Çembersiz Pota

Pazartesi günleri Evrensel’de, basketbol üzerine…

22 Ekim 2012 – Avrupa’da Nehir Kenarında, Şehirde Basketbol Kulüpleri Var
29 Ekim 2012 – Yüzler
5 Kasım 2012 – Disosya
12 Kasım 2012 – LeBron’ın Sesi
19 Kasım 2012 – Basketbol Eleştirisinin Bugünü
26 Kasım 2012 – Belleksiz Otlaklar Ülkesi
3 Aralık 2012 – Cennette Huzursuzluk
10 Aralık 2012 – Ev Dediği Ücra Adadan Uzakta
24 Aralık 2012 – Panoptikon
31 Aralık 2012 – Kötü Bir Tane
14 Ocak 2013 – Bizim Çocuklar Başardı
21 Ocak 2013 – Çamurun İçinde
11 Şubat 2013 – Gaipten Yeni Haberler
18 Şubat 2013 – Yıldızların Biraz Üzerinde
4 Mart 2013 – Kapıdan
8 Nisan 2013 – Kevin Ware’in Acısına Bakmak
27 Mayıs 2013 – Bir Çiçek, Kaç Bahar? (I)

Bonus:
19 Mart 2013 – Lew, Bill ve Shabazz
3 Temmuz 2013 – Kadehlerin Serinlemediği Bir Yaz

Nick Hornby ile Anaakım Futbol Üzerine


“Bence futbolun en büyük sorunu, tamamen ve her şeyiyle anaakıma dönüşmüş olması. Çocukluğumda İngiltere futbolu zor bir dönemden geçiyordu. Anaakımın dışında tutuluyordu, televizyonda pek maç gösterilmezdi, formaların üzerinde reklam olmazdı…

Benim gençliğimde bir futbolcuyu saha dışında görmek çok tuhaf ve alışılmadık bir şeydi. Şimdiyse tam tersi: Futbolcuyu sahada oynarken görmek neredeyse tuhaf geliyor, çünkü onu televizyon programlarında, reklamlarda görmeye alışmışız… Arsenal’da oynadığı yıllarda, maça gidip onu gördüğünüzde “Vay be, hakiki Thierry Henry işte karşımızda oynuyor” derdiniz. 1975’te bir futbolcuya futbol sahası dışında rastlamanın kendisi bilhassa tuhaf bir olay olurdu.

Bugünün futbolunda takımlar arasında çok az fark var. Hepsi büyük şirketler haline geldi. Bir şirketi diğerine tercih etme durumunda olmak son derece aptalca geliyor: Sony’ye karşı Macintosh’u desteklemek gibi…”

Bir+Bir, Sayı 7, Ekim 2010
Çeviri: Alican TAYLA

NBA Türkiye 2010/9


Eylül sayısını halen tam anlamıyla okuyabilmiş değilim, galiba bir kısmını okumak için hiç zamanım olmayacak da. Çıkış tarihi şampiyonanın ikinci gününe denk geldiği için ön inceleme sayısını okumaya pek gerek duymadım ama Ümit Avcı, Anıl Aksaç, Çağlar Torun üçlüsünden oluşan bir yazar ekibi olduğuna göre güzel bir iş çıkmış olsa gerek… Ekte Selçuk Ernak’ın ilgi çekici bir yazısı da yer buldu. Çin milli takımıyla Bob Donewald’un asistanlarından biri olarak Ankara’ya gelen Ernak, kendi deneyimleri üzerinden Çin gibi çok eskiye dayanan bir basketbol kültüründen yoksun bir ülkenin bile bizim için örnek teşkil edebilecek bazı anlayışlar geliştirdiğini vurgulamış. Dergi piyasada hala bulunabiliyor mudur emin değilim, ama okumaya değer bir yazı.

Sedat Koç’un ölü sezonu fırsat bilip, yarının da ötesine geçebilecek takımları sıraladığı yazısını okudum. Bir de Yiğiter Uluğ’un 1986 Dünya Basketbol Şampiyonası ile ilgili yazdıklarını attım hafızaya. Şampiyona süresince basketbola doygun günler geçirdikten sonra bütün basketbol neşriyatından geri çekmiştim kendimi, tatilin son ayında Georges Perec ve Thomas Bernhard külliyatına daldım. Yoksa Eylül sayısının diğerlerine göre düşük kalitede olmasıyla ilintili bir durum yok. Belki öyledir, bilemem tabi… First Five bölümünde Cem Pekdoğru ve Şansal Kulabaş imzasıyla çıkan yazılar da Anıl-Çağlar ikilisine ait bu arada, Şansal’ın Cem Çağal’ı tanıdığı bir paralel evren fazlasıyla fantastik olurdu zaten.


Ekim sayısının kapağı da NBA kulislerine düşmüş. First Five bölümü için evladım Russell Westbrook hakkında bir profil yardırdım ama onu kırpmadan tek sayfaya sığdırmak zor iş olabilir. Şampiyona yazıları ağırlıkta galiba. Son transfer Nick “Yabancı Damat” Gibson da heyecan verici. Bu sayı için gönderdiği yazıyı okudum, iki sene içinde Avrupa’nın büyük dergilerine satmış oluruz…

NBA Türkiye 2010/8


Yeni sayı geldi, okuyacaklarımın büyük kısmını okumuşken tanıtıcı anlamda bir şeyler karalayayım. Her ay yazarım belki böyle küçük yazılar.

Miami Heat’in çılgın attığı FA pazarı hakkında Emre Özcan güzel bir yazı yazmış, zaten basketbola bakışımız benzer olduğu için değerlendirmelerini zevkle okudum. Kesinlikle faydalı bir yazı. Ayrı düştüğümüz yegane konu Joe Johnson’ın kontratı olmuş. Ama bu konudaki iki görüşün de sağlıklı olduğunu, kesin bir doğru olmadığını düşünüyorum ben. Sorulması gereken soru JJ’in Hawks için vazgeçilmez olup olmadığı. Ben konferans nasıl bir hal alırsa alsın, Johnson’ın kariyerinin sonuna kadar Hawks’un doğunun finalini göreceğine inanmıyorum. Celtics yakın zamanda defterden silinecek olabilir, küçük bir ihtimal gibi gözükse de Howard’ın yeni kontratını Magic’le imzalamaması mümkün. Bunlar olsa bile Miami ve Chicago’yu, ya da o dönemde kendi güç seviyesinde veya daha yukarıda olacak herhangi bir takımı birinci opsiyonu JJ olan bir takım olarak saf dışı bırakabileceklerini düşünmüyorum. Al Horford’a verilecek kontrat da var daha kapıda. Ben böyle takımlar için bu kadar korumacı yaklaşımı çok makul bulmuyorum… Tavanı belli bir takımda böyle tabu oyuncular yaratmak anlamsız. Ancak bir diğer bakışa göre de, sonunda genelde Lakers, Celtics, Sixers, Knicks, Bulls, Spurs gibi takımların ipi göğüslediği bir ligde “kazanan” bir takım olmak tatmin edici olabilir tek başına. Hele bahsettiğimiz takım Hawks gibi bir küçük market takımıysa, zira yukarıda art arda dizdiğim takımlar arasında sadece bir bireysel başarı olan Spurs’e ‘small-market team’ diyebiliriz. Bu takımlar serbest oyuncuların çok ekstrem durumlar dışında tercih etmediği takımlar ve bazen böyle oyuncuları elde tutmanın tek yolunun onları overpaid yapmak olduğunu düşünebilirsiniz. Grizzlies-Gay imzasında da bu durum böyle. Ama ben her iki oyuncuya karşı da çok mesafeli olmamama rağmen, iki anlaşma için de ‘win-win situation’ diyemezdim. Emre demiş, bir bildiği vardır…

Sedat Koç’un Miami Heat yazısı ve Yiğiter Uluğ’un Spurs organizasyonunun NBA’in mavi yakalı sınıfından, beyaz yakalı sınıfına gönderdiği isimler hakkındaki yazısı en çok ön plana çıkan, beni mest eden yazılar oldu. Her yazıda alıntılamaya değer bir cümle çıkaran Sedat’ın yazısında bunlardan yine bolca var:

“Beyoğlu’nun otopark sorununa çözüm getirebilecek bir yüzölçümüne sahip olan sırtının, büyük bir kısmında “Seçilmiş Kişi”, bisepslerinde ise gençlerimizin MSN Messenger ve Facebook iletilerini süslemekte olan, “Gladyatör” filminin ünlü repliği “Hayatta yaptığınız her şey, ebediyette yankılanır” yazan ve orasına burasına doğup büyüdüğü yer olan Cleveland’ın Akron bölgesinin posta, telefon kodlarını damgalatan -unutmamak için yazmadığını varsayıyorum- 25 yaşındaki bir süperstarın evinden ayrılıp, daha önce zaten şampiyonluk yaşamış bir başka süperstar Dwyane Wade’in yanına, kendi sözleriyle “kazanabilmek” için, gidecek olmasını ve bunu tüm dünyanın gözleri önünde şova dönüşen bir canlı yayında yapacağını hiç de olası bulmuyordum.”

Tek cümle olduğuna inanmak zor ama öyle. Çeviri olarak da bunun hemen ardından LeBron James’in kararının arkasındaki sır perdesini açan bir yazı var. Ben çok ayak üstü çevirdim onu ama orijinalini okuyanlar da olmuştur, güzel yazı.


Röportajlardan Hidayet Türkoğlu’nu okuyabildim sadece. Efes Pilsen’de jübile yapmak istediğini söylemiş, ne güzel. Ben onun bu kontratının sonunda çok da kullanılabilir halde olmayacağını düşünüyordum ama izlemek güzel olur, galiba hayatımda henüz canlı izleyemedim Hidayet’i.

Kolej basketbolunun da şefi olan Ümit Can İlhan, sıfatına yakışır biçimde oyuncuları ilginç biçimde kategorize etmiş. Çok keyifli olmuş. Orada da üzerinde anlaşamadığımız birçok oyuncu var gerçi ama, siz yine de Şef’e kulak verin…

Şampiyona ekinin pek bir cazibesi yok, önümüzdeki sayıda daha geniş yer ayrılacaktır tahminimce. Posterler iyi ama, bence alın…

Bunu reklam için yapmıyorum ama öyle olduğunu düşünenler olacaktır… Biz de çaktırmadan aynı şekilde devam edelim o zaman, bundan sonra Anıl Aksaç’ın ricası üzerine zaman zaman Salsa Basket sitesinde de yazılarım olacak. Alanında öncü bir siteye sınırlı da olsa katkı verecek olmak benim için güzel. Birkaç sene içinde pek yazacak durumda olmayacağımı tahmin ediyorum, takip edip üretebiliyorken farklı yerlerde yazabilmek hoşuma gidiyor. Orada daha çok Türk basketbolu ile Amerikan basketbolunun kesişme noktalarında devreye gireceğim. Jerome Randle ve Patrick Christopher hakkındaki ilk yazıyı salladım mesela, orayı da ilgilenenler takip etsin…

Söylemeyi unutmuşum, dergide de “First Five” bölümündeki atıştırmalıklar dışında John Wall yazısı benden. Kendime engel olamayıp başlıkta isim esprisini patlattım: Wonderwall!

Mike Krzyzewski: Benim Takımlarım Duran Toptan Gol Yemez


Bounce’un 2010 yazına özel olarak çıkardığı ve ABD milli takımında İstanbul’da boy göstermeye başlayacak yeni jenerasyona bakış attığı sayısı gerçekten güzel olmuş. Derginin haklarına sahipsek, Kevin Durant yazısını NBA Türkiye’nin bir sonraki sayısı için önerebilirim. Ama yabancı diline güvenenler, şuradan da okuyabilir tüm dergiyi.

Ben Mike Krzyzewski röportajını çevireyim şimdi, belki iş görür. Coach K’in kitabı “The Gold Standard” hakkında Orkun Çolakoğlu çok iyi konuşmamıştı ama. Efendim, Coach K mi hatta?

Bounce: Olimpiyat oyunlarında dünya üzerindeki en iyi oyuncularla çalışma fırsatı buldunuz? Böyle büyük egoları yönetmek zor bir iş olmalı…

Krzyzewski: Aslında oldukça kolay bir işti. Bu adamlar büyük egolara sahip olmalı, bunda bir sorun yok. Kendilerinden o kadar inanılmaz şeyler yapmaları isteniyor ki, aksine küçük egolar problem yaratabilir. ABD takımı için oynarkense, onlardan o egoların toplamının bir olmasını ve sadece ABD’ye hizmet etmesini istiyoruz. Siz birisinden bir şey isterseniz ama adresinizde bu yönde bir istekle karşılaşamazsanız anlaşmazlıklar ortaya çıkar. Onların istediğiyse tam olarak bizim istediğimiz şeyle örtüşüyordü, dolayısıyla bir anlaşmazlık yaşamadık. Altın madalyayı almak ve ülkemizi doğru şekilde temsil etmek istiyorduk. Yani birlikte çalışmak için muhteşem oyunculardı.

B: Bu bağlamda sizi iyi bir coach yapanın, öğretme konusundaki yeteneğiniz ve arzunuz olduğunu söyleyebiliriz. Sezon boyunca kolej basketbolundaki genç öğrencilerle çalıştıktan sonra, yazın oyunun tepe noktasındaki NBA yıldızlarına karşı yaklaşımınızda ne gibi değişiklikler oluyor?

K: Elbette belli değişiklikler olmak zorunda. Zira karşınızda halihazırda profesyonelliğe adım atmış ve yaptıkları işte başarıya ulaşmış oyuncular var ve bir noktada sizin de onlardan öğreneceğiniz şeyler olabilir. Geçen sezonki kadrodan Jason Kidd buna en iyi örnek… “Böyle bir durumda rakibi nasıl durdurursun?” “Bu eşleşme hakkında ne düşünüyorsun?” “Kobe, bu adamı nasıl savunacaksın?” Sürekli oyunu düşünen mükemmel bir profesyoneldi ve hem kampta, hem de turnuva boyunca bu soruları ortaya atan hep olurdu. Böylece oyuncuların bu konudaki fikirlerini öğrenir ve makul olan çözüme adapte etmeye çalışırdık. Yani bir oyuncudan doğrudan bir şeyi yapmasını istemektense, doğruya birlikte ulaşmaya çalışır ve bunu uygulardık. Kamp boyunca hep bu katılımcı yöntemle ilerledik.


Takımdaki genç oyuncular için de hadise bundan ibaretti. Sadece teknik ekipten değil, kadrodaki tecrübeli oyunculardan da öğreniyorlardı. Nasıl çalışılacağını, maçtan önce vücudunu nasıl hazırlayacağını. Kısaca işin içindeki tüm profesyonelliği… Böylece takımın içerisindeki herkes kendisini geliştirme fırsatı buldu. Oyuncular gibi coachlar da. Çünkü biz her zaman buna açıktık…

Bugüne gelindiğinde hala herkesin bu öğrenme sürecine açık olduğundan emin olmalıyız. Ancak aptallar her şeyi bildiğini düşünüp, öğrenmekten vazgeçer.


Orkun’un dediği kadar varmış, anti-klişe timi göreve… Başlık da Orkun’dan geldi, saygılar.

B: Jason Kidd’den bahsettiniz. Kendisi 2008 olimpiyatlarından sonra uluslar arası basketbol kariyerine nokta koyma kararı aldı. Görünüşe bakılırsa üçüncü oyun kurucu bölgeniz hala açık. (Röportaj yapıldığında Deron Williams ve Chris Paul’un devam edeceği tahmin ediliyordu.) Geniş kadronuzda bu bölgede de birçok nadide parça ve Tyreke Evans, Derrick Rose, Russell Westbrook gibi parlak gençler var. Bu bölgede tercihi neye göre yapıyorsunuz? Bu genç yeteneklerle çalışmayı da dört gözle bekliyor olmalısınız…

K: Öncelikle biz şu anda 31 kişilik bir oyuncu grubuna sahibiz ve kontrat durumları, ailevi meseleler ve sakatlıklar her zaman ihtimaller dahilinde. Bu yüzden şu aşamada spesifik olarak tek bir noktadan söz etmek çok doğru değil. Kadroda doldurulmayı bekleyen 12 boşluk var ve bu seçimimiz sırasında kimlerin İstanbul’a gelecek durumda olduğunu birlikte göreceğiz. Temmuz ayındaki altı günlük Vegas kampını ayarlama sebebimiz de bu. O gün geldiğinde belki daha net konuşabiliriz, ancak biz bu çocuklara oldukça hassas yaklaşıyoruz. Eğer işlerini halletmeleri gerekiyorsa ve bu yüzden oynayamıyorlarsa, buna hoşgörüyle yaklaşırız. Yani bir boş yerden fazlası söz konusu olacak muhtemelen, bu diğerleri için de daha fazla fırsat anlamına gelecek.


Bu takımda kesinlikle olması gereken bir kişi varsa onun ismi Kevin Durant. 2008 kadrosundan her kim geri dönecek olursa olsun, Durant İstanbul’da olmalı. Bir önceki kadroda da az daha yer bulacaktı ve bu kadronun gelişimine bir evrim süreci olarak baktığımızdan, onun diğerlerinden sorumluluğu alışını izlemek ilginç olacak. Belli bir takımdaki eksik parçayı doldurmaktansa, geniş bir oyuncu havuzundan o turnuva için uygun olan 12 kişiyi seçiyoruz. Bu yüzden herhangi bir oyuncunun takımdan kesildiğini söylemek çok doğru değil. Jerry Colangelo’nun bu fikri ortaya atmasındaki sebep de buydu, önemli olan 31 kişi içinden doğru formülle yapbozu tamamlamak.

B: Altın madalya maçında gerçekten güçlü bir İspanya takımı ile karşılaştınız. Ancak Yunanistan, Arjantin, Avustralya ve hatta ev sahibi Türkiye gibi takımlar da zorluk çıkarmaya aday. Bu takımların hepsi gittikçe iyileşiyor ama sizce hangilerine dikkat etmeliyiz?

K: Bu sorunun cevabını büyük oranda kimlerin İstanbul’da olacağı belirleyecek. Bildiğiniz gibi artık NBA’in yüzde yirmisini uluslar arası oyuncular oluşturuyor, tamamıyla NBA oyuncularından oluşan milli takımlar görmenin bile bizi şaşırtmayacağı bir noktadayız. Sadece ABD takımındakiler değil, diğer milli oyuncular da yukarıda bahsettiğim kararları vermek durumundalar. Kontratlar, sakatlıklar, kişisel meseleler… Eğer tam güçlerinde olurlarsa, İspanya’nın yine en dişli rakip olacağı malum. Arjantin kaliteli oyunculara sahip… Sonra Brezilya… Yunanistan’ın çok fazla NBA oyuncusu yok ama her sene aynı oyuncularla karşımıza çıkıyorlar ve imrenilesi bir istikrar var orada. Slovenya gibi bazı takımlar da yine NBA tecrübeli birçok oyuncuya sahip.

B: Goran Dragic…

K: Evet, mesela. Bir de bilmelisiniz ki, bu adamlar ülkeleri için oynarken daha da büyüyorlar. Örnekse Pau Gasol’ün Lakers kariyerinde ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu biliyoruz, milli takımıyla daha da iyi. Dünyanın en iyi 10 oyuncusundan birine dönüşüyor kesinlikle. Yani Dünya Şampiyonası ilginç olacaktır. İstanbul’a geçmeden 4-5 gün önce New York’a geri dönceceğiz ve burada önce Fransa, sonra Çin ile karşılaşacağız. Bu sırada çalışmalarımızı da sürdüreceğiz. O güne kadar kadroyu 15 kişiye indirmeyi umuyoruz. New York’ta kimlerin bizimle olacağını bilmiyorum ama hepsi ABD için oynamak isteyen çocuklar olacak. Bu iyi bir şey.


B:
Dünya Şampiyonası hatıraları ABD takımı için bazı hayal kırıklarını da barındırıyor. Son dönemdeki bu başarısızlıkları, yeterli kazanma hırsının gösterilmemesine mi bağlıyorsunuz?

K: O günlerdeki organizasyonu mevcut organizasyonla kıyaslayamam. Biz göreve geldikten sonraki ilk sınavımız da bir dünya şampiyonasında başarısızlıkla noktalanmıştı. Ama o zaman hazır değildik. Şu anda ise bugünler için kendimizi iyi hazırladığımızı söyleyebilirim. Eskiden bu turnuvalardan önce bu denli bir hazırlık yapmıyor ve rekabetçi bir takım olamıyorduk. Gerçekten diğerleriyle aranızda büyük bir yetenek farkı varsa, iyi hazırlanmamayı kaldırabilirseniz. Şu anda da en iyi ve en yetenekli ülkenin ABD olduğunu düşünüyorum. Fakat aradaki fark, hazırlanmadan gelmeyi kaldırabilecek düzeyde mi? Artık değil… Olimpiyat finalindeki maçın ne kadar çekişmeli olduğunu hatırlayın, bu da beni doğruluyor.

NBA Türkiye 2010/7


Derginin haberini geçen ay burada vermiştik. Dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla hummalı bir çalışma sonucunda dergi pazartesi günü baskıya verildi. Yarından itibaren gazete bayilerinde, kitapçılarda ve seçkin berberlerde bulabileceksiniz… Yazar kadrosu ise şöyle: Anıl Aksaç, Mete Aktaş, Ümit Avcı, İsmet Badem, Mithat Bereket, Caner Eler, Serdar Gürel, Doğan Hakyemez, Ümit Can İlhan, Sedat Koç, Şansal Kulabaş, İbrahim Kutluay, Emre Özcan, Cem Pekdoğru, Alp Ulagay, Yiğiter Uluğ, Oğuz Yenihayat. Satın alıp tamamını okuduktan sonra yorumları yaparız…

Geçen ay batug.com ekibiyle birlikte büyük mesai harcadığımız draft bloguna şuradan göz atabilirsiniz… Akşam eve dönünce off-season geyiklerini başlatalım artık.

Olmayınca Olmuyor Ya Hani, Olmuyor Ya!


A ve B grupları havaya girmeme yetti. Kestik! Arkadaşlar teşekkürler, biz sizi tekrar arayacağız. Yukarıdaki de bracket olayı işte, üzerine tıklarsan büyür. NCAA hezimeti unutulmuş değil, ama kayıtlara geçsin diye koyuyoruz.

Şampiyona boyunca koltuktan bilgisayara geçişleri minimuma indirmeyi düşünüyordum ama maçlar arasında çok fazla boşluk var, gelip yazarız belki. Final haftası sonrasında dımdızlak kaldığın ve bedenini apatiye teslim ettiğin o dönemi şükür ki atlattık, hayata devam edebiliriz…


Bu arada draft hadisesi için zaman zaman batug.com’a dikiz rica ederken, hala haberiniz yoksa Mete Aktaş’ın genel yayın yönetmenliğinde NBA Türkiye’nin geri döndüğünü de müjdeliyorum. Bir dergiye ihtiyaç vardı, güzel olacak. Bu dergiyi neden satın alalım?

Başlık: Malt – Mutlu

30 Yazar, 134 Sayfa, Dev Eser: Season Preview 2009-10


Tasarı aşamasındayken bu kadar güzel bir şey çıkabileceğini tahmin etmemiştim. İçerik bahse konu olan şey batug.com ise hiçbir zaman sorgulanabilir olmaz da, sunum sanırım ilk kez standartların bu kadar üzerinde. Emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ederken, Gürkan Menteş-Kubilay Kahveci ikilisini ayrı bir yere koymak gerek bu yüzden.

Sports Illustrated, vurduğumuz yerden ses gelir.

Tık!

Kümülatif bir yürek patlaması dahilinde benim payıma da Toronto Raptors düştü, derginin en sonunda bulunmakta. Ama oturup hepsini okumak lazım. Basketbol dergisine hasret gençler olarak, o sanal sayfa şıkırtısı bile çok şey anlam ifade ediyor aslında bizim için.