Crystal Fighters: Su Önemli

Geçen yazın başında elime bir Freshtival davetiyesi geçince ‘festival sezonunu açmak için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diye düşünmüştüm. Hayır, pek de öyle olmamıştı. Açıklanan gruplar arasında 2010’daki The Raveonettes heyecanını uyandıracak bir grup olmadığı gibi, Leftfield dışındakiler en ufak bir şey de çağrıştırmıyordu. Zaten onlar da benim için gecenin asıl olayı olan, sezon boyu yolunu gözlediğimiz Wembley’deki Şampiyonlar Ligi finali ile çakışıyordu. Orada olmam için gerçek anlamda bir sebep yoktu, çok küçük bir ihtimali kovalıyordum belki. Can Bonomo’ya maruz kalmak için doğru yerin kapı önü olduğunda birleştik, içeri girdiğimizde Serdar Özkan’a benzemesine rağmen seksi olabilen bir solist ve bir sürü ilginçlikler insanından oluşan bir grup sahne alıyordu. “Solar System” ve arkasından “Champion Sound” ile giriş yapmaları gardımızın düşmesine yetti, sahne önüne doğru yol aldık.

Noisettes ablası Shingai Shoniwa biraz popo sallayıp, düz duvara tırmanınca erkek seyirciyi iki koldan da etkisi altına aldı belki. Gerçekten fena değillerdi, haksızlık etmeyeyim. Ama o günden bu yana “Açıp bir Noisettes dinleyeyim” demediğim gibi genelde o performansı “Erken çıkıp Olasılık vizesine çalışsaydım, belki sınırsız sınav hakkı peşinde koşuyor olmazdım” sözleriyle birlikte anıyorum. Bir de finali de kaybettik… Her neyse, adlarını odaya dönünce bilete bakmadan hatırlayamadığım Crystal Fighters ile tanışmak gecenin amortisi oluyordu fazlasıyla.
İsimlerini hatırlayamamam çok acayip değil aslında. Çok farklı türde müzik yaptıkları söylenemeyecek iki grup Crystal Castles ve Crystal Stilts’in varlığında bu isimde karar kılmak mantıksız mı yoksa gerçekten çok mu mantıklı, emin olamıyorum. Ama kuruluş hikayesinde belirtilene göre, gruptaki iki Bask kökenli kadın vokalden biri olan Laure’nin akıl sağlığını yitirdiği düşünülen büyük babasının son günlerinde yazdığı yarım kalan operanın başlığıymış aynı zamanda Crystal Fighters. Laure Londra’ya elinde yaşlı adamın günlüğüyle döndüğünde, grubun diğer üyelerinin de ilgisini çekmiş başlangıçta deli saçması olarak görülebilecek bu şeyler. Yazdıkları şarkılardaki Bask aromasını da, zaman içinde kendilerine yükledikleri artık yaşamayan bu adamın yarım kalan işini tamamlama misyonlarına bağlıyorlar. Tamamen gerçek dışı bir pazarlama hamlesiyse bile başarılı olduğu için söyleyecek bir sözüm yok.
Benim müzik görgüm Crystal Fighters’a tıpatıp benzediğini iddia edebileceğim gruplar sıralamama yetmiyor. Ancak kategorize etmekte zorlanacağınız, ya da bu işin ilk planda ne kadar manasız olduğunu bir kez daha onaylamanıza yarayacak bir müzik yapıyorlar. Yıllardır Guardian’da her gün yeni bir grubu okurlarına tanıtan ve birkaç hafta önce sonunda veryansın eden –tık!– Paul Lester’ın uydurduğu Basktronika kelimesi hoşuma gitti. Her yeni duyduğunuz için kulağa hoş gelen bir kombinasyonu ortaya atıp janr oluşturmak yanlış gelebilir. Ama müziği olduğu gibi kabul edemeyen, bir janr içine sokmazsa ölecek adamın tavrı kadar yanlış değil. Ya da benim bir dolu karşılık bulabilecek olmama ve havalı olmadığını da yıllar önce fark etmiş olmama rağmen hala “janr” kelimesinde ısrar etmem kadar… Ama şu anda albümün en iyi beş şarkısından birisi arasına muhtemelen koymayacağım “At Home” çalıyor ve mutluluğun sırrı gibi bir şey. Hani her gün bir kere dinlesen, her şeye rağmen bir daha kötü hissetmene izin vermeyecek bir şarkı ya da bir marş gibi. Ki bunu 13 yaşındaki kızın uğradığı tecavüzün kendi rızası içinde olduğuna hükmedebilen bir ülkede yaşadığımız haberiyle uyandığım bir günde yapabiliyor. Son bir aydaki Türkiye için bile yeni bir zirve noktası… Belki de konser günü her şarkıya eşlik etmek isteyip, mahcup bir şekilde ritm tutmakla yetinirken bu şarkının imdadımıza yetişmiş olmasından özel bu da. Lalalalalalalalalalalala!
Manyetik Bant’ın Freshtival sonrası yaptığı röportaja kulak verelim… Tık! (Konser fotoğrafı da ondan oldu, kusura bakmasın.)
MB: Sahnede enerji patlaması yaşıyorsunuz. Turne sırasında her gece aynı performansı göstermek fiziksel ve zihinsel açıdan zorlayıcı oluyor mu?

Graham: Konser öncesinde ve sonrasında zor olabiliyor ama performans sırasında her şey harika.
Gilbert: Sahnede gerçekten her şeyimizi müziğe veriyoruz, hiçbir şey sahte değil. Hepsi doğal olarak çıkıyor. Yani abartmamak gerek, o kadar da zor değil.
Graham: Su. Su önemli, çok su içiyoruz.
Kalabalık grupların ya da Archive gibi müzik kolektiflerinin konserlerinin daha esaslı bir deneyim olması normaldir. Bir de işin içine Crystal Fighters’ın beraberinde getirdiği gibi txalaparta, txistu, etxeberria falan gibi yerel çalgılar girince bunu ikiyle çarpıyoruz. Ama adamların sahnede şu sabahtan beri çevirip durduğum albüm kayıtlarının üzerine çıktıkları kesin. Muhtemelen suyla alakası yoktur ama. Umarım ümit ettikleri gibi yakın zamanda yine gelirler. Hatta bir başka hayalleri olan Manu Chao ile birlikte çalmayı da İstanbul’da gerçekleştirseler ya…
Başrolünü David De Gea’nın oynadığı son videolarını da paylaşıp bitireyim yazıyı.

Eylül 16, 1973

Eylül 28, 1932 – Eylül 16, 1973
Eylül 28, 1932 – Eylül 16
Eylül 28, 1932 –

Yaşamının son saatlerinde, derinlere uzanan köylü kökleri sayesinde askerleri, çocukluğunda gelişleri dayanılmaz acının yol açtığı çığlıkların başlayacağı anlamına geldiği için çok ürktüğü ebelere benzetmiş. Bu görüntüler işkence ve Prens’in sadist sırıtışıyla karışmaya başlamış. Ama o zaman bile Victor gelecek umudunu taşıyor, halkın gücünün sonunda bombalarla makineli tüfekleri yeneceğine inanıyormuş… İçinde hala kalan müzikle son dizelere eriştiğinde (‘Ne zor şarkı söylemek, dehşetin şarkısını söylemen gerektiğinde’) bir grup muhafız onu, Ulusal Stadyum’a nakledileceklerden ayırmaya gelmiş. Kağıt parçasını alelacele yanındaki yoldaşa vermiş, o da şaşkınlığına rağmen hızla alıp saklamış. Arkadaşları şiiri spor salonundan dışarı, dünyaya taşıyabilmek için parça parça ezberlemişler. Victor’u bir daha hiç görmemişler.

Çok sayıda insanın Ulusal Stadyum’a nakledilmesine rağmen Estadio Chile dolu kalmış çünkü sürekli başkalarını getiriyorlarmış. Elimde Victor’un görülüşüne dair iki tanıklık daha var… Birkaç saatliğine yakınında, aşağıdaki, işkence odalarına çevrilmiş soyunma odalarında bulunan birisi vasıtasıyla bana ulaştırdığı, kızları ve beni sevdiğini söylediği mesajı… Ve bir de daha sonra, herkesin önünde dövülmesi, Prens lakaplı subayın histeri krizine girmiş gibi, “Şimdi şarkı söyle bakalım piç” diye bağırması ve onca işkenceye rağmen Victor’un sesinin salonda “Venceremos”tan dizelerle çınlaması… Ardından gene dövülmüş ve çilesinin son bölümü için sürüklenerek götürülmüştü.
Spor salonu, güneye giden ana demiryoluna birkaç metre mesafededir, demiryolu Santiago yönünde işçi mahallesi San Miguel’den, Şehir Mezarlığı duvarına paralel geçer. 16 Eylül Pazar sabahı erken saatlerde mahalle sakinleri bu demiryolu yanında sıraya dizilmiş yatan altı ceset bulmuş. Hepsinde ağır yaralar varmış ve hepsi makineli tüfek kurşunlarıyla delik deşikmiş. Ölüleri tanımak için yüzlerine bakarken kadınlardan biri, çok değer verdikleri adamı tanımış ve “Victor Jara bu” diye haykırmış. Hatta kadınlardan birisi, mahalleye gelip şarkı söylediği bir gün evine çağırıp fasulye ikram ettiği için Victor’u şahsen tanıyormuş. Onlar ne yapacaklarını düşünürken örtülü bir minibüs gelmiş. Mahalle sakinleri korkarak hemen duvarın ardına gizlenmiş ve sivil giyimli adamların cesetleri ayaklarından sürükleyerek minibüse koyuşlarını izlemişler. Victor’un adsız, kimliksiz, toplu mezara konmaya hazır cesedi herhalde oradan morga götürülmüştü. Ama bir kere daha, bu sefer morg çalışanlarından birisi tarafından tanınacaktı.
Daha sonra, şiiri bana getirildiğinde, vasiyetini, elinde kalan faşizme tek direniş yoluyla, insanların hakları ve barış için mücadelenin tek yoluyla kaleme aldığını anladım…
Beş bin kişiyiz burada
Bu ufacık yerinde kentin.
Beş bin kişiyiz.
Kim bilir kaç kişiyiz daha
Kentlerde ve ülkede?
Burada yapayalnız
On bin el, tohum eken
Ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, korkuyla, panikle, acıyla
Ahlaki baskıyla, terörle ve çılgınlıkla
Yüz yüze?
Altımız yitip gitti
Yıldızlı göğe gidercesine.
Biri öldü, bir diğeri dövüldü, aklıma
Gelmezdi bir insanın böyle dövülebileceği.
Diğer dördü bitirmek istedi yaşadıkları dehşeti
Biri hiçliğe attı kendisini
Bir başkası kafasını duvarlara vura vura
Ama ölüm hepsinin bakışlarında.
Ne dehşettir bu faşizmin yüzünün yarattığı!
Planlarını bıçak keskinliğinde yürütüyorlar.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Onlar için kan demek madalya demek,
Kıyımsa kahramanlık.
Ah, Tanrım, bu mudur yarattığın dünya
Yedi günlük mucize ve emeğin sonunda?
Bu dört duvar arasında sadece tek numara var
Ki o da ilerlemiyor
Ki o da yavaşça daha fazla ölüm istiyor.
Ama birden uyanıyor vicdanım
Ve görüyorum ki bu akışın yüreği atmıyor
Tek atan makinelerin nabzı
Ve askerlerin ebe yüzlerini gösterişi
Tatlılıkla yüklü.
Haykırsın Meksika, Küba ve
Dünyanın kalanı bu vahşete karşı!
On bin eliz biz burada
Hiçbir şey üretemeyen.
Kaç kişiyiz ülkede?
Başkanımızın, yoldaşımızın kanı
Bombalardan ve makinelilerden daha sert vuracak!
Bizim ilk darbemiz de yeniden!

Ne zor şarkı söylemek
Dehşetin şarkısını söylemek zorunda kalınca.
Yaşadığım dehşetin
Ölmeye durduğum dehşetin.
Görmek kendimi bunca insanın ve
Bunca sonsuzluk anının arasında
Sessizlik ve çığlıkların
Şarkımın sonunu getirdiği.
Gördüğümü daha önce hiç görmemiştim
Önce ve şimdi hissettiklerim
Doğurtacak anı…
Estadio Chile
Eylül 1973
Victor: Yarım Kalan Şarkı, Joan JARA
Versus Kitap, Mayıs 2010
Çeviren: Algan SEZGİNTÜREDİ

Turning Japanese



Fujiya & Miyagi 14 Ekim’de Ghetto’da sahne alacak. Söz Simon Reynolds’ta. Dikkat edin, tükürür.

“NME’nin bir zamanlar yarattığı “Sanatçının Bir Tüketici Olarak Portresi” köşesinin arkasında yatan düşünce korkutucuydu, hatta bir bakıma suç teşkil eder gibiydi. Yaratıcılığın derinlerden bir yerden geldiği yönündeki romantik ideden ziyade, vurgu sanatçının damak zevki ve etki yolları içinden yaptığı bilinçli seçimler aracılığıyla bir kimlik oluşturması fikri üzerindeydi. “Sanatçının Bir Tüketici Olarak Portresi” başlığında bile vurgunun açıkça ‘olarak’ kelimesi üzerinde olduğu sezilebiliyordu: Buna bir kez olsun, ‘farklı’ bir açıdan bakalım. Fakat yavaş yavaş ‘olarak’ kelimesi, ilk plandaki bu etkisini kaybetmeye başladı, artık sanatçılara bu açıdan bakmanın tamamen normal algılandığı bir döneme gelinmişti. Bundan başka ne olabilirlerdi ki? Bir pazar yerinde, kimliğini en doğru ifade edecek düşünceleri seçmeye çalışan tüketicilerden başka?


Bir anlamda batı müzik kültürünün sanatçı ruhlu, hipster kesimi farkına varmadan günden güne Japon yoluna sapıyordu. Britanya’da pastiş ya da taklitçilik ruhu, zaten halihazırda glam rock ve sanat okulları geleneği sayesinde sağlam köklere sahipti. Yalnızca bir dönem Saint Etienne, Stereolab ve The High Llamas gibi grupların öncülük ettiği sınırlı düzeydeki bu hassaslık eğilimi, neredeyse tüm müzik kültürünü içine alacak kadar yayılacaktı. Bugünlerde The Horrors’dan The Go! Team’e veya The Klaxons’a kadar, her şeyde o Japon aromasını kolaylıkla tespit edebiliyorsunuz. Dahası Britanya müzik kültürü bugün, Japon gibi görünmeye çalışan bir ekibe de konaklık ediyor. Brighton çıkışlı Fujiya & Miyagi’nin retro-chic müziği (Neu! ve Can, Happy Mondays ve Stereolab ile buluşuyor) fetişçi bir eğilimi detaylı olarak gözler önüne sermeye yardım ediyor.”
Buradan sonra Reynolds, ABD’deki Japon esintilerini de LCD Soundsystem örneği üzerinden uzun uzun açıklıyor. Geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan son kitabı “Retromania: Pop Culture’s Addiction to Its Own Past” içerisinde bunu ve daha fazlasını bulabilirsiniz. Ben henüz 200 sayfalık bir bölümünü okuyabildim ve daha geniş çaplı bir değerlendirmeyi sonraya bırakıyorum. Fakat Ters Ninja’da Murat Ocakcan hayli yerinde bir inceleme yazısını zaten kaleme almış. Reynolds’ın burada da bahsedilen ‘kervan yolda düzülür’ stili, okuyucuyu bu modern zaman sorgulamasının içerisine çekmekte kesinlikle başarılı oluyor ve keyifli bir okuma vadediyor. Bu kadarını söylemekle yetinip, Ocakcan’ın yazısına gönderelim şimdilik. Tık!



Yazıyı yazarken de inadına Reynolds’ın banka hesaplarını tekrar şekle sokmak adına yaptıkları yeniden bir araya gelme gösterileri nedeniyle ruhunu kaybetmekle suçladığı Pixies’i dinlemekteyim. İmkanım olsa “Doolittle” albümünün yirminci yılını kutladıkları o tura da giderdim sanırım…

Little Girl Have I Told You, Haydi Hep Beraber!

The Go Find (11 Kasım 2010)

Midlake (22-23 Kasım 2010)

These New Puritans (7 Aralık 2010)

Isobel Campbell & Mark Lanegan (5 Şubat 2011)
Şu ana kadar bu konser sezonunun -son derece öznel kriterlere göre- en iyi iki performansına sahne olmuş (Midlake ve Joan as Police Woman) Salon’un ziyaretçi defterinden birkaç yaprak…

Babylon’da kafayı bozmadan konser dinlemek -özellikle sold-out gecelerde- git gide zorlaşırken, çok iyi bir alternatif olduğu kesin Salon’un. Grup seçimleri de kıyaslayacak olursam çok önde geliyor, ancak özellikle izleyici adabı konusunda tam olarak nedenselleştiremediğim farklılık çok aşina olmadığım gruplar için bile orada bulunmamı sağlıyor. (The Go Find böyle bir örnekti mesela, öncesinde izlediğimiz Ekin Sanaç projesiyle birlikte gayet iyiydi.) Gerçi Isobel Campbell & Mark Lanegan konserinde bütün “Do You Wanna Come Walk With Me”ye eşlik eden gürbüz amcayı da unutmadık. Bir de -başka bir yerde de yazmıştım- böyle fasılda mikrofon uzatılmış iş adamı hevesiyle eşlik etmesi… Dielectric Sessions burada bakışı geliştirmek adına bir öncü olabilir, ancak toplu taşıma aracında ‘süpersonik’ telefonundan ATV Ana Haber izleyen ya da sinema salonunda canlı anlatıma geçen insanların konser alanına girmeden sosyal yükümlülüklerini hatırlayıp çevresindekilere saygı göstermesini beklemek ilk planda biraz naif gelebilir. Bunun sözcülüğünü yapmaya kalkışırsan da yeri gelecek, rock ‘n roll ruhunu öldürmekle de suçlanacaksın. Bilemiyorum Altan…

Bir de Manu Chao muhabbeti var tabi de, onu en güzel özetleyen Orkun Çolakoğlu oldu. Alıntılayıp, yeni sitesi için de ‘hayırlı uğurlu olsun’ diyelim…

“Bu Manu Chao-Babylon işi, Lakers’ın gelip Caferağa’da maç yapması gibi oldu.”

The White Stripes (1997-2011)


Cumartesi gecesi festival kapsamında “Blur: No Distance Left to Run”ı izlerken, müzik belgesel janrı içinde -belki de benim için çok özel bir grubu ele aldığı için tepeden indiremediğim- “When You’re Strange”in hemen altına iliştirdiğim “It Might Get Loud” geldi aklıma. Filmin derdiyle biraz çelişse de, Jimmy Page gibi bir üstadın yanında bile şovu çalabilen Jack White karakteri… The White Stripes için burada birkaç satır geçsin istedim. Hala bir marangoza özgü o mükemmeliyetçi fıtratını koruyor White, ben bu projeyi nihayetlendirme kararını da buna bağlıyorum doğrusu. Zira grubu ilk günden beri takip eden ve yapısı gereği nostaljik davranıp eskiyi hak ettiğinden fazla değerle ihya etme eğiliminde olan kesim bile “Icky Thump”ın bu gitar-davul grubu için bir zirve noktası olduğunda hemfikir sayılırdı. Belki müzikal açıdan en yetkin albüm olduğu tartışılırdı, fakat grubun kendini gerçeklediği albümdü. Her ne kadar rahat durmayıp şimdilerde ruh halime pek iyi gelmeyecek “A Martyr for My Love for You” gibi şarkılar yarattıkları için kimi zaman öfkelensem de, onları her zaman rock tarihinde bir kilometre taşı olarak göreceğim gerçeğini gölgelemiyor bu. Belki rock tarihiyle bağdaştırarak da bir haksızlık yapıyorumdur, zira 18 yaşında duyduğu ilk andan beri Son House’un “Grinnin’ In Your Face” şarkısını pusula addetmiş gerçek bir blues adamının yaptığı müzikten bahsediyoruz. Bu jenerasyona böyle birinin hala mümkün olduğunu hissettiren özel bir adamın. The Dead Weather ile, The Raconteurs ile yaratmaya yeter ki devam etsin. Ben acısını çekmeye çoktan razıyım…

“We had a new world and it had three pillars: one was our heritage in music, the other was the Strokes and the other was the Stripes.”

Arkayv Arkayv Arkayv


Konser haberini aldığım gün Archive dinlemeyeli ne kadar uzun süre olduğunu fark ettim. Doğrusu Archive’ı “Noise” albümleriyle sevmiş, daha sonra geri sarıp “You All Look the Same to Me” güzelliğiyle de tanışmış bir adam olarak “Controlling Crowds” albümlerinin turnesi kapsamında bir Archive konseri değildi 17-18 yaşlarındayken hayal ettiğim. Zira “Lights” sonrasında yeniden köklerine dönüş anlamında geldikleri yere doğru bir adım atan bu güzel insanlar, kadroyu da genişletip bir gruptan ziyade kolektif haline gelmeleriyle radarımdan çıkmışlardı. Yine de kalbimin bir köşesinde denize nazır yerlerini koruduklarındandır ki, genelde ‘bu konser için fazla’ gibi tepkiler alan bilet fiyatlarını görmem de beni engellemedi.

Ön grubun Post Dial olması da beni konser alanına erkenden getiren bir unsurdu elbette, uzun zamandır dinlememiştim. Sonra kısa süre zarfı içerisinde iki kez dinleyerek yeniden sıkılma noktasına geldim. Kendileriyle böyle çalkantılı bir ilişkimiz var, ama Post Dial ismini hangi organizasyonda görsem “Güzel seçim” diye yapıştırırım. (Şair burada şimdi çok uzaklarda olan İsmail Özkısaoğlu’na sesleniyor.) Uzun lafın kısası, bir İBB tribünü kadar seyirci toplayamamış olmaları beni üzdü. Biraz da yaşadıkları teknik problem onları zorladı. Belki kalabalığın yavaş yavaş toplandığı final anlarına saklansa daha isabetli olabilecek “Get It” konser başında murdar edilmiş gibi oldu. Bu da bir olumsuzluk olarak sayılabilir. Kaç hafta geçti, net hatırlamıyorum açıkçası…

Archive geldiğinde ise tamamen başka bir boyut kazandı konser. “Controlling Crowds” ile başlayan -iyi anlamda- curcuna, favori albümlerimden biri olan “Lights” parçası olmasından mütevellit daha bir kulak kesildiğim “Sane” ile maksimum noktalarından birini gördü. Açıkçası yolculukları boyunca farklı janrlar arasında gezinmeleri ve son albümün turnesi kapsamında olan bir konserde dahi tüm dinleyicisini kucaklamak adına her dönemlerinden çalmaya gayret etmeleri nedeniyle ideal bir konser olamadı. Ama istedikleri buysa herkesi mutlu ettiler, her şarkının da hakkını verecek ölçüde çatır çatır çaldılar. En son The Cranberries ile bıraktığım Maçka Küçükçiftlikpark da gözümde tekrar ‘iyi bir konser alanı’ statüsüne yükseldi. Ama burada kalmaları için oraya her hafta Archive getirmeleri gerekebilir. Geçen hafta Yunanistan’da, hatta genel olarak turne boyunca hiç yapmadıkları bir şeyi yaptılar ve hem 18 dakikalık kemiksiz “Lights”, hem de “Again” çaldılar. Bitiriş de “Again” ile olunca, konser sonunda suratımızda “Bizi sevdiler de ondan” mealindeki ebleh bir sırıtışla kalakaldık. Konserin ve dört şarkılık bisin yoğunluğunu ölçmek için en doğru an, “Again” şoku atlatıldığında tuvaletlere hücum eden onlarca insanın yarattığı görüntüydü. “Az önce şarkılar farklı türlerden olduğu için kopukluklar oldu demiştin, ne biçim adamsın” diyebilirsiniz. Archive büyüklüğü başka bir büyüklüktür diye kontrhamleye geçerim, adamlar kolektifliğin dibine vurup sahneye piyanist şantör çıkarsa yine bırakamıyorsun. Bittiğinde senin şarkına geçmeleri ve pisuvarda dinlemek zorunda kalman ihtimali korkutucu ve aynı zamanda daha önce belirttiğim gibi her şeyi hakkını vererek çaldıklarından eksilmeyen bir takdirle izliyorsun sahneyi. Müziği sunanla içeri buyur eden arasındaki o aynanın kırıldığı anlardan biri oldu yani Archive konseri. Galiba hep de böyle oluyor… O yüzden yine gelsinler.

Fotoğraf: Erdal Mahir Cüran

In Heavy Rotation – Ekim 2009


1. Danger Mouse and Sparklehorse – Dark Night Of The Soul (2009)
Top 2: Little Girl (feat. Julian Casablancas), Dark Night Of The Soul (feat. David Lynch)

2. Dirty Three – Dirty Three (1995)
Top 2: Better Go Home Now, Everything’s Fucked

3. Haggard – Tales Of Ithiria (2008)
Top 2: Chapter IV – The Sleeping Child, Chapter III – La Terra Santa

4. Them Crooked Vultures – Them Crooked Vultures (2009)
Top 2: Mind Eraser, No Chaser, Scumbag Blues

5. Fuck Buttons – Tarot Sport (2009)
Top 2: Flight Of The Feathered Serpent, Surf Solar


6. Fates Warning – Still Life (1998)
Top 2: The Ivory Gate Of Dreams, Monument

7. The Doors – Morrison Hotel (1970)
Top 2: Queen Of The Highway, Roadhouse Blues

8. Flight Of The Conchords – Flight Of The Conchords (2008)
Top 2: The Most Beautiful Girl (In The Room), Ladies Of The World

9. Dire Straits – Communiqué (1979)
Top 2: Follow Me Home, Lady Writer

10. Frágil – Avenida Larco (1981)
Top 2: Oda Al Tulipán, Mundo Raro

Yeryüzünde Fuck Buttons ve Fates Warning’in aynı anda bulunduğu muhtemelen tek liste, tadını çıkarın… Gerçekle pek alakası yok elbette zaman aşımından dolayı.