In-Between Days


Bugünün ilk çeyrek finaline aile yemeğinde yakalandık, yine de ikinci ve üçüncü çeyrekleri tüm masaya izletmeyi başardım. Yeni doğan yeğenim de basketbola ilk tepkisini bir Chauncey Billups üçlüğünde verdi, 2010 jenerasyonu sağlam geliyor…

Arjantin-Litvanya maçını da yarısında yakaladım. Daha skora bakamadan gelen acayip Martynas Pocius smacı da çok geç kaldığımın göstergesiydi. Maçın anlamlı yarısının da tekrarını izledim az önce, yarın bir şeyler yardırırız o yarı final hakkında da.

Bugün ise biraz Mike Krzyzewski-David Blatt gerginliğine değinmek istiyorum. Krzyzewski’nin ucuz milliyetçilikleri bana yabancı değildi, birçok basın toplantısında konuşmalarına bu sosu yedirmeye çalışırken komik durumlara düştüğünü görmüştüm. Son kitabı “The Gold Standard” içerisinde bu vurguların iç bayıcı, ‘of be abi’ dedirtici boyutlara ulaştığını da duymuştum. O yüzden bu yaşananlar çok şaşırtıcı değil. “Neden bahsediyor bu adam?” Tamam sakin olun, önce özet geçiyorum.

Her zaman Amerikalı kimliğiyle gurur duyan, zamanında 2007 finalinde oradaki az sayıda Amerikalı’dan Chris Sheridan’a yaptığı içten açıklamalarda da bunu hissettiren bir adam Blatt. Aynı zamanda İsrail pasaportu da var. Fakat Massachusetts’dan yetişme, Princeton’dan mezun ve Yahudi olan -yani NBA’de esaslı bir yer edinmek için tek başına yetebilecek üç etiketi üzerinde taşıyan- bu adam yaşadığı uluslararası deneyimden o kadar haz alıyor ki, ülkesine dönmek hiçbir zaman yakın dönem planları içine girmedi. Bunu denese bugün çok daha büyük bir repütasyona ve daha fazla sıfır barındıran bir maaşa sahip olabilirdi belki… Yine Sheridan’a verdiği röportajda, efsanevi İspanya maçı sonrasında İstanbul’a henüz yerleşmiş ailesine müjdeli haberi verdiğinde evdeki dört çocuğunun aynı anda dört farklı dilden -İbranice, İngilizce, Rusça, Türkçe- bağırışlarını duymanın eşsiz bir zevk olduğunu söylüyordu. O şampiyonanın elemelerinde Belçika maçı sonrasında soyunma odasında terör estiren ve “Herkesin size neden loser dediğini şimdi anlıyorum ve bugünden itibaren ben de onlara katılıyorum” sözleriyle ülke basketbolunun 10 yıllık fetret devrini resmen sonlandıran kurşunu atan bu adamdı. Fakat bu şampiyona öncesinde elindeki yeni çocuklarla aynı şeyleri yeniden tecrübe ettiğini ve canının bu işe çok sıkıldığını anlamamak mümkün değildi. O mucizevi başarının kahramanı olan Kirilenko-Holden-Khryapa üçlüsünden yalnızca biri kadrodaydı ve o da sahaya adımını atamıyordu. Bu çaresizlik onu bundan böyle milli takım çalıştırmama kararına itti. (Seneye Maccabi Tel Aviv’in başında olacak Blatt.)


1972 senesindeki ABD-SSCB finalinde üç kez tekrarlanan son hücumlardan Sovyetler lehine sonuçlanan tek senaryo onanınca ve Alexander Belov’un topu çemberin içinden geçip de Amerikalılar için kutsal olan altın madalya rakibe gidince bu ‘hırsızlık’ yıllarca manşetlerden düşmedi. Adeta Soğuk Savaş’ta yeni bir dönemin sembolü oldu o maç. Kendisini belki de her şeyden önce bir ‘yurtsever’ olarak niteleyen Krzyzewski ve bu takımdaki asistanı Chris Collins -doğru tahmin, babasının adı Doug- için en güzel hatıralar değil. O kirli takımın bugünkü uzantısının başında bir Amerikalı’yı görmek bile onlar için kaldırılabilir bir şey değilken, o Amerikalı’nın “Gerçekten maçın sonlarında komik şeyler yaşandı fakat bunu bir Amerikalı olarak söylemekten nefret ediyorum ki sonuç adildi” demesi küplere binmek için yeterli sebep.

Fakat bu cümleleri sarf etmek için yeterli bir sebep mi?

“O bir Rus. Rus takımını çalıştırıyor ve muhtemelen artık onların bakış açısına sahip. Gözleri şimdi daha net görüyordur, çünkü artık onu engelleyen gözyaşları yok.”

Avrupa basketbolu hakkındaki ilk izlenimini o meşhur 1972 finalinde edindiğini ve o sırada Massachusetts’da transistörlü bir radyo başında olabilecek en tutkulu Boston Celtics taraftarı olduğunu söyleyen Blatt, o gün ekran karşısında ağlayan Amerikalı çocuklardan birini olduğunu söylüyordu. Ve Krzyzewski’ye bir çocuğun gözyaşları üzerinden de siyaset yapabileceğini gösterme fırsatı sundu. Blatt yeteri kadar Amerikalı değildi. Belki çocukken öyleydi ama sonra şeyleri olduğu haliyle görme yetisini kazandı. Aynı gün Krzyzewski’nin anlayışına göre gerçek bir yurttaş olma şansını da kaybetti.

Herkesin yurt sevgisinin sınandığı, bu işin kalleşçe insanların kökenini sorgulayan bir kafatasçılığa götürüldüğü ve bunun sonucunda da bazılarının bazı diğerlerine hedef gösterildiği bir ülkede yaşıyoruz biz de. Coach K gibi adamlar gelecek ve vatanı uğruna kendini feda etmeye amade yurttaşlarına bu bazılarını işaret edecek. Bu işleyişe aşinayız sanırım.


Milliyetçiliğin milliyeti olmadığını görerek böylelerine verilecek en güzel cevaplardan birini Blatt’in verdiğini fark ediyoruz. Oyunun değerini yerle yeksan eden Jonas Kazlauskas’a oyuncuları yoluyla sahada en güzel cevabı veren ve bu oyunun sadece kazanmak için oynandığı takdirde onurunu koruyabileceğini ifade eden Blatt, İstanbul’daki son ayarını vererek uzaklara gidiyordu. Kendisine karşı hala öfkeli Efes Pilsen taraftarlarına aldırmadan. Arkasında bir Red Kit silüeti bırakarak… (Jean Tigana’nın Beşiktaş kariyerini ve David Blatt’in Efes Pilsen kariyerini hep benzetmişimdir.)

“Anlaşılan Mike benim de en az onun kadar Amerikalı olduğum gerçeğini kaçırıyor. Amerika’da bize düşünce ve ifade özgürlüğünü öğretiyorlar, böylece olanlara karşı tarafsız bir bakış edinip kendi düşüncelerimizi üretmemiz ve onları ifade etmemiz mümkün oluyor. Bunu yaparken herhangi bir şekilde yurttaşlığımızın sorgulanmasını göze almamız da gerekmemeli ama ona karşı bu mümkün olmayacak sanırım.”

“Ben Rus değilim. Ama olaylara tarafsız yaklaşabilmekten ve kimseye hakaret içermediğini umarak kendi düşüncelerimi oluşturabilmekten dolayı gurur duyuyorum. Fakat bu ancak insanların en azından bazı konularda daha açık fikirli ve hakkaniyetli davranması halinde anlamlı.”

“Son otuz yılda Avrupa’da yaşamak bana bir şey öğrettiyse o da olaylara tüm perspektiflerden bakabilmek ve tamamen gerçekler üzerinde bağımsız fikirler üretebilmek olmuştur. Bunlar popüler düşüncenin karşıtı da olsa, genel temayülün dışında da olsa bunu söyleyebilmek… Yaşamda ilerleme sağlayabilmemizin tek yolu bu.”

“Bunların geride kaldığını düşünmüştüm. Mike bir Amerikalı antrenörün Avrupa’da sıfırdan bir kariyer yaratıp da Rus milli takımının başına geçmesini gururla karşılamalı değil mi? İnsanlar hala 40 yıl önceki hadiseler konusunda hislerine kapılabiliyor ve bunları argümanlarını ileri götürme yolunda kullanabiliyorsa, öyle olsun.”

Peki Koç-Ka galibiyet sonrası ne diyor?

“We’re friends.”

Amerikan basının cesur kalemi, LeBron James ve Chris Paul konularında da her zaman yazılamayanları yazacağını gösteren aslan yürekli Adrian Wojnarowski de güzel bir yazı yazmış, ilham kaynağım oldu. Tık!

Kevin Durant üzerinde “1972” yazan ayakkabılarla sahaya çıkmış, 38 yıl sonra vatanın onurunu kurtarmış falan filan. Bugüne kadar desteklediğim bu ABD takımı, Litvanya maçı öncesi beni kaybetti. Çünkü Krzyzewski’nin üst üste iki dünya şampiyonasında altınsız eve dönen ilk ABD coachu olması yönünde duyduğum istek daha şiddetli.

Gönül Yarası

Cumartesi sabahı erken kalkmaktan nefret ediyorum fakat yarın batug.com ekibi olarak “Yenilsen de Yensen de” çıkarması yapmamız istendi. Bu yüzdendir ki planladığım grup maçlarına bakışı bugün yapamayacağım. Belki hiçbir zaman yapamayacağım. Peki kimlere üzüldüm?


– Porto Riko, beklediğimden daha derli toplu bir takımla buraya gelmiş. World Basketball Festival kapsamındaki Çin maçlarında iyi sinyaller almamıştım ama daha sonra Çin’in de öyle yaban atılır bir takım olmadığı gerçeğiyle yüzleştim. Porto Riko da anlaşılan o ki, o günden sonra hazırlık dönemini iyi değerlendirip kimyayı oturtmuş. Takımdaki Larry Ayuso ve Christian Dalmau adındaki safraları atmak da bunda yararlı olmuştur muhtemelen. Carlos Arroyo’dan yararlanamamaları onları kuşkusuz önemli etkiledi. Fakat Angel Vassallo eskiden Ayuso’nun sağladığı dış şutör katkısını sağlarken, Nathan Peavy ne kadar büyük bir baş belası olduğunu göstermiş ve ilk maçlarda yeterli şansı bulamayan Renaldo Balkman da savunmada çok önemli bir faktöre evrilmişti. Başroldeki Barea-Ramos ikilisi de iyi bir turnuva geçiriyordu. Yunanistan ve Rusya’yı ellerinden kaçırdıktan sonra, Türkiye karşısında da oyunu krize sokmayı başardılar. Ama Fildişi Sahili karşısındaki şok yenilgi her şeyin sonu oldu. Yine güzel bir takımdan gelen erken bir veda.

– Kanada’da da da da Damir Mrsic. Kanada’da da ilk turun ötesine geçebilecek bir kadro vardı. Özellikle Gonzaga öğrencisi Kelly Olynyk geleceğe dair umutlar verdi. Görünüşüyle bana Caner Öner’i anımsatsa da sonunun o kadar trajik olmayacağına inanıyorum. Joel Anthony NBA’de pek gösteremediği hücum bitirişlerini, burada üzerinden oynanan oyunların sonunda fazlaca gösterdi. NBA’de kontrat bulabilmesine hep şaşırdığım bir topçu olmuştu ama rolünün hakkını her zaman veriyor. Turnuva öncesi ‘sevdiğim bir adam’ olarak işaret ettiğim Levon Kendall da çok olumluydu. Peki neden Lübnan ve Yeni Zelanda gibi cüssesine göre rakiplerin olduğu bir grupta sıfır çekip geri döndüler? Tüm bunların sağlıklı biçimde işlemesi için gereken parça yerinde değildi. Andy Rautins ilk iki maçta sadece 38 dakika oynayabildikten sonra sakatlanıp takip eden iki maçta oynayamadı. Formalite anlamındaki son İspanya maçı oynanırkense çoktan takımı New York Knicks’in kampına katılmıştı bile. Düzen dışı skorer kimliğiyle kenardan katkı getirmesini beklediğimiz Jermaine Anderson, bir numaralı oyun kurucu haline gelip 35 dakika üstü süreler almaya başlayınca sonuçlar Kanada adına pek hayırlı olmadı haliyle. Anthony’nin ve oyundayken -bir başka Gonzaga öğrencisi- Robert Sacre’nin üzerindeki ilgiyi dağıtacak bir dış şutör de yoktu. Denham Brown beklentiler altında kaldı ve Carl English’i aradık ister istemez. J.E. Skeets takım hakkında ağır konuşuyor ama kapasiteleri ölçüsünde Fransa ve Litvanya maçlarını son topa götürerek benden alkışı aldılar. Rautins -baba olmayanı- sahada olsaydı belki şimdi bambaşka şeyleri konuşuyorduk Güntekin? Gökhan Gönül bugün Real Madrid’de oynamaz mı?


– Almanya’ya pek üzülmedim. Güzel takımlardı ve her şeyi hak ediyorlardı. Ben onlardan her maçı kafa kafaya götürmelerini bekliyor, ama son dakikalarda zayıf kalarak bu maçların çoğunu vermelerinin de normal olacağını düşünüyordum. Fikstürdeki üçüncü maç olan Avustralya maçı kaderlerini belirleyecekti. İlk iki gün gerçekten de beni yanıltmadılar ve karakterlerini sahaya koyarak Arjantin ve Sırbistan için kolay lokma olmayı reddettiler. 78-74 kaybedilen ilk maç sonrasında, Sırbistan’ı iki uzatmaya giden maçta devirdiler ve bu epik maçla birlikte kesinlikle turnuvada iz bıraktılar. Fakat ertesi gün gelen 35 sayılık Avustralya mağlubiyeti de kolay kolay zihinlerden silinemeyecek. O gün İstanbul grubu maçları için Abdi İpekçi’de olduğumuzdan takip edemedim. Belki de üçüncü gün ara veren gruplardan biri olsalardı o hedef maçı kazanıp yollarına iyi bir şeritten devam edeceklerdi. Kader! Bu şampiyonada Demond Greene, Steffen Hamann ve Jan Jagla gibi tecrübeliler ön plandaydı aslında. “Bu sene biz oynayalım, seneye de siz oynarsınız” dediler. Hakikaten de sırasıyla Tibor Pleiss, Robin Benzing, Tim Ohlbrecht, Elias Harris ve Lucca Staiger bu takımda rol aldıklarında ne kadar etkin olabileceklerinin ilk sinyallerini verdiler. Bu sıralamada hedef şampiyona olan London 2012’de mutlaka değişiklikler olacaktır. (Özellikle Harris’ten yana ümitli olduğum biliniyor.) Vakit geldiğinde bugünkü tecrübeler çok değerli olacak, fakat keşke bir de eliminasyon maçına çıksalardı. Olsun Dirk Nowitzki de seneye Litvanya’da olacağını resmen açıklamışken Dirk Bauermann dışında herkes mutludur. Onu Bayern München ile milli takım arasında bir seçim bekliyor…

– Tas Melas’a üzüldüm. Yunanistan milli marşına eşlik ederek izlemeye başladığı Rusya maçında, Yunan milli formasının oyuna hakaret aracı olarak kullanılmasına tanıklık etti. Hoş değil…

– Red Foxes =(((

Gerekli yerlere gitmesi dileğiyle:


– Başka da kimseye üzülmedim galiba, beter olsunlar.

– Başlık da bulamadım, Google aramalarını hedefliyorum.

  • Barış Özbek Kürt mü?
  • Çalıkuşu dizisi TRT
  • Cristiano Ronaldo Orgy
  • Tyson Gay mi?

Bugüne kadar en sık karşılaştığımız arama sözcükleri yukarıdakiler. Bunlara dün gece vaatkar bir tane daha eklendi:

Bursa arrived from google.com.tr on “NUMARAIKI: Brave New World – Tier IV” by searching for “moraller gayet iyi gayet iyi gayet iyi”.

Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik, Slooovenyaaa!


Çin maçını değerlendireyim mi? Gerek yok. Zaten izlemedim. Perşembe günü, Slovenya ve ABD’nin maçlarını izlemek için Abdi İpekçi yollarında helak olurken bindiğimiz taksideki abinin ”Çin’de uzun var mı lan, basketbol oynuyor mu onlar” tarzındaki sorusu maça ülkece bakışımızı özetliyordu. Yanımdaki arkadaşım, bir anlık gafletle ”Yao Ming ve Çin’deki basketbol yayıncılığı” üzerine uzunca bir diskur çekmeye hazırlanıyordu ki, duymamla lafa girmem bir oldu. ”Yeneriz ya” dedim, sonra konuya ilgisi o soruyla sınırla kalan taksici abi Tayyip Erdoğan’ın miting konuşmasını radyodan açtı, son ses, çalan şey “Sultans of Swing”in solosuymuş gibi gülümseyerek yoluna devam etti.

Öteki maçları konuşabiliriz ama. Mesela, benim hayatım boyunca hatırlayacağıma inandığım bir görüntüden girmek istiyorum. Belki, o zaman, senelerdir dillere pelesenk ettiğimiz ”kolej takımı hüviyetinde” ifadesinin 12 Dev Adam’da ilk defa gerçekten, bu turnuvada vücut bulduğunu anlayabiliriz.

Rusya maçı. Gergin dakikalar yaşıyoruz, üçüncü periyot civarları ve ülke olarak yeteneğine ve kariyerine büyük saygı duyduğumuz Hidayet daha ortaya çıkmamış bile. Geçen turnuva akıllarda. Girmeyen şutlar, yanlış tercihler, top kayıpları. Her şey bir kabusu andırıyor onun için, takım da iyi giderken üstelik. Ancak, çeyreğin ortalarında bir aralık Hedo, içeri yükleniyor ve Ömer Aşık’a güzel bir pas veriyor. Basket bir de faul. Şimdi burada özel bir durum var. O anda kimse kutlama için Ömer Aşık’a doğru hareketlenmiyor, herkes pası veren Hidayet’e doğru yürüyor ve ona destek olmaya çalışıyor. Daha sonra, aynı Hidayet şahane bir oyunla maçı getiren adam oluyor. Maç sonrası Kerem Tunçeri’nin açıklaması şu şekilde: (Söz sende Irmak.) ”Ya Hidayet benim çocukluk arkadaşım, onu bu turnuvaya ısındırmalıyız, yoksa olmaz”

Bu işte sözün bittiği yer, demeyeceğim çünkü afedersiniz ama kullana kullana bu lafı çürüğe çıkardınız. Yine de o an, beraber maçları takip ettiğim, basketbolda içeri yüklenmeyi ve uzun adamı gereksiz bulan ve ayrıca tüm oyuncuların, her pozisyonda şut atması gerektiğini savunan babama ”Biz olduk” dedim.

Emre Belözoğlu’nun takım kaptanı ve Fatih Terim’in teknik direktör olduğu takım için hiçbir zaman ”Biz” ifadesini kullanmamıştım. Kullanamıyorum. Başarılara sevinip sevinmeme durumu değil bu, başka bir şey. Bu hissiyatımı paylaşanlar vardır aranızda. Fakat uzun yıllardır basketbol milli takımı benim takımım. Fark ne, gerçekten bilmiyorum.

Gazı aldık, önümüze bakalım. Rakip: Fransa.

Şans, kader ve en nihayetinde üzerine espri yapmak istediğim ismi güzel, kendi güzel Abercrombie’nin basketi bizi buralara getirdi. Aklıma bile getirmek istemiyorum ama belki de bütün turnuvanın gidişatı ve bizim için tarihi bir anlam ifade edecek bir andı o. Belki de değildi, Bana bakmayın siz, zaten oldum olası durumları ve olguları abartıp tarihsel bir çerçeveye yerleştirmeye çalışırım. Büyük lafları, iddialı tanımları severim, yalan yok.

Bazıları Yeni Zelanda yerine Fransa’yla eşleşmemizi olumlu karşıladı, içimizdeki pesimistlere nazaran. Teknik, taktik bir sürü açıklama yapıldı rahatlayalım, sakinleşelim diye. Fransa’nın genç, ham ve dengesiz takımının alan savunmasına hücum etmekte zorlanmasından tutun da, şut yüzdelerinin düşüklüğüne kadar. Hepsi gayet net bir şekilde doğru, katılıyorum lakin ben bunlarla ilgilenmiyorum. Ben bu eşleşmeye sevindim çünkü açık ve net şekilde Fransa’yı sevmiyorum.

Aydan Çelik, Laurent Fignon’a saygı duruşunda bulunduğu son yazısında, her zamanki savruk ama muhteşem yazı stiliyle daldan dala atlarken arkadaşı Karbon Murat’a göndermede bulunarak ”Fransızca eğitim alıp Fransız sevene pek rastlamadım” diyordu.

Bir istisna diyebilir miyim kendim için, sanmıyorum. Senelerdir Fransa’da yaşayan aile büyüklerimin Fransız eşlerinin ve çocuklarının soğuk tavırlarını da ekleyin. Prekazi’nin Monaco’ya attığı golün uzaklığının seneler geçtikçe artması gibi her konuşmada artan peynir çeşidiyle (300 dediniz, 400 dediniz, 500 dediniz, bir karar verin, ne ayaksınız?) ve dünyanın merkezi tavırlarınla seni pek de sevmiyorum Fransa.

İstisnalar (Godard, Rohmer, Cohn-Bendit…) bu yazıda da kaideyi bozmuyor.

Fakat bir an durup, eksiklerimiz üzerine de kafa yormamız gerekiyor, mesela o bir parça abartılan alan savunmamızı Yunanistan maçında aslında çok da şahane uygulamadığımızı, sonucu belirleyen şeylerin başında rakip takımın feci şut performansının geldiğini de bir köşeye yazmak lâzım. Fransa’nın çok keskin şutörlerden oluşan bir takım olmadığı açık fakat bu aynı hataları tekrar yapmamızı gerektirmiyor.

Öte yandan, hücumda disiplini elden kaçırdığımız anlara da dikkat etmemiz şart. En basitinden, Ender Arslan’ın oyunda olduğu dakikalarda kullandığı ”Topu 20 saniye elimde tutarım, sonra da rakip guardın üzerinden sallarım” hücumları konusunda uyardığımız ya da Hidayet’in neden en iyi yaptığı işlerden biri olan topla içeriye yüklenme konusunda bu kadar isteksiz kaldığını sorguladığımız an, ”Onu da yeneriz, bunu da yeneriz” şeklindeki hedeflerimizin daha gerçekçi bir zemine oturacağı ortada.

Sloven kızları bolca gördüğümüz, Doğan Hakyemez’i ise neredeyse hiç görmediğimiz bu şampiyonanın sırf bu nedenler yüzünden bile benim için rüya gibi geçtiğini söyleyebilirim. Liste uzatılabilir. Ve o listenin içinde, ”Faul olması lazım” diyen abi olmaz.

Yine O Adam


Günde 12 maçın yapıldığı bir şampiyonada bir şeyler mutlaka kaçacak, yayıncı kuruluşun programına baktığımızda bunun ayırdına varmalıyız. Fakat Doğuş Yayın Grubu dahilindeki diğer kanalların varlığı da düşünüldüğünde, erken kopması olası Türkiye-Fildişi Sahili maçının bir alternatifi sunulmalıydı. Aynı zaman diliminde Almanya-Arjantin ve İspanya-Fransa gibi sert maçlar varken, basketbol izleyicisi üçüncü sınıf bir takıma mahkum edilmemeliydi, link peşinde koşturulmamalıydı. NTVSpor’da karşımıza Mehmet Topal’ın ilk maçı olması vesilesiyle değil, daha çok sattığı için orada olduğu açık olan Valencia-Malaga çıkmamalıydı.

Fakat yine de NTV’nin genel anlamda iyi iş çıkarabildiğini söyleyebiliriz. Kaan Kural’ın milli maçlarda tribüne gönderilme sebebini biliyoruz, yabancı kısıtlamasına takılıyor. Ama buna çok fazla takılıp kalmak istemiyorum. Murat Murathanoğlu ve İsmail Şenol sesini duymaktan zevk aldığım spikerler. Bugünkü son maçı Arjantin kanalından izledikten sonra, Osman Sakallıoğlu’na bile sıcak bakabilirim. Zira futbol formasyonundan geldiğini açığa vuran o “Hidayet -es- Hidayet -es- Top hala Hidayet’te” tarzının en uç noktasını sundu bugün bana. Serbest atış çizgisine yönelen bir Carlos Delfino’yu, penaltı öncesinde gerilen bir Gheorghe Hagi’ye dönüştürmeyi bildi. Her topu son topmuşçasına anlattı. Ağzından çıkan her kelimeyi sanki son nefesiyle birlikte salıveriyordu… Korkunçtu. Daha sonra Onur Erdem yerinden bildirdi, elemanla tanışma fırsatı bulmuş ve Matias Delgado sempatizanı olduğunu öğrenmiş. Çok zayıf noktamı buldu, tüm sözlerimi geri aldım…

Caner Eler’in rotasyona dahil olması normal olarak bizi de sevindirdi, umuyorum ki rolü acilen büyüyecektir. Doğan Hakyemez sonrası Murat Özyer de esaslı bir upgrade olmuş… Fakat benim için bugünün yıldızı –bundan sonra– Merih Ak idi. Kendisinin daha önce herhangi bir basketbol maçı izlediği şüpheli. (Geçmişte oynamamış olması cüssesine haksızlık olurdu, muhtemelen oynamıştır.) Bunu söylemek için bir cümlesini duymak yeterliydi. Ama gün boyu arkadaşlarla da konuştukça, Ak’ın özel bir izleyici kitlesi oluştu. İzmir’e bağlandıklarını duyduğum gibi açtım NTVSpor’u istisnasız olarak. İspanya-Fransa maçını ‘erken final’ olarak nitelemesini dalgaya almış, oyuncu telaffuzlarına dikkat kesilmiştik. Fransa’ya inancı çok desteksiz değilmiş galiba, saygı duyuyoruz. Ama kamera karşısındaki jestleriyle spor ekranlarına yabancı gelen bir adam. Muhtemelen çok uzun ömürlü de olmayacaktır, ama eğer ki olursa yeni bir akım yaratabilir bu ‘CNBC-e terk’ görünümlü Ege bölge temsilcisi. Her seferinde aklıma Cihan Ceylan’ın şu karakterini getiriyor baba.


Adidas Cup’takine benzer not defterleri oluşturabilirim. Takım profilleri bitmediği için sana karşı mahcubum okuyucu, gözlerim yere bakıyor.

P.S.: Sine Büyüka kadar overrated olmak için ne yapmalıyım? Tanrı vergisi bir şey de olabilir gerçi.

Ya da şey olabilir. “Kadın. Top. Basketbol topu. Kadın ve basketbol topu. Basketbol topu ve kadın. Basketbol konuşan kadın. Anlamlandıramıyorum, o zaman bayağı büyük bir güç ile karşı karşıyayım. Basketbol konuşan kadın. Power forvet diyor. Tapmalıyım.”

Bloguna arada sırada uğrar, radyo programını indie modundaysam kaçırmamaya çalışırım. Yanlış anlaşılmasın. Güzel müzik zevki var, playlistlere falan buradan ulaşabilirsiniz.

Don’t Believe the Hype!


Temmuz ayı başında kamptakilere “Bu kadrodan kimler kesilir” diye sorduğunuzda ilk duyacağınız isim Eric Gordon olurmuş. En azından Chris Sheridan böyle diyor, yazısına dramatik bir sos katabilmek için de yapmış olabilir bunu. Ama herkes nasıl olduğunu anlamasam da “Amerikan basketbolunun gelecekteki yüzü” Stephen Curry’ye odaklanmışken, ben Curry yerine topa hükmetmeden de etkili olabilen bu çocuğu koymuştum 12 kişilik kadroma. Gerçi daha sonra Rajon Rondo’nun özel durumu sonrasında ben de Curry’yi elimin altında bulundurmayı tercih edebilirdim fakat her zaman Gordon’ın bu oyuncu havuzunda başka kimsenin sağlayamayacağı bir şeyi sunduğunu iddia etmiştim.

28 sayılık bir galibiyetteki rakamlar tek başına çok fazla şey söylemeyebilir. Bu yüzden Gordon’ın ABD takımı adına 22 dakikayla en çok süre alan ve 16 sayıyla da en çok sayı bulan oyuncu olduğunu söyleyip kesmeyeceğim. 6/8 ile şut attığını ve kaydettiği dört üçlüğün ikisinin maçı koparan 24-4’lük serinin tetikleyicisi olduğunu ekleyeceğim. Hırvat oyuncularının sahadaki ‘riske edemeyecekleri adam’ olarak belledikleri Gordon’ın varlığında, onun adamından yardıma giderken nasıl çekindiğini ve bu durumun takımın penetreci kısalarını ne kadar olumlu etkilediğini şemalarla anlatacak değilim. Bunu yapan bloglar var. Benim de onlara saygım var. Yalnızca onlardan biri değilim. En azından bugün… Bir sonraki maça bir de bu açıdan bakar, bu durumu bizatihi tecrübe edersiniz zaten. Öylesi daha güzel. (Blogosfer gerilmiş diyorlar, kimseye bir şey demeye çalışmıyorum. Aman!)

“Nokta şutör yokluğu da ABD kadrolarının geleneksel problemlerinden biri olarak göze çarpmıştır her zaman. Bu kadroda zaman zaman 2 numaraya çekilebilecek Billups’la ve çok formda gözüken Eric Gordon’la bu problemin aşılacağını düşünüyorum. Andre Iguodala, Danny Granger ve Rudy Gay gibi dış oyunculardan çok bu tip oyuncular iş görüyor bu tip turnuvalarda.”

Brave New World – Tier I

1. İspanya (Grup D)

Ricky Rubio, Raul Lopez, Juan Carlos Navarro, Sergio Llull, Rudy Fernandez, Alex Mumbru, Fernando San Emeterio, Victor Claver, Felipe Reyes, Jorge Garbajosa, Marc Gasol, Fran Vazquez.

2. Sırbistan (Grup A)

Milos Teodosic, Milenko Tepic, Aleksandar Rasic, Ivan Paunic, Nemanja Bjelica, Stefan Markovic, Dusko Savanovic, Marko Keselj, Nenad Krstic, Kosta Perovic, Novica Velickovic, Milan Macvan.

3. ABD (Grup B)

Chauncey Billups, Kevin Durant, Derrick Rose, Russell Westbrook, Rudy Gay, Andre Iguodala, Danny Granger, Stephen Curry, Eric Gordon, Kevin Love, Lamar Odom, Tyson Chandler.

4. Yunanistan (Grup C)

Ian Vougioukas, Ioannis Bourousis, Nikos Zisis, Vassilis Spanoulis, Nick Calathes, Antonis Fotsis, Georgios Printezis, Stratos Perperoglou, Kostas Tsartsaris, Dimitris Diamantidis, Kostas Kaimakoglou, Sofoklis Schortsanitis.

Bitmedi bunlar ya, belki bu gece tamamlarım…

Brave New World – Tier II

5. Brezilya (Grup B)

Marcelo Huertas, Nezinho dos Santos, Raul Neto, Leandro Barbosa, Marcelinho Machado, Alex Garcia, Marcus Vinicius, Anderson Varejao, Guilherme Giovannoni, Murilo Becker, Tiago Splitter, Joao Paulo Batista.

6. Rusya (Grup C)

Viktor Khryapa, Andrey Vorontsevich, Sergey Monya, Alexey Zhukanenko, Alexander Kaun, Timothy Mozgov, Anton Ponkrashov, Evgeny Kolesnikov, Sergey Bykov, Evgeny Voronov, Vitaly Fridzon, Dmitri Khvostov.


7. Arjantin (Grup A)

Türkiye’ye Manu Ginobili’den yoksun gelen Arjantin’e biraz fazla iltimas tanındığını düşünüyorum. Bunda Arjantin’in, FIBA basketbolundan uzak Amerikalı yazarların ilk beşindeki tüm isimleri zorlanmadan sayabildikleri az takımdan biri olması da bir rol oynamış olabilir. Geçen hafta içerisinde yedinci sırada konumlandırdığım Arjantin’i, Ankara’da izledikten sonra üçüncü katman takımları arasına koymanın daha doğru olduğunu düşünmüştüm. Andres Nocioni’nin şampiyonada yer almayacağının kesinleşmesi de bu yeni algımın perçinlenmesine hizmet etti diyebilirim.

Sergio Hernandez beğendiğim çalıştırıcılardan. İşini gerektiği kadar iyi yapıyor ve Arjantin basketbolunun temel oyun yapısını bu takıma da başarıyla uygulatıyor. Bu alanda Pablo Prigioni gibi bir oyun kurucunun varlığı da onun elini güçlendiriyor, kabul etmek gerekir ki… 2002’de altın madalyası gasp edilen o Arjantin takımının oyun kurucu bölgesinde Pepe Sanchez ve Alejandro Montecchia bulunuyordu. Ettore Messina altında geçtiğimiz seneyi çok olumlu geçirmese de Prigioni’nin, Sanchez’in emekliliği ardından onun rolüne gayet iyi oturduğunu söyleyebiliriz. (Paolo Quinteros, yeni Montecchia olabilir mi?) Özellikle Prigioni-Scola üzerinden oynanan pick-and-roll basketbolu, hücumları oturduğu zaman dünya üzerindeki en iyi basketbolu oynayan takımlar oluşturmakla ünlü Arjantin’in birincil sayıya gidiş planlarından. Luis Scola’yı kullanma yönünde takım arkadaşları ekstra bir çaba gösterirse, Scola’nın her maçta 20 sayı atmaması için pek bir sebep göremiyorum.


Takımın en büyük problemi ise derinlik yoksunluğu. Pota altında ilk beş oyuncusu Fabricio Oberto bile birkaç senedir doğru dürüst oynama şansı bulamazken ve dolayısıyla eskisi kadar güven arz etmezken, kenarda veteranlar liginden çağrılmış gibi gözüken bir pehlivan, içeriye girmektense 9.5 metreden şutlar göndermeyi tercih eden bir Arjantin yerlisi takımın uzun rotasyonunu oluşturuyor neredeyse. Bu yaz büyük fedakarlıklarla kendisini aday kadroya dahil eden, ancak kariyerini tehlikeye atmayı göze almasına rağmen olduramayan Nocioni’nin yokluğunda ilk beşin de eskisi kadar parlak gözükmediğini söyleyebiliriz. Sanırım Estudiantes’ten tanıdığımız Hernan Jasen ondan boşalan yeri dolduracaktır. Yine bu eksiklikle Carlos Delfino’nun umarsızca şut yollamak için yeterli ortamı bulacağını tahmin edebiliriz ki bu her zaman olumlu sonuçlar vermez. Prigioni onu kontrol altında tutmaya çalışacak fakat hem bu göründüğü kadar kolay bir iş değil, hem de Arjantin bir bakıma Delfino’nun o ‘kamikaze’ oyun stiliyle fark yaratmasına ihtiyaç duyuyor.

Meramımı anlatabildim sanıyorum. Bu listede yedinci sırada olmasına da aldanmayın zira Ağustos ortasındaki sıralamaya sadık kaldım söylediğim gibi. Nocioni’nin sakatlığı sonrası elde kalan 12 ise şöyle: Pablo Prigioni, Luis Cequeira, Carlos Delfino, Paolo Quinteros, Hernan Jasen, Federico Kammerichs, Marcos Mata, Luis Scola, Leonardo Gutierrez, Fabricio Oberto, Juan Gutierrez, Roman Gonzalez.


8. Hırvatistan (Grup B)

Okuduğum kaynaklarda Hırvatistan’a benim kadar değer veren bir ikinci yazara rastlamadım. Birkaç kötü prova vermiş olabilirler, genelde kötü bir grafik çizen Rusya’ya iki maçta da yenilmeleri etkili olmuş olabilir mesela. Fakat hazırlık maçlarını hiçbir zaman ciddi bir veri olarak tanımlamamışımdır. Önümde duran kadro beni heyecanlandırıyor, takımın bu oyuncularla doğru kimyayı yakalayabildiğini de defalarca gördük ve Polonya’daki başarısızlığın sorumlusu olarak gözüken teknik adam-oyuncu anlaşmazlıkları Jasmin Repesa’nın gönderilmesiyle ortadan kalkmış gibi gözüküyor. Yerinde oyunculuğunu da hayranlıkla izlediğim Josip Vrankovic olacak bu turnuvada.

Geçen seneyi ‘başarısızlık’ olarak nitelendiriyoruz fakat takım göz alıcı olmaktan uzak olan ve beklentileri karşılayamayan oyununa rağmen turnuvayı altıncı sırada bitirmeyi becerebilmişti günün sonunda. O kadroya baktığımda Mario Kasun’u vazgeçilmez isimlerden biri olarak görüyordum ama onun yokluğunda geçen seneyi harika geçiren ve sene sonunda Darjus Lavrinovic’i benche hapseden Ante Tomic fazlasıyla güven veriyor. Zaten benim vazgeçilmez gördüğüm Kasun’a, ne yazık ki Repesa aynı değeri vermemiş ve kritik maçlarda 10-12 dakikalık oynama sürelerini aşamamıştı. Coach değişikliğine karşın milli takımdan emekli olma kararındaki ısrarını anlayabiliyorum aslan parçasının. Pota altında 2.10 metre üzerinde dört oyuncu olsa da nicelikteki bu zenginlik, kaliteye aynı oranda yansımamış durumda. Moda tabirle ifade etmek gerekirse: “Kresimir Loncar hiçbir özelliği olmayan bir oyuncu. Bugün Bank Asya Ligi’nde bunun gibi çok oyuncu bulursun Ersin.” Hakikaten de pek güvenmediğim bir isimdir. Luka Zoric de faul problemleri nedeniyle süre bulacak olursa, bunun hakkını ne kadar verebilir emin değilim. Sanki Tomic gibi tecrübesiz sayılabilecek bir oyuncu arkasına Stanko Barac ve Sandro Nicevic gibi oyuncular daha iyi gidermiş.


Tomic’in varlığı ortayı kapatma konusunda çok kritik olacak. Amerikan takımının Tomic’i kiminle tutabileceğini bilmiyorum, büyük zorluk yaşayacaklardır. Zira 4 numarada da Iguodala-Gay gibi çakma power forvetlerle savunmayı ancak hayal edebilecekleri, Avrupa’nın skor anlamında en efektif oyuncularından Marko Banic olacak. Birkaç sene öncesine kadar tamamen perde üzerinden dış oyuncularına şut imkanı yaratma üzerine temellendirdikleri bir hücum anlayışları varken, artık pota altında da silahları olacak. Özellikle 2 numaradaki combo guardların etkisiyle yumuşayan takım savunması için, Polonya’da yer almayan genç yetenek Bojan Bogdanovic ve izlemekten en çok keyif aldığım oyunculardan Marko Tomas’ın varlıkları çok anlamlı. Roko Ukic geçen sezon Fenerbahçe Ülker formasıyla savunmada da standart üstü bir performans ortaya koymuştu, fakat yarı final için kapışacakları takımlar arasında fizikli oyun kurucular dikkat çekiyor. Burada turnuvanın sonunu getirebilecek kadar sağlıklı bir Zoran Planinic de Hırvatistan için önemli bir ihtiyaç olacak…

Turnuva öncesi takımları sıralayıp, Hırvatistan’ı 14. sıraya koyanlar var. İnanamadım Haşmet: Roko Ukic, Davor Kus, Marko Popovic, Bojan Bogdanovic, Rok Stipcevic, Marko Tomas, Zoran Planinic, Ante Tomic, Kresimir Loncar, Marko Banic, Luka Zoric, Luksa Andric.

Brave New World – Tier III

Dünya Basketbol Şampiyonası başlıyor. Yıllardır “Büyük 2010 Hedefi” öne sürülerek halı altına süpürülen başarısızlıkların karşılığında 26.9 yaş ortalamalı bir takımla başlayacağız turnuvaya. Önceki senelerde ‘geleceğin takımını kuruyoruz’ söylemiyle kadroya alınmayan Ömer Onan ve Kerem Tunçeri gibi isimler takımın muhtemel ilk beş oyuncuları. Yaşananlar ışığında yedi yıldır sabotaj altındaki Türk basketbolu, bugün halkına -FIBA’nın her yıla bir şampiyona anlayışı içerisinde- sıradanlaşmış bir organizasyonda madalyayla tüm bunları unutturabileceğini sanıyor. Muhtemelen de çok haksız değil.

Şurada paylaştığım şeylerden sonra şampiyonaya ilgimi önemli ölçüde kaybettim açıkçası. Yine de ilk parçasını yayınladığım seriyi tamamlamaya çalışacağım… Bu sıralamayı 10 gün önce yaptım ve o zamandan beri Andres Nocioni, Nene Hilario, Jose Calderon gibi önemli oyuncuların sakatlıkları ve Yunanistan-Sırbistan maçının cezaları kafamda bazı değişikliklere yol açtı. Ancak ilk listeye sadık kalacağım.


9. Litvanya (Grup D)

Çapraz grubumuzda yer alan Litvanya, ikinci turdaki en olası rakiplerimizden biri konumunda bana göre. FIBA, wild-cardlardan birini Litvanya’ya verirken İstanbul’da böyle bir kadroyla karşılaşacağını sanmıyordu muhtemelen. Son turnuvalarda Litvanya’yı eksik kadrolarla görmeye alışmıştık, fakat -sanırım bir istisnayla- Ramunas Siskauskas hep buradaydı. Milli takımdan emekliliğini açıklayan Siskauskas’ın yokluğunda Litvanya’nın hücumlardaki akıcılığı aynı başarıyla sağlayabilmesini beklemiyorum doğrusu.

Geçen sezonu formsuz geçen Sarunas Jasikevicius ve Rimantas Kaukenas, bu turnuva özelinde baktığımız zaman en büyük eksikler olarak düşünülmüyor. Turnuvaya gelmeyen yıldızlar sayılırken de bu oyuncuların ismini çoğunluk telaffuz etmiyor. Gerçekten de böyle birer sezondan sonra Saras ve Rimantas’ın yokluklarının çok büyük sorun teşkil etmemesi beklenir. Fakat Litvanya’nın oyun kurucu bölgesinde yıllardır yaşadığı sıkıntılar sır değil. Bu şartlar altında yapılması gereken, geçen sene Zalgiris formasıyla nihayet kulüp seviyesinde de sorumluluk aldığı bir sezonu geride bırakmış Mantas Kalnietis’e direksiyonu vermek ve hata yaptığında da sırtını sıvazlamak olmalı. Kalnietis’in oyunu kulüp takımlarında geçirdiği kayıp sezonların da etkisiyle hala defektler barındırıyor. Örneğin bu turnuvada alacağı dakika ölçüsünde top kaybı krallığına aday olabilir, savunmada zaman zaman rakibine el sallayarak tribünlerdeki yeşil kalabalığı çileden çıkarabilir. Ama Eurobasket 2011’e ev sahipliği yapacak Litvanya’nın bir senede bu bölge için daha iyi bir oyuncu yetiştirme ihtimali yok. Yine Saras’tan yardım isteyeceklerdir, ancak onun da artık teraziye yarardan çok zarar koyduğu dönemler geldi. Kontrol altına alınamayan büyük egosuyla, gelecek sene birinci oyun kurucu ilan edilirse büyük başarılar yaşattığı halkına bir sürprizle veda edebilir…


Kadrodaki tek ışıltılı isim Linas Kleiza ve bu takım kesinlikle onun takımı. Kalnietis dışında Klimavicius-Jankunas-Pocius üçlüsü de Zalgiris’teki birlikteliklerini buraya taşıyarak önemli birer yan parça olmaya çalışacak. Türkiye ve ABD’ye karşı izlediğim Litvanya bende daha güçlü bir rakip izlenimi yarattı ve şu anda bir liste yapsam kendilerini bir üst tarafa atmaları mümkündü. Darjus Lavrinovic ve Ksistof Lavrinovic’in yokluğunda, geçirdiği sakatlıklardan sonra ve her zaman başına iş açan kolay faulleriyle güvenilir olmaktan uzak Robertas Javtokas dışında bir pota altı gücü göze çarpmıyordu. Ancak Martynas Andriuskevicius, Almanya’daki hazırlık turnuvasında oynadığı iki maçta da (Türkiye ve Hırvatistan) önemli katkı vererek bizi tekzip etti. Muhtemelen Kalnietis-Gecevicius-Maciulis-Kleiza-Javtokas ilk beşini göreceğiz Litvanya’da. Savunmada kısaların yaratacağı handikapları, Maciulis-Kleiza gibi sert forvetlerle kompanse etmeye çalışacaklar. Javtokas’ın etkinliği bu takım için kilit faktörlerden bana kalırsa. Hazırlık maçlarında zaman zaman denedikleri Kleiza-Jankunas ikilisinin size olarak sıkıntı yaşamaları sürpriz olmaz. Hazırlık turnuvalarının aksine ana şampiyonada böyle net zayıflıkları kullanma konusunda coachlar daha arzulu oluyorlar…

Kestutis Kemzura son olarak Mindaugas Lukauskis’i kadrodan kesti ve Türkiye’ye şu oyuncu grubuyla geldi: Martynas Gecevicius, Martynas Pocius, Simas Jasaitis, Mantas Kalnietis, Tomas Delininkaitis, Renaldas Seibutis, Jonas Maciulis, Linas Kleiza, Paulius Jankunas, Tadas Klimavicius, Robertas Javtokas, Martynas Andriuskevicius.


10. Türkiye (Grup C)

Hazırlık maçlarında çok iyi sinyaller vermedik. Özellikle de bu takımdaki alpha guy olduğunu artık kabul etmemiz gereken Ersan İlyasova’yı manasız denemeler sebebiyle kaybeder gibi olduk. Neyse ki Efes Pilsen World Cup ile birlikte, Bogdan Tanjevic’in yıllardır en büyük saplantısı olan o “Super Size Me” takımını çok sık görmemeye başladık. Ersan’ın gönlünü hoş tutmak bu takım için hayati gerekliliklerden biri ve bu Kerem Gönlüm’ün tek rolünün havlu sallamak olmasına yol açıyorsa yapacak bir şey yok.

Fransa’daki Eurobasket ’99 öncesinde Orhun Ene’nin -sanırım vize problemi nedeniyle- saf dışı kalmasıyla oyun kurucu koltuğuna oturan Kerem Tunçeri oradaki saltanatını hala koruyor. Kerem’i beğenen biriyim ve Efes Pilsen’e son gelişinde de, pası ön planda tutan gerçek bir oyun kurucuya kavuşulduğu için sevindiğimi hatırlarsınız. Fakat Avrupa’nın elit 10 basketbol ülkesinden birinde bu koltuğu kimselere bırakmayacak bir oyuncu olmadığının farkında olmalıyız. Geçen sene Kerem ile birlikte oynatıldığında kariyerinin en iyi maçlarını çıkarmış Ender Arslan, bu sene yine yedek oyun kuruculuğa geri dönüş yapacak ve sinirlerimizi test edecek. Geçtiğimiz haftaya kadar ülkede basketbol konuşan insanların birçoğu, neredeyse Evren Büker’in kadroda tutulması için Taksim’de yürüyeceklerdi. Ben Evren’in nasıl olup da tüm dertlere deva olacak oyuncu olarak gösterildiğini pek anlayamamıştım, kadrodan kesilmesine de herhangi bir tepki vermedim açıkçası. Beklediğim bir şeydi… Benim göremediğim bir şey varsa kusura bakmayın ama Ömer Onan, Sinan Güler ve Cenk Akyol’dan oluşan 2 numara rotasyonunu görünce insanları bunu iten şeyi anlayabiliyorum. (Gerçi bu insanların birçoğu Evren’in oyun kurucu bölgesinde değerli bir alternatif olabileceğini iddia ediyordu ve burada anlaşamıyorduk.) Sonuç olarak kısa rotasyonumuzun turnuvanın en kötülerinden. Buradan maç başına 1-2 tane Ender dellenmesi kaynaklı floater bulursak, 3-4 pozisyonda da Sinan’dan gelecek hustle katkısıyla savunma dozajını artırabilirsek yeterli olur.


Hidayet Türkoğlu sahada kaldığı 8-10 dakikadan sonra faul çizgisindeki Patrick Ewing gibi terliyor. Soyunma odasındaki pizza partilerinin kariyeri ilerledikçe sıkıntı yaratacağını tahmin ediyorduk. Geçen sene de fizik olarak hazır olmaktan çok uzaktı ve bu şampiyonada da limitlerinin çok altında göreceğimizi sanıyorum onu. İşin kötüsü pick-and-roll basketbolunun çok fazla para etmediği NBA’de bile önemli bir pick-and-roll silahı olarak acayip kontratlar elde etmiş bir adamı tek kullanış biçimimiz isolation oyunlarından ibaret. Pota altındaysa Ersan’ın yanındaki dörtlü farklı alanlarda katkılar verebilecek zengin bir oyuncu grubu anlamına geliyor. Fakat onların da meşhur 2010 planı ilk devreye sokulduğunda gelmeleri beklenen yerden fersah fersah uzak olduğunu üzüntüyle fark ediyoruz. Ömer Aşık geçen sene kulübüyle yaşadıklarından dolayı bildiğiniz gibi profesyonel basketboldan uzunca bir süre mahrum kaldı. 2010 hedefinin yaratıcılarından biri bu kulübün coachu, bir diğeri ise başkanının kankası iken buna izin vermeleri o hedefin aslında ne kadar da göstermelik bir hedef olduğunu söylüyordu bize bir kez daha… Buna rağmen Ömer hazırlık karşılaşmalarının en iyilerindendi. Sevdiğim bir çocuktur. Umarım hem burada, hem de Chicago’da ortalığın tozunu atar.

Üst tarafa koyduğum Güney Amerikalılar’dan gelen iki kritik sakatlık haberi bizi belki bu listede yukarı çekebilir ama bu iki takım da kısa vadede bizim rakibimiz değil. Rusya ve Fransa kötü provalar verirken, Litvanya ve Yunanistan iyi gözüküyorlar. Yalnızca iki haftaya yayılan ve büyük oranla günlük performanslarla şekillenen bir şampiyonada her şey olabilir ve bu kadro madalyaya da gidebilir. Bunu herhangi bir somut madde üzerinden rasyonalize edemiyorum ama zaten bizim milli takımlarımız için bunu yapmak nadiren mümkün olur. Fakat ben çok ümitli olamıyorum. 13 kişilik kadro şöyle, kimin kesileceği açık gibi: Kerem Tunçeri, Ender Arslan, Barış Ermiş, Ömer Onan, Sinan Güler, Cenk Akyol, Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova, Oğuz Savaş, Kerem Gönlüm, Ömer Aşık, Semih Erden, Fatih Solak.


11. Slovenya (Grup B)

Slovenya’nın bu turnuvaya eli her zamankinden daha zayıf olarak geldiği söyleniyor, fakat onların sorunu hiçbir zaman bu olmadı ki… Bunu söylemenin daha şık bir yolu vardı, fakat hatırlayamadım. Dolandırmadan şöyle ifade edeyim, kullanmadığın müddetçe elinde bulundurmanın manası yok.

Slovenya her turnuvaya NBA ve Euroleague yıldızlarıyla şişirilmiş bir kadronun havasıyla geldi. Bugün ellerinde ülkenin en yetenekli aktif uzunu olan Erazem Lorbek yok, geçen sene kadroya katılma süreci hüsranla noktalanmış Sasha Vujacic yok, Rasho Nesterovic ve Matjaz Smodis belki de defterden silinme zamanı gelmiş isimler. Bunlara bir de coach Memi Becirovic’in, kaptanı Jaka Lakovic’i ilk beş başlatacağını açıklayarak kadrodan kaçırdığı Beno Udrih eklendi kampın başında. Fakat bu takımın elinde hala yetenekli bir oyuncu grubu olmasına rağmen fazla olumlu konuşamıyorum. Zira Slovenya kadroları için asıl konu, potansiyellerini gerçeklemek oldu daha ziyade. Bu takdir edilesi basketbol ülkesi, kısa bir zaman dilimine yayılan ve her açıdan yoğun geçen bu tip şampiyonalarda -belki ’09 istisnasıyla- hiçbir zaman gerekli karakteri gösteremedi. Bu karakteri Lakovic’le göstermeyi deneyeceksen, kendin bilirsin. Fakat burada çok kritik bir sorumluluk üstlenebilecek ve Sacramento Kings ile ortalama üstü bir sezonu geride bırakarak gelen Udrih’i kadro dışına itmek çok mantıklı değildi.


Bu takımda her zaman bazı savaşçılar oldu. Goran Dragic her iki guard pozisyonunda oynarken de böyleydi, aynı şekilde Smodis de sert ve karakterli bir oyuncuydu. Fakat benden Sloven milli takımının son 10 yılını özetlemem istendiğinde, göstereceğim isim Lakovic olurdu. Geçen seneki şampiyonada nihayet biraz olsun aşılmaya başlanmış yumuşaklık, işler kızıştığında o anı yaşıyormuş gibi gözükmemek, hücumdaki pasa dayalı akıcı basketbolun savunma yapmama gibi bir lükse imkan tanıdığı yönündeki zihniyet Slovenler’in sonuna kadar gitmesini engelleyen basketbol karakteristiğinin birkaç temel maddesi idi. Bunların hepsini bir ölçüde Lakovic’in oyun stiliyle özdeşleştirebiliyorum. Fakat Lakovic’in zamanı dolmak üzere ve artık uluslar arası otoriteler bu takımı Dragic’in takımı olarak görüyor. Bu Slovenya için gelecek adına olumlu bir işaret. Fakat kendi evlerinde bütün uzunları oyun dışı kalmış bir Yeni Zelanda takımına uzatmada verdikleri maçı izlemem Slovenya adına bu şampiyonada da umutlarıma sekte vurdu. O gün eksik olan tek oyuncunun Dragic olması, az önce ortaya koyduğumuz argümanı destekleyecek ve takımın yeni karakterinin Dragic üzerinden şekillendiğini düşündürerek o ışığı tekrar görmemizi sağlayabilecektir.

Slovenya’dan bahsederken büyük resme bakmayı tercih ederim ve burada isimlerin çok da belirleyici olduğunu düşünmem. Smodis-Nesterovic ikilisinin yokluğunda Slokar-Brezec ile başlayacaklar ve kenardan da -işte gerçek savaşçı- Miha Zupan, Hasan Rizvic ve Gasper Vidmar gibi kısıtlı oyuncular gelebilecek. Bu sorun olabilir. İşte nihai kadro: Goran Dragic, Uros Slokar, Jaka Lakovic, Samo Udrih, Bostjan Nachbar, Goran Jagodnik, Jaka Klobucar, Primoz Brezec, Sani Becirovic, Hasan Rizvic, Miha Zupan, Gasper Vidmar.


12. Almanya (Grup A)

Almanlar buraya yine geçen seneki proje takımlarıyla geliyorlar. Geçen sene hazırladığım takım profilinde –Tık!– şöyle demişim: “Almanlar’ın uzun yıllar sonra bir turnuvaya farklı beklentiler içinde geldiğini görüyoruz, burada aslolan gelecek dönemlerde takımın iskeletini oluşturacak oyunculara gerekli uluslar arası tecrübeyi sağlamak. Yakın gelecekte ‘1 Süper Yıldız + Herhangi 11 Adam’ formülünü tekrar uygulamaya koymak pek mümkün görünmediğinden, bu turnuvanın söz konusu genç oyuncular yoluyla yarının kazanılması adına büyük önem taşıdığı aşikar.” Bu anlamda oldukça değerli bir turnuvayı geride bıraktılar ve yalnızca 1 galibiyet almış olmalarına rağmen artık Dirk Nowitzki dışındaki Alman oyuncuları ‘herhangi 11 adam’ olarak nitelemeden önce herkes iki kez düşünecektir.

Tıpkı Eurobasket ’09’da yaptıkları gibi hazırlık turnuvalarında da Türkiye, Porto Riko, Rusya önünde alınan güzel galibiyetlerin dışında -Yunanistan maçı istisnasıyla- her maçı kafa kafaya oynadılar ve son dakikalara taşıdılar. Maç sonlarında elbette bu genç takımla büyük dezavantajları var, fakat oraya getirmekten vazgeçmiyorlar kesinlikle. Bunun Alman ulusunun karakteri olduğunu söyleyebiliriz ama öylece kestirip atmamak gerekir. Dirk Bauermann gibi oyun tarzını bu kararlılık üzerine kuran bir coachun yönetiminde olmaları mutlaka bugünkü görüntüye yardımcı olmuştur. Kadroya baktığımızda yine Demond Greene gibi asırlardır bu şampiyonalarda top oynayan ve Nowitzki’nin önemli yardımcılarından olmuş bir tecrübe var. Steffen Hamann, Heiko Schaffartzik, Jan Jagla gibi isimleri bile takımın yaşlıları arasına dahil ediyoruz. Hep bahsettiğim 88-89 jenerasyonundan güç alan kadroda Harris-Benzing-Ohlbrecht-Pleiss-Staiger beşlisinin tecrübelerine birer sene ve şampiyona daha eklemeleri kesinlikle takımı limitlerine yaklaştıran bir faktör.


Hamann-Schaffartzik guard ikilisi bana fena halde Ender-Kerem kombinasyonunu anımsatıyor ve bu hoş bir şey değil. Bunları dengeleyebilecek Pascal Roller gibi bir adam falan iyi gidebilirdi ama o da artık bu tempoları kaldırabilecek durumda değil, kabul etmeliyiz. Sahadaki oyun aklını da gençlik yıllarını düşündüğümüzde ironik gelse de Greene yukarı çekecek. Robin Benzing henüz şut mekaniğini bile kararlaştıramamış bir çocuk, Elias Harris müthiş bir yetenek olmasına rağmen kolejde birincil silahı haline getirdiği post-up oyununu FIBA basketboluna taşıması mümkün değil. Arkasında sırtını vurabileceği fazla isim bulamayacak. Ohlbrecht-Pleiss ikilisi bu yıl takımlarında süre bulmakta zorlanmadılar ve güvenleri yerinde. Jagla’yı da aralarına kattığımızda fena menzili olmayan, savunmayı dağıtma konusunda başarılı bir uzun grubuna sahipler. Fakat Hamann haricindeki dış oyuncularının delici bir özellikte olmaması, bunu büyük bir artı olarak hanelerine yazamamamıza yol açıyor.

Bauermann, Bayern München projesi –Tık!– beklediğim gibi ilerlerse, 3-4 sene içerisinde Avrupa’nın büyük güçlerinin peşinden gitmesini beklediğim bir çalıştırıcı. Benzing Avrupa basketbolunda, Harris de NBA’de ortalamanın üstü oyuncular olmak için yeterli kumaşa sahipler. Bu düşüncelere sahip birinin, Almanya’ya hak ettiğinden fazla değer vermesini bekleyebilirsiniz ve şu anda da kendilerini Avustralya’nın önüne koymamı anlamlandıramıyor olabilirsiniz. Fakat zaman beni haklı çıkarabilir, dikkat! 12 kişilik kadro şöyle oluşmuş: Steffen Hamann, Heiko Schaffartzik, Per Günther, Demond Greene, Lucca Staiger, Robin Benzing, Philipp Schwethelm, Elias Harris, Jan Jagla, Tim Ohlbrecht, Tibor Pleiss, Christopher McNaughton.

Brain Fart


Yunanistan’ın absürd farklarla kazandığı Slovenya ve Kanada maçlarıyla başlayan Acropolis Turnuvası’nın son günü, bu oyunun gördüğü en alçak noktalardan biri ile sonlandı. Basketboldan milyon dolar kazanan, her biri bir sürü gencin idolü olan üst düzey profesyoneller ortalığı çocuk bahçesine çevirdiler. Bunun Ortodoks kardeşliği muhabbetini çok seven ve basketbol arenasında da birbirlerinin kudretinden faydalanmakta beis görmeyen iki ulusun takımları arasında olması ve bugün rakip olan oyuncuların bir kısmının takım arkadaşı olması da olayın ironik yönleri.


Bizim ülkemizdeki hazırlık turnuvalarında da görülen bir şeydir. Ne kadar prestijli bir turnuvadan bahsediyor olursak olalım, ev sahibi hakemlerin gereksiz bir taraf tutma eğilimiyle karşılaşırız ekseriyetle. Resmi maçlarda bastırdıkları milliyetçi duygularını açığa vurmak için bir kaçış alanı olarak baktıklarındandır belki bu tip turnuvalara. Ama çok sağlıklı bir psikoloji olmadığı ortada. Slovenya ve Kanada maçlarında eleştirilen hakemlerden, bugün de Christos Christodoulou sahneye çıkmış ve Dusan Ivkovic’e çaldığı iki teknik faul ve genel olarak tüm kararlarıyla maçı oyuncular için de zor bir konuma sürüklemiş. Elbette bu durum, oyuncuların olgunluktan uzak o tavırlarını kabullenmemizi sağlamaz. Ya da yaptıklarını daha anlaşılır veya affedilir kılmaz.

Genel olarak bu durumlarda ‘kimin başlattığı, kimin bitirdiği’ önemli olmaz. Bugün de istisna değil. Ama bazı oyuncular için ekstra notlar düşmek gerekiyor. Mesela Nenad Krstic’in ilk aşamada yerdeki elemana ucuz vuruşları ve sonrasında ‘kavga ayıran esnaf’ modundaki Ioannis Bourousis’e bir WWE hamlesiyle -ki orada da kafaya sandalye yasaklandı- aşk eylediği sandalye, ayrı bir cümleyi hak ediyor. Başlı başına klinik bir vaka… Aynı şekilde Olympiakos forması giyen Milos Teodosic’in geçen sezon boyu can sıkıcı hale gelen agresif tavırları, Adecco Cup’ta savurduğu dirseklerle farklı bir boyut kazanmıştı. Türkiye’ye gelse muhtemelen birisi keşfedip, pop albümü çıkarmaya zorlardı. O yüzden insanlara sempatik geliyor olabilir ama bugünden itibaren pis bir oyuncu olarak anılacaktır. Antonis Fotsis dışındaki Yunan oyuncular beklenenden daha ılımlıydı ilginç biçimde.


Geçen sene Stefano Mancinelli’ye verilen 2 maçlık ceza, FIBA’nın bu konulardaki aczi için en yakın örneklerden. Burada olayın kahramanlarının Sırbistan ve Yunanistan olduğu düşünülürse, zaten ancak liseli çocuklara yakışacak bu rezaletin müdür yardımcısının odasındaki “Birbirinizden özür dileyin, benim başımı da belaya sokmayın” söylemiyle örtbas edileceği açık. Fakat Ivkovic, Teodosic, Fotsis özelinde geçen sezon tribünle sınırlı kalan Olympiakos-Panathinaikos savaşı, bu sefer sahaya da inebilir. Krstic ile de acayip dalga geçerler, Big Sofo’dan kaçışı falan mükemmel…

Video için kod yüklemek falan kastı. “Benim bilgisayarım YouTube açmıyor ya!” Buradan izleyebilirsiniz her şeyi.