramanlar listesi epey uzun. Ersan’ın ilk periyottaki ustaca, hücumun her yönüne hükmeden hücumundan bahsetmeli kesinlikle. Hep heyecanlı tarzını korusa da, elleri ayakları bazen birbirine dolaşsa da, müthiş bir basketbol zekasına ve yeteneğine sahip Ersan. Takımın da muhtemelen sahip olduğu en önemli şutör, tereddüt etse de zaman zaman.

Tereddüt ne güzel kelime. Buradan Sinan’a gelelim. Oyunun savunma kısmında hep iyi işler yapan ama hücumda sorunları olan (hadi idare eder diyelim) Sinan’ın bugün arka arkaya iki üçlük atmasını nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Genç mütereddit, tereddüt etmeden, el üstünden ilkini gönderdikten ve sayı yaptıktan sonra çok rahatladı zaten. Bir tane daha attı, birkaç tane daha denedi, hücumda sürekli ortalığı karıştırıp top istedi. Hele de Ömer Onan’ın yokluğunda, bunları yapması iki kat değerli. Aynısından yarın da istiyoruz. Savunma performansı, basketbola gigametrelerce uzak olan babamın bile takdirini kazandı. Sorun yaşadığımız bir nokta olan ribaunt mücadelelerinde uzunlara yaptığı yardım ve alamasa bile toplara elini sokarak dengeyi bozması da müthişti. ”Piş işler” yaptı ki bu da süper bir basketbol terimidir.

Böyle oyuncu oyuncu gitmekten sıkıldım, sen de sıkıldın biliyorum okuyucu, tek paragrafa bağlayalım hepsini. Oğuz, Petravicius karşısında ilk yarı diğer tüm uzunlarımız gibi dağılsa da ikinci yarı güzel savundu, Ömer Aşık gibi. Petra’yı uzunlarımızın hafif yandan tutmaları gerektiği tespitini ilk yarı yapmıştı İhsan Bayülken, bunu gören Tanjevic de devre arası uyarılarını yapmış olacak ki daha pasif bir ikinci yarı oynattık adama. Attığı 21 sayının 15’inin ilk yarıda olduğunu tekrardan hatırlatalım. Semih, takımın en dağınık isimlerinden biriydi, 5 faulden oyun dışı kalması işimize yaradı işin doğrusu. Bekir, bulduğu az sürede 4 sayı attı, hiç de fena değil. Ki bunlardan biri, ilk yarının bitimine az bir süre kala Hido ve Ersan’ın dışarıda olduğu ve takım olarak çok sıkıntılı hücum yaptığımız bir anda geldi ki, böyle ekstra basketler her zaman yararlıdır. Engin tutuktu biraz, tıpkı Kerem gibi. Ama turnuva boyunca elbet onlara da sahne sırası gelecektir, kimin ne zaman kahraman olacağı belli olmuyor.


Yunanistan’ın Makedonya’ya ayıp ettiği bir maçla açılan turnuva, İspanya’nın yenilmesiyle ilk süprizini gördü. İzlemediğim için yorum yapamayacağım ama Sırplar yine, yeniden buralarda olacaklar galiba. Büyük bir Dejan Bodiroga hayranı olsam da Sırbistan, sevmediğim bir takım. Zaten sevilecek de bir takım değiller, Spurs gibi. Fakat renk katmaları, evimizi, barkımızı tekrar şenlendirmeleri fena olmaz. İddaa kuponumu yatıran Slovenya’ya diyecek bir şey bulamıyorum. Roddick’in elenmesinden sonra bugün de kaybederek bu bahis işlerinden erken emekli olmam gerektiğini anladım. Yeri gelmişken, özür dilerim Andy. Dillere destan cenabetliğimin son mağduru olduğun için.

Neyse efendim, yendik mendik işte. Hep eleştiriyoruz, zaman zaman sinirleniyoruz ama 12 Dev Adam’ı seviyoruz da galiba. Ama Doğan Hakyemez’i sevmiyoruz, ekranda da istemiyoruz yani ben istemiyorum. Yorumcular torbaya mı girdi arkadaş. Koskoca NTV’nin geldiği son nokta Hakyemez olmamalı. Kaan Kural’ı asıl turnuva boyunca daha sık görmek istiyoruz, 5 dakikalık kısa röportajlar hiç yeterli değil. İbrahim Kutluay da ne karizma saç modeli tutturmuş, bu yolda devam. Murat Kosova’nın bir aralar oluşturduğu sakallı görüntüsü hoştu. Temiz yüzlü, genç spiker imajına dönmüş yine. Hidayet’in Nuri reklamları da ne acayipti, garip işler dönüyor 3G camiasında. Polonya rejisi de tarih yazdı, görünmeyen topçular, çekilmeyen basketler, kameranın önünde duran acayip kafalar…

Budur, buradan görünenler ve görünmeyenler. 2006 macerasına benzer tarzda maçlar oynamak istiyoruz, ilk adımı attık, devamı da gelecek gibi. Bir klasikle bitirelim: Neden olmasın?