Sen Ait Olduğun Yerde, Ben Ait Olduğum Yerde


“Komşum teoloji öğrencisinin radyosundan Monza’dan naklen verilen otomobil yarışını dinliyordum bir gün, arkadaşım Paul’un müziğe duyduğu tutku kadar yoğun bir tutkuyla bağlı olduğu ikinci şeyin de şu otomobil yarışı denen spor olduğunu düşündüm. İlk gençliğinde o da otomobil yarışlarına katılmıştı ve bu alandaki dünya şampiyonlarından birçoğu yakın dostları arasındaydı, ben kendim bu sporu hep itici bulmuşumdur, çünkü otomobil yarışçılığından daha ahmakça bir şey yoktur bence. Ama böyleydi işte arkadaşım; hemen her şeyi bekleyebilirdiniz ondan. Akıl alır şey mi, bana sorarsanız Beethoven’ın kuartetleri hakkında en akılcı lafları edebilen bu kişi, benim için Haffner Senfonisi’nin gizini gerçekten çözen, o senfoniye o zaman bu zamandır bir aritmetik mucizesi olarak bakmamı sağlayan aynı kişi gözü başka şey görmez bir otomobil yarışı hastası olsun, ölümcül rotalarında vızır vızır giden arabaların gürültüsü kulağına tıpkı öteki müzikler gibi gelsin. Hepsi de otomobil yarışı hastası olan Wittgensteinlar -hala da öyledirler- yazları çoğu kere Traunsee’deki çeşitli evlerine ünlü otomobil yarışçılarını çağırırlardı, ben bile hatırlarım, mesela o Jackie Stewart ya da Graham Hill denen neşeli oğlanlarla ya da kısa süre sonra Monza’da kazada ölen Jochen Rindt’le Paul’un ısrarı üzerine Traunsee tepesindeki evinde nice akşamlar geçirmiş, geceyarılarını bulmuştuk. Şimdi altmış yaşını devirdiği şu sıra meseleyi farklı görüyormuş, ona hep ısrarla söylediğim gibi ahmaklık olduğunu düşünüyormuş elbette, öyle demişti. Ama Formula 1 onu her zaman öyle açık seçik etkilerdi ki, durup dururken o pek sevdiği otomobil yarışı konusu açılmadan onunla birlikte olmak neredeyse imkansızlaşmıştı, ne yapar eder birden konuşmaya otomobil yarışı konusunu sokuverirdi, ondan sonra susturabilene aşkolsun, bu da onu gene avucunun içine aldığı anlaşılan, gerçekten de ömür boyu acımasız bir cinnet gibi peşini bırakmayan otomobil sporundan nasıl vazgeçirmeli sorusuna getirirdi insanı hemen. Evet gerçekten de iki tutkusu vardı hayatta, aynı zamanda belli başlı iki hastalığıydı bunlar: müzik ve otomobil yarışı. Hayatının ilk yarısında otomobil yarışı onun için her şey demekti, ikinci yarısında ise müzik. Bir de yelken sporu.”

“Wittgensteins Neffe, Eine Freundschaft”
Thomas Bernhard, 1982

Do It Stefano!


Formula 1 sezonunun seyir zevki açısından en yukarıdaki yarışı idi Belçika GP kuşkusuz. Gerek ilk viraj sonrasında yaşanan karambolde yarış dışı kalan iddialı pilotlar, gerekse de pist karakterinin yardımıyla imkan bulan geçişler uzun bir aradan sonra ilk kez başından sonuna, pür dikkat izlenen bir yarışı getirdi. Alışık olmadığımız için kondisyon problemleri de yaşadık, ama sonunu getirebildik…


Tabi benim için bir başka motivasyon unsuru da Juan Pablo Montoya ile birlikte favori pilotum olan Giancarlo Fisichella’nın Renault günlerinden bu yana ilk kez zirve mücadelesinin içerisine girebilmiş olmasıydı. Fisi’nin Jordan ile yarışırken izlettiği o efsanevi Brezilya GP sonrası destekçilerine yaşattığı en güzel gündü belki de. Ancak o Brezilya yarışında çok büyük bir karambol vardı, yağmurun bastırmasıyla öndeki araçların pite girmesi ve yaşanan sayısız kaza sonrası kırmızı bayrağın sallanması olmuştu Fisichella’ya görece zayıf otomobiliyle yarış galibiyetini getiren. Hatta birincilik basamağında yer alan Kimi Räikkönen olmuştu da, hafta arasında ilan edilmişti İtalyan’ın galibiyeti. Jordan’da geçen 2002 ve 2003 sezonlarında bu galibiyete rağmen hiçbir zaman yarışmacı olamamıştı Fisi. Fakat 2004 sezonunda Ferrari’ye bile yakışabilecek bir ikili başlıyordu sezona Sauber Petronas takımında: Fisichella-Massa. Sıralama turlarında ve yarışlarda genç Brezilyalı’yı genelde geride bırakan Fisi, bu performansıyla Renault’ya geçmeyi başarıyordu. Ferrari söylentileri yine gerçeğe dönüşmemişti…


Renault’da net bir biçimde ikinci pilot olarak tanımlanmıştı ve bir başka İtalyan Jarno Trulli’nin halefi olarak oturmuştu R25’in koltuğuna… Belki burada geçirdiği üç sezonda iki yarış galibiyeti alabildi sadece, fakat her zaman iyi bir takım arkadaşı oldu Fisico. Onu futbol sahasında bir kez bile görmüşseniz, egolarının ne düzeyde olduğunu fark etmişsinizdir. Bunları bastırarak ikinci pilotluğu kabullenebilmek ve takımın şampiyona klasmanındaki yeri için çalışabilmek de çok kolay bir iş olmasa gerek. Fisi bunu yapabildi…


Alonso’nun Renault’ya dönüşüyle birlikte Fisichella’ya Force India yoları göründü, takımın kökeni göz önüne alındığında üçüncü bir Jordan macerası bile denebilirdi bu tecrübeye. 2008 Monaco Grand Prix, Fisi için çok önemli bir yarıştı kuşkusuz. Bir Formula 1 aracıyla çıktığı 200. yarıştı bu ve bu rakama ulaşan sadece dokuzuncu pilottu F1 tarihindeki. Griddeki pilotlar arasından da David Coulthard ve Rubens Barrichello başarabilmişti bunu sadece… Ancak bunca uzun bir yarış kariyerinde tek bir eksik vardı Fisichella için: İlk günden bu yana rüyalarını süsleyen Scuderia Ferrari koltuğu. Yarış pilotluğu kariyerini bitirince Ferrari’de test pilotluğu yapması kuvvetle muhtemel. Fakat o, bir yarışta Tifosi için yarışmak ve takıma puanlar kazandırmak istiyor. Sauber adına yarışırken bile birçok röportajda, puan için iddialı bir takımda yarışmaktan memnun olduğunu ama onu cezbeden şeylerden birinin de Ferrari motorunu tecrübe etmek olduğunu dile getirmişti. (Sauber o sezon Ferrari’nin bir sene önce kullandığı motor ve dişli kutularıyla yarışıyordu.)


Spa’da yaşananlar ise yarış birinciliğiyle nihayetlenmese bile Fisichella’nın kariyeri için bambaşka bir şeydi. KERS kullanan Räikkönen’e doğal olarak ilk turlarda geçilmiş olmasına rağmen, Ferrari’nin üzerindeki baskısını yarış boyu sürdürdü Giancarlo. Bugüne kadarki emekleri karşılığında yarış pilotluğuyla ödüllendirilen Luca Badoer (look-how bad-you-are) takvimin en uzun pistinde bile tur yemeyi başarırken ve en arkada toz yutmaktan başka bir şey yapmazken, yıllardır bu hayalin peşinde koşan Fisichella mütevazı aracıyla Ferrari’ye her tur daha da fazla yaklaşıyordu. Hatta birkaç tur geç yapılacak bir pit stop, yarış boyunca Kimi’den hızlı olan Fisico için yarış zaferi anlamına bile gelebilirdi. Şimdi önümüzde bir İtalya GP var. Tifosiler’in önünde muhtemelen bir İtalyan kullanacak uzun bir süre sonra ikinci Ferrari aracını. Bu ismin Badoer olmasındansa Fisichella olmasını tercih edecektir tabi çoğunluk. Ben böyle olacağını da hissediyorum, buna inanmak istiyorum. Anthony Davidson ve Sébastien Bourdais gibi isimlerin de bir şansı olduğu konuşuluyor, lakin Ferrari koltuğunda bir Fisichella ve Force India koltuğunda bir Davidson en ideal kombinasyon olacağa benzer.

“For sure, it’s a dream for all the drivers – especially Italians. I am the same. Especially for me, as an Italian driver, let’s say at the end of my career, so it’s a very good opportunity. It would be nice – like a dream coming true.

I have 220 Grands Prix so far and it would be very good pressure for me. It’s not a big problem! It would be a good opportunity, but I can’t say anymore.

I think there is a lot of rumours now – and I have seen my name on the top of the list everywhere. But Ferrari didn’t call me so for me it’s nothing. If they had called me I could say something more, but I have not contacted them. I’m a Force India driver, it’s as simple as that.”

“Futbolculuk Nankör Meslek”


Bildiğiniz üzere Felipe Massa’nın talihsiz kazası üzerine Michael Schumacher’in onun koltuğunu devralacağı söylenmişti. Sonrasında daha önce yine pistte yaşadığı bir boyun sakatlığını mazeret olarak gösterdi ve vazgeçti Schumi bu kararından. Eski günlerinde nadiren rastladığımız bir geri vitesti bu açıklama… Üzerine de piyasada Ferrari koltuğu için birbirini yiyecek eli yüzü düzgün onca pilot varken bir sadakat gösterildi ve yıllardır takımın test pilotluğunu yapan veteran Luca Badoer’e dönüldü. Serhan Acar’ı kaynak göstererek söylüyorum ki kendisi Dünya’nın çevresini 3 kez dolaşmış F1 aracıyla. Kaç futbol sahası büyüklüğünde alanı katettiğindense bahsetmedi takip edebildiğim kadarıyla.

Ben böyle bir vefa örneğine sıcak bakan kesimdeyim, ama bunu abartıp sezon sonuna kadar götürmek hem Badoer için, hem de Ferrari markası için yıpratıcı olacaktır. Belki, Valencia’nın aksine daha önce defalarca yarıştığı Spa-Francorchamps pistinde bir şans daha verilebilir bu Ferrari emekçisine. Bugün kötü yarıştı ve en basitinden bir Ferrari aracının pit alanında arkasından gelen bir araca yol vermesi gibi bir kareyi miras bıraktı bize… Çok hoş değil. Yine de kararı makul bulduğumu söyledikten sonra, bu seçim üzerinden Stefano Domenicali’ye sallamam pek mümkün görünmüyor. Ama ona karşı çok iyi hisler beslemiyoruz binlerce Tifosi olarak, ayağını denk alsın.


En geç Belçika sonrası da Marc Gene geçsin direksiyona en azından. Güldük, bitti. Tadında bırakalım… Diğer pilotlar da meslektaşları ağır eleştiriler alınca birer sevgi kelebeğine dönüşmüşler bir anda. Tabi korumak istemeleri kadar doğal bir şey yok Badoer’i. Fakat Lewis Hamilton gibi “Bence iyi iş yaptı, o kadar aradan sonra duvara çarpmayıp aracı pistte tutması bile takdir edilmesi gereken bir başarı” derseniz, bu da komik bir açıklama olur. Badoer’i esas kırabilecek açıklama da budur, iyi niyet taşısa da arkasında… Sonuçta bu adam yıllarca Ferrari’nin test pilotluğunu yapmış adam, sokaktan çevrilmiş herhangi bir adam değil. Ne kadar uzun süre yarışmamış da olsa, beklenen aracı sağ salim pistte tutması değil. Onu yıllarca yaptı ve iyi düzeyde yaptığı için sürekli oldu zaten… Onun kadar yetenekli olmasa da takım arkadaşı Heikki Kovalainen pilotlar arasında Badoer’in sıralama performansına en makul yaklaşan olmuş bence…

“I don’t know what else you could have expected. Sometimes the tyres warm up, or they overheat or they don’t warm up, and it’s much more complicated than a few years ago where they brought out tyres that worked straightaway in different conditions. I think that knocks the driver’s confidence very easily – if the tyres are not working 100 per cent you can’t push if you don’t feel you have the grip.”

Jarno Trulli de güzel konuşmuş:

“We are in the business and we all know how hard it is. People from the outside would probably expect more, but it is impossible honestly. I think he has to enjoy what he is doing and try to do his best step-by-step, because miracles do not happen like this. If miracles happen then we should save them for much more important things.”

Formula 1 2010 – Sorunlar Çözüldü (mü?)

Sene başında FIA’nın kuralları değiştirmekte başına buyruk hareket etmesinden bahsetmiştik. 2009 sezonunda Formula 1 zaten yeterince kural değişikliğine uğramış ve kartlar yeniden karıştırılmıştı. Yaptırım gücünün iyice azaldığını hisseden Formula 1 Takımlar Birliği (FOTA), FIA’yı Formula 1’den çekilmek ve alternatif bir yarış serisi kurmakla tehdit etti. Başını Ferrari’nin çektiği bu grup geçtiğimiz hafta tekrar sakinleşti ve FIA ile anlaşmaya varıldı. Kısacası Formula 1 şu an için kurtulmuş gözüküyor.



* Bernie Ecclestone dışında pek bir seveni olmayan FIA Başkanı Max Mosley, ekim ayında makamına veda edecek.

FOTA’nın bu son blöfüyle neye ulaştığına bir bakacak olursak:

  • Formula 1’i bölünmekten kurtaran, FIA başkanı Max Mosley’nın ekimdeki kongrede aday olmayacağını açıklaması oldu. Max Mosley’nin Formula 1 takımlarınca çok sevilmediği, birçok problemin de FIA’dan öte Max Mosley’nin kendi kişiliğiyle alakalı olduğu bilinen bir gerçekti. Mosley, hiçbir açıklamasında iğneleyici sözlerini esirgemedi. Basına yansıyan seks skandalından sonra bile kimse onu koltuğundan edemedi.
  • 2010 Formula 1 sezonunda puanlama sisteminin değişmeyeceği ve mevcut 10-8-6-5-4-3-2-1 sisteminde kalınacağını artık söylemek mümkün. Eğer sistem değiştirilecek olursa, bunda FOTA söz sahibi olacaktır.

  • Yeni bütçe kısıtlama paketi iptal edilecek. FIA’nın her sene takımlara getirdiği bütçe kısıtlamalarından özellikle şampiyonada iddialı takımlar şikayetçiydi.

Bu gelişmelerle Formula 1’de FIA’nın diktatörlügüne şimdilik son verildi ve demokrasi kazandı gibi gözükse de, Formula 1 hakkında endişelenmemek elde değil…

Formula 1’de takımları dışarıdan motor satın alan klasik takımlar ile her şeyi kendisi üreten ve otomobil endüstrisine hizmet eden fabrika takımları olarak ikiye ayırabiliriz. Klasik takımlardan ikisi (Williams F1 ve Force India) FIA ile çoktan anlaşmaya varmış, FOTA’nın ‘yeni seri kurarız’ blöfüne katılım göstermemişti. (Williams F1, astronomik harcamaların domine ettiği yeni F1 düzeninde BMW’den ayrıldığından beri şampiyonluğa aday bir otomobil yapamadı.) Fakat fabrika takımlarının tamamı bu güç gösterisine katıldı. Max Mosley de makamının bu son günlerinde, “Amacımız Formula 1’i otomobil endüstrisine yem etmemekti” şeklinde açıklamalarla biraz sempati toplamıyor değil.



* Jordan F1, Sauber Petronas, Prost F1, Minardi ve niceleri… Klasik takımlar bir bir yok olurken, FOTA’nın yeni serisine ilgi göstermeyen ve olan biteni sadece uzaktan seyreden Frank Williams kendi tarzıyla fabrika takımlarına karşı ayakta durmaya çalışıyor.

Biz burada FIA yüzünden puanlama sisteminin değişmesinden rahatsızken, FOTA daha ileri gidip Formula 1’i yeni bir adla bize izlettirmeye kalktı. Ya da en azından bunun blöfünü yaptı. Olan bitende suçlu veya haklı bulmak neredeyse imkansız.

More News from Nowhere #4


Her güne yeni bir yazı umuduyla uyanıyorum, geçen yazın aktifliğini de özlüyorum bazen ama önümde tamamı İstanbul’da geçirilecek bir yaz varken motive olmak çok kolay olmuyor. Bu yaz daha uzun aralıklarla daha doyurucu yazılar sunmak istiyoruz size ancak bu da sadece bir istek işte, fazlası değil… Günah çıkarma seansımızı da böyle savuşturduktan sonra basketbol ile başlayalım.

Igor Rakocevic transferinden sonra “Efes Pilsen federasyonu şampiyon olamadığı takdirde kepenkleri indirmekle tehdit etti” diyenleri inandırıcı bulmak daha da zorlaştı. Sadece bir yerel şampiyonlukla kepenk indirme noktasından Rakocevic transferine gelinmez. Efes Pilsen kulübünün kuruluş amacı, edindiği misyon bu kadar ucuz olamaz en azından… Olmadığını biliyoruz. Tabi blöf yapmış olmaları ihtimali de her zaman mevcut ama yapmayın, etmeyin. Ben Fotomaç editörü olsaydım, ki çocukluk hayalimdir, bu haberi “Bira Bu Kapağın Altındadır” başlığıyla sunardım herhalde.

Transferin teknik kısmına gelirsek, birkaç ay önce İspanya Ligi Ödülleri ile ilgili bir yazıda değindiğim zaman aklımın ucundan bile geçmedi böyle bir transfer. Hayalini kurmak bile son yıllarda yapılmış transferleri görmüş biri olarak zor olurdu herhalde. Gerçekten büyük bir skorer ve bir takımı direkt olarak bir üst seviyeye çıkarabilecek bir oyuncu. Rakocevic’in sağlıklı bir sezon geçireceğini varsayarak, Efes Pilsen’in mevcut kadrosuyla Final-Eight’e bir oyun kurucu mesafesinde olduğunu söyleyebilirim. Ancak gerçek bir oyun kurucu olmalı bu ve de Bootsy Thornton kesinlikle takımda tutulmalı… Transfer sonrasında soru işaretleri de oluştu aslında birkaç tane. Rakocevic oyun kurucu oynadığı ve topu getirdiği zaman hücumdaki verimi neredeyse yarı yarıya azalıyor. Bu şekilde kullanılacağını düşünmek bile istemiyorum, zira Rakocevic de bu konuda garanti istemiş olabilir. Pablo Prigioni ile birlikte neler yaptığını hep beraber izledik, Kerem Tunçeri de onun için ideal bir partner guard pozisyonunda. Ancak bu durumda da Thornton’ı SF olarak kullanmak gerekebilir ki, özellikle savunma anlamında sıkıntılı maçlar anlamına gelebilir bu Tootsie için. Tabi onunla devam edileceğini umarak böyle konuşuyorum, bu yönde birkaç haber de okumuştum ama emin değilim. Şu andaki pota altı rotasyonu Michail Kakiouzis dışında kabul edilebilir düzeyde bence. Ancak dış basında Efes Pilsen’in bütçesi olarak verilen rakamlara bakılırsa, Rakocevic düzeyinde bir transfer de oraya bekleyebiliriz. Yine de fazlasıyla speküle edilmiş rakamlara benziyor bunlar… Son olarak Ankara’nın sorduğu sorunun cevabı bizim için açık, ama önemli olan bu sorunun Ergin Ataman’ın kafasındaki cevabı…

Ankara arrived from google.com.tr on “NUMARAIKI” by searching for Igor Rakocevic+kaç numara.


Avrupa Bayanlar Basketbol Şampiyonası’nı Fransa kazandı. Bayan basketboluna en fazla bir çeyrek tahammül edebiliyorum ve bu yüzden çok stratejik davranmam gerekiyor ekran karşıına geçmeden önce… Tek istisnası geçen sezonki WNBA finallerini İsmail Şenol-Orkun Çolakoğlu ikilisinin sunacağı haberini almamdan sonra gerçekleşti. Dün finalde Osman Sakallıoğlu vardı, 8/19 ile faul atan bir Fransa vardı ve bu kaçan faullerin çoğu son çeyrekte yapılan taktik faullerdi. Ama yine de zevk aldım sanıyorum. Benim bile tanıdığım üç oyuncusu vardı her şeyden önce Rusya’nın. Favori olması gerekir böyle bir takımın, sadece Becky Hammon faktörüyle bile… Ama Becky son çeyrekte biraz fazla tuttu topu elinde sanırım, takımın geri dönüş çabalarına da bir şekilde ket vurduğunu söyleyebiliriz. 0/8 ile üçlük attı ama, bence takımı için daha ölümcül olan son çeyrekte topu yeterince paylaşmamasıydı. Halihazırda ritmini bulmuş bir Maria Stepanova da varken onun üzerinden daha çok top kullanılabilirdi. Canı sağolsun, biz Becky’yi her haliyle seviyoruz… Sonuçta Rus milli takımına bir bronz madalya hediye etti geçen sene ve mağlubiyetin faturasını da tamamıyla Hammon’a çıkarmamak lazım. Saç tercihini bir kez daha gözden geçirsin ama…

Transferde neler oluyor? Karim Benzema ismi konuşuluyor öncelikle United için. Güzel olurdu tabi. Ama Cristiano Ronaldo hiç gitmemiş gibi davranamayız Lionel Messi gelmediği takdirde. Yani kısaca davranamayız, niye uzatıyorsam… Carlos Tevez de takımda kalmayacağını açıklamış, ondan da tam olarak verim alamadığımızı düşüneceğim sonsuza kadar. Ama bu sezon Ronaldo’nun gidişiyle çok daha önemli bir rol üstlenebilirdi, kendi bilir tabi. Bir de kaleci konusunda spekülasyonlar çıkıyor. Victor Valdes iddiası ortaya atıldığında üç gün uyuyamadım. Sonra Iker Casillas dediler, o da gerçek olamayacak kadar güzeldi. Edwin Van Der Sar’ın da limitleri var, Kuszczak-Foster ikilisi güzel yedekler ama birinci kaleci olacak kadar iyi değiller kesinlikle. Bu sezon da rotasyon yardımıyla VDS dinlendirilebilir ve problemler minimize edilebilir ama peki ya sonra? Bence de bir an önce bir çözüm düşünülmeli.


Thomas Vermaelen de 10 milyon pound karşılığında Arsenal oyuncusu olmuş, güzel transfer. Arsene Wenger savunma hattına bir çeki düzen verecek sanıyorum. Kolo Toure’nin City’ye gitmesi olası, hatta 12 milyonluk bir tekliften de bahsediliyor… Gallas-Senderos-Silvestre-Djourou dörtlüsünün de Wenger’in planlarına dahil olup olmadığını söylemek zor, ama bu isimlerin bir kısmını bir daha Emirates’te göremeyeceğimizi söyleyebiliriz herhalde.

Wigan Athletic, eski oyuncusu Roberto Martinez’i Swansea’den getirip menajerlik koltuğuna oturttuktan sonra bir başka İspanyol Jordi Gomez ile de orta sahasını güçlendirdi. Barcelona altyapısından yetişmiş, daha sonra Espanyol’da şans bulmayı başarmış önemli bir isim… Yeni bir Mikel Arteta olabilir Ada futbolu için. O hamleyi de beğendim…


Bir de Formula 1 vardı tabi. Silverstone pistini son kez görme fırsatıydı belki de, o yüzden ekran karşısında yerimi aldım. Dün de daha ziyade Serhan Acar’ın FIA-FOTA olayıyla ilgili görüşlerini dinlemek için sıralama turlarını takip etmiştim… Yarış öncesi stüdyo programında Okay Karacan tam olarak “Hiçbir şeyi anlayabilmiş değilim, anlamak da istemiyorum” diyerek ufak çaplı bir cinnet geçirdi yayında. Biz Formula 1 sevenler olarak sezonun başından beri yaşıyoruz aslında o cinnet halini ve bu Formula 1’i sevmiyoruz. Sanki başka bir şey izliyoruz. Eskiden sezonun gidişatı için en anlamsız yarışı izlemek uğruna saat kurup uykusundan feragat eden, dersane satan adamlar şimdi yarış başlamadan önce kaç tur dayanabileceklerine dair bahse giriyorlar. Uzun uzadıya duruma ışık tutacağımız bir yazı da gelebilir Erhan’dan ya da benden. Ama burası çok sıcak şimdi. Adamımız Sebastian Vettel’i kutluyorum, Red Bull çok başkaydı haftasonu boyunca… Mark Webber bile bunu görmemize engel olamadı.

Formula 1 Padok – Kim Ne Demiş – Vol. 2


– “Ferrari motoru olabilir mi?”
(Norbert Haug, Kimi Raikkonen’in motor arızasıyla yarış dışı kaldığı Valencia 2008’den sonra düzenlenen partide atılan havai fişek üzerine…)

– “Duvarı görünce direksiyonu çeviriyorsunuz.”
(David Coulthard, Singapur gibi şehir içi pistleri öğrenirken kullandığı metodu anlatıyor.)

– “Şampiyonu muhasebecilerin belirlediği bir sezon istemiyoruz!”
(Red Bull şefi Christian Horner, yeni bütçe kurallarından sıkılmışa benziyor.)

– “Neden bodyguard tutayım ki. Problem çıkaran tek bir insan vardı, ondan da ayrıldım.”
(Bernie Ecclestone, 24 yıllık karışından boşandığına pek üzülmüyor.)

– “Hani saunada çok sıcak olur da dışarı çıkmak istersin ya, işte Malezya’da attığın ikinci tur da öyle bir şey.”
(Mark Webber, Sepang’daki sıcaklığı anlatıyor.)


– “O benim kız arkadaşım değil ki!”
(Giancarlo Fisichella, Fernando Alonso’nun McLaren’a gitme kararından sonra “Takım arkadaşınızın eksikliğini hissedecek misiniz” sorusunu yanıtlıyor.)

– “Yanlış numara!”
(Norbert Haug, katıldığı bir canlı telefon bağlantısında “Ferrari’yi mi, yoksa BMW’yi mi şampiyonluğun en güçlü adayı olarak görüyorsunuz” sorusunu cevaplıyor.)

– “1:14.634!”
(Christijan Albers, sabahları ne kadar uzunlukta duş aldığının sorulması üzerine.)

– “Sonraki soru lütfen…”
(Michael Schumacher’e Juan Pablo Montoya’nın F1’den ayrılması soruluyor.)

– “Danışmanlık.”
(Michael Schumacher, kimsenin tam olarak bilmediği “Ferrari Takım Danışmanı” adı altındaki yeni görevinin ne anlama geldiğini açıklıyor.)

Keke Rosberg ve Niki Lauda

– “Göbeğim olması, hamile olduğum anlamına gelmez.”
(Niki Lauda, sevgilisi Birgit Wetzinger’in bir çocuk beklediği dedikodularını değerlendiriyor.)

– “Nico hiç yağmur dansı ummasın. Kar yağsa kurtaramaz.”
(Oğlunun Malezya’da 16. sıradan başlayacak olması, Keke Rosberg’in umutlarını söndürüyor.)

BONUS:

– “Yoksa Keke, sen mi geldin?”
(Williams taraftarı olan şahsım 82 şampiyonumuz Keke Rosberg’in, oğlunun menajeri olarak takıma geri dönmesini Servet Kocakaya’nın türküsüyle kutlarken.)

“‘Franziska Nickoleit’ diye arat.”
(Alman bir arkadaşım, Timo Glock’un kız arkadaşının studivz.net üzerinde bizzat kendi profiline nasıl ulaşabileceğimi anlatırken.)

F1 Padok Vol. 1

Nicht Nur Eine Trikot-Farbe! Tabi…


“Weiß. Nicht nur eine Trikot-Farbe! Für eine echte NATIONAL-Mannschaft!”

Bu slogan 2006 Dünya Kupası arefesinde Almanya’nın çeşitli kesimlerinde sıkça duyulur olmuştu. Saldırının hedefi açıktı. Jürgen Klinsmann tarafından aday kadroya çağrılan siyahi oyuncu Patrick Owomoyela… 25 numaralı beyaz bir milli takım formasının hemen yanında yazıyordu yukarıdaki cümle: “Beyaz! Yalnızca bir forma rengi değil! Gerçek bir ULUSAL takım için!” Bu dahiyane sloganın fikir babası da elbette ki aşırı sağcı NDP Genel Başkanı Udo Voigt.


Bugün nihayet Alman Futbol Federasyonu ve Owomoyela’nın açtıkları davaya bir cevap geldiği haberini aldık. Voigt, iki kurmayı ile birlikte 3 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor. Aslında Owomoyela olayı pek de münferit sayılmaz, en azından Dortmund oyuncusu bu konuda yalnız değil. Gerald Asamoah, Marvin Matip ve alt liglerdeki birçok siyahi oyuncu benzer saldırılara maruz kalıyorlar. Bunu basın yoluyla biz öğrenebiliyoruz, ancak adli bir makama taşınmadan da geçiştiriliyor genelde…


Sadece futbolla sınırlı da değil bu. Sosyal hayatın yanında yamacındaki her insan hedef haline gelebiliyor. Geçen sezonun son yarışı sonrası, kendisini savunma konusunda motivasyon sorunları yaşasam da bunlardan biri de Timo Glock. Bildiğim kadarıyla, ki çok da ilgilenmem ama, Glock’un en azından yakın geçmişinde Neo-Naziler için sorun teşkil eden bir durum yok. Her ne kadar son yarış sonrası “Glock, you don’t look German, more like a Polish toilet cleaner” gibi bir hakaretle karşılaşmış olsa da, bu sadece bir hakaret. Kendisine tehdit mektupları yollayan, “Ailenin nerede oturduğunu biliyoruz, gaz odasına aitsiniz” diyenlerin temel mantığı gerçekten çok ilginç. Kızgınlıklarının sebebi, Glock’un yavaşlaması sonrası tarihte ilk kez siyahi bir pilotun F1 şampiyonluğuna erişmesi. Onların deyimiyle Glock, bu organizasyonun tarihine bir leke olarak geçecek bu talihsiz olayın faili.


Sinirlenmeyeyim diyorum da elimde değil. Aslında bu konuyu Mithat’a bıraksaydım da, güzelinden birkaç küfür gelseydi. Hatta Barış Özbek ve bilime inanan üniversite öğrencilerinden sonra yumurtanın fırçalanmayan tarafının yeni konuğu konusunda adres gösteriyorum. Bulun getirin o herifi!

Countdown to Tip-Off

Yarını sabırsızlıkla bekliyoruz, özellikle de TRT’nin oluşturduğu ekibi gördükten sonra… Yeni kurallar da yetişmedi Erhan’ın da yazdığı üzere, çok güzel oldu çok. Ne Jenson Button’ı, ne de Rubens Barrichello’yu severim. Ancak Ross Brawn’ın hatrına bu yıl sempatimizin odak noktası Brawn GP olacak gibi gözüküyor… Sezona batug.com da fırtına gibi girdi. Forumda Yavuz Abi’nin paylaştığı yukarıdaki video da ağzımızı sulandırdı son bir kez. Tabi keşke son sahne hiç olmasaydı… Let’s Get It Started!

Ve FIA Geri Adım Attı


Henüz 2 gün önce FIA’in Formula 1 şampiyonasına getirdiği kural değişikliğinden bahsetmiştik. En çok yarış kazanan pilotun, elde ettiği puana bakılmaksızın şampiyon ilan edileceği yeni sistem hakkında hiçbir takım patronundan olumlu görüş gelmemişti. Ve Mark Webber’ın “Ne iyi, ne de kötü” demesi dışında padokta da yeni sistem hakkında olumsuz olmayan bir söz çıkmadı. Buna tüm zamanların en çok yarış kazanan pilotu Michael Schumacher ve yeni sisteme göre 2008’de kendi pilotunun şampiyon olması gereken Ferrari başkanı Luca Di Montezemolo gibi isimler de dahil…

Ve FIA bugün geri adım attı:

2009 Formula 1 sezonunda eski sisteme devam edilecek. Yani şampiyonu puan belirleyecek, puan sistemi de aynı şekilde 10-8-6-5-4-3-2-1 olarak kalacak.

FIA’in aynı hafta içinde radikal bir karar verip bozmasının ardında hukuki açıdan köşeye sıkışmışlık yatıyor. Formula 1’in kendi tüzüğüne göre, sezonun başlamasına az bir zaman kala ‘tüm takımların onayı olmaksızın’ kuralları değiştirmek mümkün değil. Yani FIA 2009 yılı için şampiyona kurallarını kendi kafasına göre değiştirmek için geç kaldı.

Ancak 2010 için tabi ki geç değil. FIA, takımlar birliği FOTA’nin 12-9-7-5-4-3-2-1 önerisine kulak vermeyi yine seçmedi ve 2010’dan itibaren en çok yarış kazanan pilotun otomatikman şampiyon olacağı sisteme geçileceğini açıkladı. Yani FIA’in attığı geri adım, takımlarla birlikte F1’i daha çekici hale getirecek bir paket üzerinde uzlaşma arzusundan değil, tamamen hukuki engeller yüzünden kendi dayatmalarını bir yıl geciktirmek zorunda olmaktan.

Yeni sistemin F1’de çok kalıcı olmayacağını söylemiştik. Ancak sadece 3 gün süreceğini de beklemiyordum açıkçası. 2010 sezonunda yeni sisteme geçileceğinden de elbette ki şüphem var. FIA’in yapboz tahtasına çevirdiği ortamı görünce “Hele bir o gün gelsin de” demekten ötesi de gelmiyor zaten aklıma…