Enke’yi Neden Özlüyoruz?


Futbolculuk döneminde, özellikle Barcelona deneyimi sonrasında, Robert Enke’nin her zaman en yakınındaki gazeteci olan Ronald Reng trajik ölümüyle hayatına teğet geçtiği her insanı biraz olsun silkelemiş kalecinin biyografisini geçen yaz içerisinde yayınladı. Carlos Tevez’in ‘yaşanacak şehirler’ listesindeki yeni güncellemeleri, Titus Bramble’ın sabıka kaydını ve şöhretin getirileriyle hesaplaşmayı becerememiş bir sürü başkasını dilimize doladığımız futbol dünyasında Enke gibileri özlemek çok yersiz değil. Aşağıda kitaptan bir bölümü alıntıladım. Wahrig sözlüğü çıkarmam gerektiyse bile, Enke için değer…

Nisan 2008. Avrupa Şampiyonası’ndan iki ay kadar önce Hannover’in Eintracht Frankfurt önünde 2-1 kazandığı hafta sonuydu. Robert Enke evinin salonunda maçın özetini izliyordu. Leverkusen-Stuttgart karşılaşmasına geçtiklerinde koltuğunda oturmaya devam etti. Önce yavaş gösterimde Stuttgart kalecisi Sven Ulreich’ın ceza sahası dışından gelen bir ortayı uzaklaştırmakta zorluk yaşayışını ve arka direkte Simon Rolfes’in topu ağlara yuvarlayışını seyretti. Birkaç dakika sonra Ulreich bu sefer uzaktan gelen bir şutu kontrol etmekte başarısız oluyor ve bu hatayı değerlendiren Stefan Kießling durumu 2-0 yapıyordu. Bu hataların arkasından ekrana Stuttgart teknik direktörü Armin Veh getirildi. “Futbol bazen çok basit bir oyundur. Bugün iki kaleci hatasıyla maçı kaybettik ve bunu herkes gördü. Bu durumda kaleciyi korumak, size hiçbir şey getirmez.” Veh’in sözlerini duyan Enke, televizyonun karşısında küplere binmişti. Bir teknik direktör kalecisi hakkında nasıl olur da böyle konuşabilirdi! Her şeyden önce ilk gol büyük çapta bir kaleci hatası değildi. Yapması gerektiği üzere yumruğunu kullanarak tehlikeyi savuşturmaya çalışan Ulreich’ın şanssızlığı, topu gönderdiği yerde rakip oyuncunun bulunmasıydı. Televizyon muhabirlerinin bunu görememesine ve bu tip yorumlar yapmasına alışmıştı. Fakat bir teknik direktör? Enke televizyona doğru bağırdı: “Olacak iş değil!”
O sırada Ulreich eve dönmek üzereydi. 19 yaşındaydı ve hala annesiyle birlikte oturuyordu. Bundesliga’da henüz 10 maça çıkmıştı ve çökmüş bir halde, yakalayabileceği tek şansı berbat edip etmediğini düşünüyordu. Çalan telefonuna baktığında, tanımadığı bir numara gördü. Bir süreliğine duraksadı ve ardından telefonu açmaya karar verdi.

“Sesi duyduğumda dehşete düşmüştüm,” diyor Ulreich. “Arayan Robert Enke idi.”
Ulreich’la gerçek anlamda tanışmış sayılmazdı. İki hafta önce Stuttgart ile oynadıkları maçın sonunda 2-3 dakika konuşmuşlardı sadece. Telefon numarasını da Ulreich’ın eldivenlerini üreten firmadan istemişti. Ulreich’ın içinde bulunduğu duruma aşina olduğunu düşünüyordu.
Yaklaşık yarım saat boyunca konuştular. Enke, Ulreich’ın yediği golleri analiz etti önce. Ona önemli olanın verdiği kararlar olduğunu söyledi. İlk golde topu yumruklayarak doğru olanı yapmıştı. İkincisinde ise aslında topun üzerine doğru biçimde kapanmasına rağmen, devamında şansı terse dönüyordu. Bu noktada kendisinden şüphe duymamalıydı. Onu herkesin önünde eleştirdikten sonra, Veh’in sıradaki hamlesi Ulreich’ı takımdan kesmek olabilirdi. Yine de umutsuzluğa kapılmamalıydı. Benzer bir şey Barcelona’da da başına gelebilirdi ve saçma bir kupa maçından sonra kapı dışarı edilebilirdi. Bir maçın ardından kendisini yerin dibinde bulabilirdi -ama ona söyleyeceği ilk şey şuydu ki- bir gün oradan çıkacaktı. Gerçekten de böyle oldu ve Ulreich’ın yeteneği onu tekrar yüzeye çıkardı. Tıpkı daha önce Enke’nin başardığı gibi.
“Telefonu kapattığımda tüylerim diken diken olmuştu,” diyor Ulreich.

Onu karşılayan annesine döndü. “Robert Enke…” Annesi bir açıklama bekledi, ama Ulreich’ın bir açıklaması yoktu: “Futbolda bunun başka bir örneği olduğunu zannetmiyorum. Bir milli takım kalecisi, kimsenin tanımadığı 19 yaşında bir meslektaşının telefonunu araştırıp buluyor ve ona yardım etmek için numarayı tuşluyor.”
“Ein allzu kurzes Leben”, Ronald RENG
“Ben, ben, ben çevireceğim.”

Bir Kez Daha Revierderby


Dortmund-Schalke derbilerinin büyüklüğünü ilk olarak lisede değişim öğrencisi olarak gelen bir Dortmund taraftarını tanıyınca fark ettim. Söz ne zaman futboldan açılsa, araya Schalke hakkında yazdıkları ve aslında “Fener dünyayı yener, Beşiktaş’a gelince püf diye söner” saçmalamasından öte olmayan şarkılar sıkıştırıyordu. O sırada sorup derbinin kökenini öğrenmiştik, nefreti ise yine pek anlamamıştık… Geçmişine pek girmeyeceğim rekabetin, zira bu anlattıklarım dışında Wikipedia’da yazanlardan çok farklı şeyler söyleyemem. Ama Almanya’nın en büyük derbisi olduğunu söylersek, pek itiraz eden çıkmayacaktır muhtemelen.

Yayıncı kuruluşun değişmesi sonrasında şiddetli bir iletişimsizlikten ötürü ayrıldığım eski sevgilim Bundesliga’nın halini merak ediyorum ara sıra, bundan doğal bir şey olamaz. Bazen ortak arkadaşların ağzını arıyorum, hayata kaldığı yerden devam ediyor olmasından korkuyorum içten içe. Ama devam ediyor, etrafında dolaşacak birtakım yeni yüzler buluyor… Bu benim için gittikçe rahatsız edici bir hal alan metaforik anlatımı jilet gibi kesiyorum ve cuma gecesi Gelsenkirchen’de yaşananlara dönüyorum.


Jürgen Klopp sevgimi burayı bir süredir takip edenler bilecektir, Felix Magath da ülkenin ortalama üstü futbol beyinlerindendir. Bu sezon itibarı ile idaresinde bulundukları kadrolara ve bu kadroları tabelada taşıdıkları yere baktığımda her ikisi için de olumlu bir görüntüyle karşılaşıyorum öncelikle. Şampiyon takımın hocasını alırken Schalke’nin zirve hedefinde olduğunu ilk olarak bizden duymayacaksınız, bir kez de bizden duyun. Buna karşın Magath’ın elinde şekil bulmaya çalışan oyuncu grubunun bu hedefin içini doldurma noktasında yetersiz kaldığını da… Klopp ise geçen sene son hafta elden kaçırdığı Europa League bileti sebebiyle finansal açıdan çok da rahat bir transfer dönemi geçiremedi, fakat yaptığı tek yüksek bedelli transfer olan Lucas Barrios’un formuyla bu haftaya beşinci sırada girmeyi başardı. Aslında Klopp’un medyanın yarattığı havanın aksine yeni sezona büyük beklentilerle girmediğini resmi sitedeki ayağı yere basan ifadelerinden çıkarsamıştık, burada da dilimize çevirisini yapmaya çalışmıştık. Gerçekten de tatsız başlayan bir sezon vardı Westfalen yöresinde. Yedinci haftada iç sahada 1-0 kaybedilen derbi sonrası tribünler de Klopp’un karşısına geçmeye başlamıştı, fakat güzel adamı devirmek kolay olmadı… O gün kendisine ancak düşme hattının hemen üzerinde, onbeşinci sırada yer bulabilmiş olan Dortmund, 12 maçlık bir yenilmezlik serisi tutturarak dördüncü sıraya oturacaktı. Bu serinin son 6 karşılaşmasında ise beraberlik dahi görmezken, Hamburg, Wolfsburg ve Hoffenheim gibi önemli rakiplere puan şansı tanımadılar… Sezona orta sahadaki Tinga-Nuri ikilisiyle başladıktan sonra, özellikle 1989 doğumlu Sven Bender’in Brezilyalı’nın yerini almasıyla daha rijit bir yapı oluşturmayı başardılar ve genç adamın bu rolü başarıyla yüklenmesi belki de bu çıkışı getiren kritik hamle oldu. Tamas Hajnal’in geçen sezonki kadar formda olmamasıyla Mohamed Zidan, Arjantinli yeni transferin yanında ve arkasında en çok yer bulan isim oldu. Fakat uğruna Mladen Petric’ten vazgeçtiklerini düşündükçe, bu adamdan hoşnut olabileceğini düşünmüyorum Dortmund tribününün.

Daha istikrarlı bir çizgi tutturarak Şampiyonlar Ligi hedefine doğru ilerleyen Schalke’de ise Magath’ın meslektaşına oranla kadroya daha esaslı bir makyaj çekmesi gerekiyordu. Fred Rutten denemesinin yıprattığı gözlenen kulüpte gerçekleştirilemeyen bir jenerasyon değişiminin de sancıları vardı şüphesiz… Ev sahibi oldukları şampiyona öncesi Almanya’da bir proje olarak bakılan “Team 2006” kadrosunda Tim Borowski, Simon Rolfes, Timo Hildebrand, Stefan Kießling, Mario Gomez, Clemens Fritz, Fabian Ernst gibi önemli oyuncularla birlikte yer bulan Albert Streit büyük bir düşüş içerisine girip soluğu Schalke’nin ikinci takımında alırken, son yıllarda takımın başına gelen en güzel şeylerden olan Jermaine Jones’un sezonunu tehlikeye atan ciddi sakatlık da işleri zorlaştırdı şüphesiz. Bu bölgede Joel Matip gibi çok genç bir oyuncuyu rotasyona soktu Magath. Çevresindeki yüksek beklentilerle bunu Klopp kadar kolay biçimde gerçekleştirmesi mümkün olmayabilirdi belki, herhangi bir teknik adamdan bahsediyor olsaydık… Magath’ın Bundesliga’da en büyük krediye sahip olan futbol adamlarından biri olduğunu ve bununla birlikte kulüpte futbol organizasyonlarından neredeyse tek başına sorumlu olduğunu hatırlatalım bu aşamada.


Bu iki teknik adamın bu maç özelinde neler yapacağı merak konusuydu, zira böyle büyük bir rekabetin bir parçası olan her maç teknik direktörün kariyerinde önemli bir yer tutar. Dortmund’un başında hiç Ruhr derbisi kazanamayan Klopp, bu kötü karneye rağmen soğukkanlılığını yitirmiyor ve ‘echter Dortmunder’ olmak uğruna gemileri yakmıyordu. Barrios’un sakatlığında gideceği tek adres tecrübeli Paraguaylı idi. Maç öncesinde, kendisinden oyunu rakip ceza saha önüne yığıp Schalke kontralarına izin vermesini beklememelerini salık verdi basın mensuplarına… Bu maça da herhangi bir lig mücadelesi olarak bakarken, rakibin kendi evinde 596 dakikadır gol yemeyen bir takım olduğunun da bilincinde olduğunu açığa vuruyordu. Klasik Bender-Nuri tandeminin önünde sıralanmış Blaszczykowski-Zidan-Großkreutz üçlüsü, Nelson Valdez’in gol yolundaki destekçileri olacaktı. Şapkadan tavşanı çıkaransa Magath oluyordu. Elbette bu tavşanın Mustafa Denizli’nin tavşanlarına yaklaşması mümkün değildi. Yine de sezon boyu 4-3-2-1 sistemiyle sahaya çıkan Magath’ın direngen bir orta saha elemanından vazgeçerek forveti ikilemesi beklenmedik bir hamleydi. Kevin Kuranyi’ye seçtiği partner de temel olarak onunla aynı özelliklere sahip düşük profilli bir Brezilyalı idi. Mainz ve Bochum ile bu ülkede çok fazla iz bırakamamış olmasına rağmen sezon ortasında Güney Kore’nin Suwon Samsung takımından transfer edilen Edu, Magath’ın planlarında topu daha fazla yarı alanda tutma misyonuna hizmet edecekti. Fakat bu düşünce, kanatlarda yer alan Jefferson Farfan ve özellikle Vicente Sanchez’in orta sahaya olan destekleri yetersiz kalınca sahaya başarılı yansımıyordu.

Veltins Arena’da iki dinç merkez elemanı ve kanatlarda rakibin kenar elemanlarına oranla daha fazla coşkunluk gösteren Kuba-Großkreutz ikilisiyle orta sahayı ele alan Dortmund, topa ve oyuna hükmeden taraf oluyordu ilk yarı itibarıyla… Magath’ın tavşanı Edu etkinlik göstermekten uzaktı, fakat asıl maraz olarak öne çıkan Sanchez ikinci yarının başında vazgeçilen isim olmaktan kurtulamıyordu. İlk yarı boyunca genelde derbiye özgü sertlik yan toplar dışında çok fazla pozisyona imkan vermese de, etkili atakları yapan taraf konuk ekipti. Maçın hemen başında Kevin Großkreutz önemli birkaç gol şansını değerlendiremiyor, daha sonra Paraguaylı adam maçın sonuna dek sürdüreceği beceriksizliklerinden bir kuple sunuyordu. Dortmund maçlarında renkli kareler veren Marcelo Bordon’un birkaç tane hayati müdahalesi de skoru tutan etkenlerdendi…


İkinci yarıda Magath’ın söyleyecek sözleri vardı… Orta sahayı tekrar üçlüye çevirmek adına kenardan getirdiği isim Christoph Moritz oldu. Belki son dönemde genellikle tercih ettiği genç Matip’e dönmemişti, fakat bu hamle basbayağı bir geri adımdı. Yaptığı hatayı kabul etme erdemini göstermişti Magath, oyuna sürdüğü Moritz de Sanchez’in getiremediği enerjiyi vererek ev sahibinin orta sahada durumu biraz daha dengelemesini sağlıyordu ki Ivan Rakitic’in kendi ceza sahasında yani aslında ait olmadığı bir yerde düştüğü gafletin faturası ağır oluyordu. Nuri Şahin’in kusursuz penaltısıyla Dortmund öne geçtiğinde Schalke’nin oyuna farklı bir şeyler katması gerekiyordu. Orta sahada hala hakimiyet kurulmamıştı ve tüm gol planları Edu-Kuranyi ikilisine atılan yüksek toplara bağlanmıştı, fakat öte yandan Dortmund’un tehlikelerine bir son verilmişti en azından. Dortmund’un tek ciddi gol pozisyonu bir kornerde Mats Hummels’in göğsüyle buluşan toptu. Magath ikinci kez kulübesine dönmeden önce özellikle sol bek Lukas Schmitz’i iyiden iyiye sol açık olarak kullanmaya başlamıştı. Fakat Hummels-Subotic ikilisinin arasında eriyen ortalar pek de ümit vadetmiyordu. Gidilmesi gereken adres ara transferde Bayern’den getirilen yaratıcı orta saha elemanı Alexander Baumjohann’dı. TRT spikeri kendi algı dünyasında teknik direktörünün Moritz’in performansından memnun olmaması gibi bir durum yaratsa da, buradaki taktik detayı görememek TRT spikerlerine mahsus bir yetiydi zaten…

Bu dakikada Schmitz’in kullandığı korner stoper Benedikt Höwedes’in kafasıyla buluşuyordu, bu golü Magath’ın dehasına bağlayamıyoruz ancak bu dakikadan sonra ivmenin tamamen Schalke lehine geçmesinin ana sebebi taraftarın inancı, maçın isminin büyüklüğü, golün getirdiği moral gibi soyut şeylerden ziyade Baumjohann-Rakitic ikilisinin oyuna getirdiği yeni boyut olacaktı. Savunmayı ve orta sahadaki sağlam Nuri-Bender hattını yıpratmaya başlayan ikiliden kıdemli olanı, Edu’dan seken bir topa yaptığı rebound vuruşuyla sezonun en güzel gollerinden birine imza attı ve Almanlar’ın ‘derbilerin anası’ olarak nitelediği maça nokta koyuyordu. Klopp’un kenardaki opsiyonları rakibinki kadar zengin değildi ve forveti ikileyemedi bile. Maçtan sonra ciddi bir sakatlığı olduğu açıklanan Bender’i kenara çekmesi de anlaşılan zorunlu bir değişiklikti. Durum 1-0 iken skor üstünlüğünü kaybedebileceklerini düşünemeyip Zidan’ı oyundan almasına da fazla bir eleştiri getiremiyorum, zira Mısırlı da iyi top oynamıyordu sahada.



Durum 1-1 iken orta sahadan aldığı mükemmel bir pası geveleyerek, takımını belki de galibiyet golünden eden Valdez’in maç sonu hocasından aldığı destekten aşağıda bahsetmiştik. Fakat altı maçtır bu derbiden galip ayrılamayan Dortmund’un kaderini değiştirmek için ihtiyacı olan tek şey iyi bir son vuruş oyuncusuymuş gibi görünürken 11 gollü Barrios’un yokluğu kabul edilebilir bir bahaneydi Klopp için. Ancak Schalke nefretinden fırsat bulduğu her yerde bahseden Großkreutz’u ısrarla Hajnal’e tercih etmesinin arkasında farklı sebepler de arıyorum. Hajnal’in formsuzluğundan bahsetmiştim, Großkreutz’a verdiği şans sonrası takımın iyi bir çizgi yakalaması sonrası kazanan formülü bozmak zor gelebilir ama genç adam belki duygularının da etkisiyle kötü bir maç çıkardı bu hafta. Karşı tarafta da en az onun kadar takımına aitlik duygusu yaşayan bir kaleci vardı aslında. Hatta ilk maç sonunda bir adet dirsek darbesi tanıştırmıştı ikisini, daha sonra Nuri tarafından desteklenecek bir iddiası vardı en azından bu yönde. Yayıncı TRT olunca böyle paralel hikayeleri kovalamak da izleyiciye düşüyor ne yazık ki… Takımın taraftar sitesinde kendi özel köşesi olan bu ilginç adamın ilginç sözleriyle bitirelim, Almanca bilenleri de o köşeye yönlendirelim buradan


“Die sind mein Feindbild Nummer eins. Immer schon! Für kein Geld der Welt würde ich dort spielen. Schalker hasse ich wie die Pest.”

Yukarıdaki sözleri Schalke’ye karşı olan hislerinin basın için yumuşatılmış hali: “Onlar benim 1 numaralı düşmanım. Her zaman! Dünyadaki hiçbir para orada oynamamı sağlayamaz. Schalke’yi günahım kadar sevmiyorum.”

Bir de ilk maçta Manuel Neuer ile arasındaki gerginlik hakkında taraftar sitesindeki köşesinde yazdıkları var ki… Maç sonunda Neuer, kendi taraftarlarının önünde ya da orta yuvarlakta sevinmek yerine Dortmund’un en ateşli taraftarlarının bulunduğu Südtribüne önünde ufak çaplı bir şov yapmıştı. Bu hareketi neredeyse kimse tasvip etmemişti ve soyunma odasındaki dirsek hadisesinde de iddiaların adresi Neuer olunca insanlar buna inanma eğilimindeydi. Fakat köşesinde aynen şöyle yazıyor:


“Kam halt einiges zusammen. Unser schlechtes Spiel, dazu noch, dass wir nicht gerade vom Schiedsrichter begünstigt wurden. Und dann noch feiernde Schalker vor unserer Südtribüne. Das kann ich nicht sehen. Aber um ehrlich zu sein, kann ich den Manuel Neuer verstehen. Er ist halt ein echter Blauer. Wenn ich ein Tor gemacht hätte, dann hätte ich es wahrscheinlich genau so gemacht wie er. Klar ist das provokant, aber ich würde es genau so machen vor deren Fankurve.”

“Birkaç şey üst üste geldi. Kötü oyunumuzun yanı sıra hakemin yönetiminden de memnun değildik. Sonra bizim taraftarlarımızın önünde galibiyeti kutlayan Schalke oyuncuları da eklendi buna. Fakat dürüst olmak gerekirse Manuel Neuer’i anlayabiliyorum. O sadece gerçek bir Blauer. Bu maçta bir gol atabilseydim, büyük ihtimalle onun yaptığını yapacaktım. Kulağa provokatif geliyor, doğrudur ama ben de gidip onların tribünün önünde kutlardım golümü.”

Muhtemelen bu açıklamayı okuyan federasyon, olayın üzerine fazla gitmeden bu iki delikanlıyı kendi hallerine bırakmayı seçti ve Neuer herhangi bir ceza almadı.

Adam Demişken…


Ruhr derbisi son yıllarda alışılageldiği üzere Schalke üstünlüğüyle sona erdi. Maç hakkında uykudan sonra uzunca bir şeyler karalamayı planlıyorum. Şimdilik sadece Jürgen Klopp’a saygı duruşuyla geçiştiriyorum.


Nelson Valdez takımının attığı tek golün yaratıcısı gibi gözükebilir. Aslına bakarsanız skora etki ettiği o pozisyonda da Ivan Rakitic’in büyük bir sakarlığı sonucunda geliyor penaltı… Fakat maçı izleyenler katılacaktır, bugün Paraguaylı cömertçe harcadığı pozisyonlarla her Dortmund taraftarının Lucas Barrios’un kart cezasına lanet etmesine neden olmuştur. Maçın son bölümünde durum 1-1 iken gelen mükemmel bir pası geveleyerek de dolaylı olarak maçı ezeli rakibe hediye etti Valdez… Fakat maçın sonunda sahaya giren Klopp, ilk olarak Valdez’i teselli etti. Kötü başladıkları sezonda tabelanın beşinci basamağına kadar sıçrarken her oyuncusunun kapasitelerinin üzerinde katkı verdiğinin bilincindeydi Klopp ve bu derbiye en soğukkanlı yaklaşan adam olduğu da açıktı. Schalke’nin Rakitic’le bulduğu galibiyet golündeki muazzam vuruş sonrası kameralar Klopp’a döndüğünde yüzünde bir öfke ya da kıskançlık duygusuna rastlayamıyorduk, mimikleri evrensel olarak ‘ne gol attı be’ anlamını taşıyordu… Bu kadar serin bir duruş, bir Alman için bile fazlaydı. Tebrikler güzel insan!



2007-08 sezonundaki ilk derbi sırasında Gerald Asamoah’a ırkçı söylemde bulunduğu için 3 maçlık bir ceza almış Roman Weidenfeller bu maçın bitiş düdüğünün ardından da uslu durmuyordu. Son pozisyonda karşı karşıya kalan ikili ceza sahası içerisindeki dialoglarını maç bitimine de taşıyınca, önce hakem Manuel Gräfe tarafından yatıştırılıyorlardı. Fakat asıl tepki, kaptanının aynı hataya ikinci kez düşmeye niyetli olduğunu gören Klopp’tan geldi yine… Sezon içinde böyle radikal bir karar almaya gerek duyacağını sanmıyorum, fakat yeni sezonun başlangıcında kaptanlık pazu bandını Nuri Şahin’in kolunda görebiliriz gibi geliyor.

More News from Nowhere #9

– Çocuklar iki haftadır yazı yazmamışız, konu eksiğimiz var, hemen başlayalım…


– Ne zamandır eve de uğramıyorum okulun yoğunluğundan, bugün hazır bir kaçamak yapmışken birkaç güzel maç izlemek istedi deli gönül. Ne yazık ki, Türk televizyonlarının hayattan soğutan ‘rakiplerimizi tanıyalım’ haftasına denk gelmişiz… Hayır, Atletico Madrid bilmediğimiz bir takım mıdır? Bilmeyen varsa da söyleyelim, Madrid’in diğer takımı top oynamıyor. Galatasaray’ın da iddia edilenin aksine iyi kura çektiğini düşünüyorum, bir sonraki tur daha düşündürücü olabilir ancak Everton’ın da bu sene pek havasında olduğunu söyleyemiyoruz. Yine de Sporting’i eleyeceklerdir, sonrasında da Galatasaray’a Atletico’dan fazla sorun çıkaracaklardır. Tabi bunlar benim düşüncelerim…

– Türk televizyonları demişken burada daha önce bahsetmiştim devlet kanalının Bundesliga’nın yayın haklarını almasının sonuçlarından. İlk aşamada Ramazan ayındaki iftar özel programları sebebiyle üçüncü kanala sürülen Alman liginin en önemli kapışmalarından olan Hamburg-Bremen maçı da TBMM engeline takıldı bugün. Nord-Süd Gipfel sonrası Nordderby de yalan oldu sayelerinde… Artık saçma sapan maçları Kerem Öncel anlatımıyla dinleyeceğim diye TRT’ye takılmayacağım. Bundesliga yazısı bekleyenler varsa kusura bakmasın…


– UK Championship üst düzey bir turnuva oldu, herhalde şampiyonanın kalitesine yakışmayan tek maç da ironik biçimde final oldu. Fikstürde heyecanın doruk yaptığı dönemlerden birindeyiz ve ocak ayındaki Masters da ilaç gibi gelecek. Bu arada veteran Jimmy White da heyecan yarattı Wembley buluşması öncesinde, wild card için Liang Wenbo çok daha güzel bir isim olurdu açıkçası. Gerçi bu verilen kararı da çok anlamsız bulmuyorum, Jungle Jimmy’nin malum yarışma sonrası yaptığı sükseyi de düşününce. Zaten Wenbo uzun yıllar Wembley’de olacaktır bundan sonra. Açılış gecesinde Mark King’i yenip yoluna devam edebilir her şeye rağmen… Onun için de çok hoş bir tecrübe olmaz öte yandan. İlk turdaki tüm eşleşmeler güzel doğal olarak da O’Sullivan-Robertson eşleşmesine dikkat!

Geride bıraktığımız turnuva hakkında ben bir yazı yazacaktım ama Higgins-O’Sullivan maçının sadece son bölümüne yetişebildiğim için pek de yeterli görmedim kendimi o açıdan. Maçı izledim ama araya da başka şeyler girdi sonra, İnan yazsa okurduk. Akılda kalanlar arasında en önde gelense 8-2’den geri geldiği bir günde son snooker için masaya dönmeyip rakibinin elini sıkmaya giden bir Ronnie O’Sullivan. 13. framedeki hadise sonrası bir John Higgins mağlubiyeti gelseydi en basit haliyle yazık olurdu, fakat Roket bir anlamda şampiyonluğunu engelledi o geri dönüşüyle büyük rakibinin… Zira finalde Ding Junhui karşısında en kötü oyunlarından birini sergiledi, genelde turnuvanın ortasında yaşadığı ve bir şekilde üstesinden gelebildiği mental düşüşlerini o büyük yarı final sonrası oynanan finale bırakınca beni çok şaşırtmayan bir yenilgi aldı Higgins. Ama o kahverengi de kaçmayacak artık…


– Lakers maçına baktık biraz, sezonun ilk toplu konuşması bir test yayını vazifesi gördü. Böyle başarılı kadrolar kurunca normal sezona odaklanmak taraftar için de pek kolay olmuyor açıkçası. Luke Walton’ın sakatlandığını, Ron Artest’in savunma katkısıyla play-off için umut verdiğini fakat üçgene tam olarak adapte olamadığını, Jordan Farmar’ın şut sokmaya ve daha aklı başında oynamaya başladığını, Pau Gasol’ün de rebound konusunda kendini aştığını duymuştum. Kontrat sezonunda yatışta hız kesmeyen Lamar Odom’ın yeni sözleşmeye imza attığı ve bir Kardashian ile evlendiği bir yazın üzerine sezona konsantre başlamasını bekleyen yoktu herhalde. Yanılmamışız… Andrew Bynum’ı bir de şu zorlu fikstürde görelim derim ben. Rakamları güzel ama iyi uzunun sayılı olduğu şu ligde kalbur üstü takımlara karşı verdiği performansı görmeden ikna olmam çok kolay değil.

Neyse ki böyle bir zamanda geliyor Christmas ve bizim için Starbucks’ta sınırsız toffee nut latte içebilmekle olduğu kadar, gecenin ana menüsü olan Lakers maçının heyecanıyla da güzelleşen bir dönem. Scrubs’ın dördüncü sezonundaki “My Hypocritical Oath” bölümünde Dr. Cox’ın Christmas gecesinde nöbeti boyunca eve gidip Lakers-Heat maçını izlemek dışında bir şey düşünmediğini hatırlıyoruz mesela, bizim için de böyle bir şey bu. Geçen seneki Celtics maçının tadı hala damağımızda. Artest’in de gerçek Laker olduğu gece anlamına gelebilir bu maç. Gelmeli de… Tophane’de 20-25 kişilik bir grup olarak buluşacağımızı tahmin ediyorum. Nedir, ne değildir bilmek isteyenler LakersTR forumlarına yönlenebilir. Gerçi şu anda işlevsel değil kendileri, ama kısa sürede düzelecektir. Sorusu olan buradan da yazabilir zaten, nedir ki…

“Listen up. I have been cursed to work the night shift with you chuckleheads, which means I have to tape the Lakers-Heat game. And seeing as no one in the history of this germ box has ever made it through a shift without saying “Oh my God, oh my God, did you see what happened last night on America’s Fattest Fatties? A 900 pound woman lost a pound and a half and cried for twenty minutes!” Be warned: If you utter a word about the score of the game, it will be your last.”


– Türk Telekom daha da kötü takım olmuş be… İzlemeyin!

Lamayn Wilson benim takımımın oyuncusu olsa sahaya yakın bir yerde konuşlanıp, suratına tükürürüm sanıyorum… Kenarda Galatasaray Cafe Crown döneminde de çok eleştirdiğimiz, ülke basketbolunun en aciz coachlarından Murat “Liselim” Özyer oturunca, Ercüment Sunter’in görev değişimine de sevinemiyorsun. Bu kadar kötü yönetilen bir şirket olsa bugüne kadar iflasını ilan ederdi… Türk Telekom arkanda olunca paranın çok da önemi yok belki ama yıllardır o bütçenin karşılığında kurulan takımlar, ısrarla Steve Nash diye yutturulmaya çalışılan Tutku “Tutku Açık Milli Takımda Neden Yok” Açık, kadroya alınıp benchin en sonunda oturmaktan öte bir misyon verilmeyen turşuluk guardlar ve her şeyden önce E-Sunt faktörüyle o kadar soğumuşuz ki yarın kapansa üzülmeyecek durumdayım… Zaten Türk Telekom markasına da kılım ne zamandır, isabet olur…


– Mark Hughes gitmiş, yerine gelen isim de Roberto Mancini olmuş… Craig Bellamy’nin liderlik ettiği bir oyuncu grubunun kararı protesto ettiği söyleniyor. Bellamy gelecek hocanın kendisine aynı şansı muhtemelen vermeyeceğinin farkında sanırım… Ben Hughes’a çok güvenen biriyimdir, burada birkaç kez bahsettim. Hatta ilk menajerlik yıllarında hep Alex Ferguson sonrası dönem için aday olarak gördüğüm bir adamın City ile imzalaması da hiç hoşuma gitmemişti. Bugünden sonra çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama kendisine güvenimde bir azalma meydana gelmedi. Evet, kötü bir dönem geçirildi ve City’nin şu anda olması gerektiği yerden aşağıda konumlandığını söyleyenlere katılmamak mümkün değil. Fakat burada geçen senenin başındaki Robinho transferi yazmıştık, Hughes’un karakter olarak başkasının yaptığı bir plana uygulayıcı olarak dahil olup başarıya gitmesi mümkün değil. Yapılan transferlerde fikrinin alınmaması konusunda yöneltilen sorulara ılımlı cevaplar verip, bu seviyedeki oyuncuların transferine üzülecek değilim minvalinde açıklamalar yapmış olsa da karar ona bırakılsa Robinho gibi bir adamla çalışmak istemeyeceği o gün de bilinen bir durumdu. Sonrasında kovulacağını bildiği bir maçta Emmanuel Adebayor’u yanında oturtup, güvendiği Roque Santa Cruz ve -şimdi arkasından ağlayan- Bellamy gibi oyuncuları sahaya sürmesi beyhude bir hareket olmamalı.

Mancini, selefine oranla çok daha oportünist bir çizgi gösteriyor teknik direktörlük kariyeri boyunca. Ada’daki İtalyan modasının da asistiyle güzel yere kapak attı Mancini, Arsenal ve Liverpool bu haldeyken takımı üçüncü sıraya taşıması benim için büyük sürpriz olmaz. Ama Hughes’un başarısızlığını savunanlara bir argüman da olamaz…


– Sabah ders var, uyku trenini kaçırmışa benziyoruz. Serinin 2005 versiyonundan bu yana ara vermiştim Championship Manager/Football Manager sabahlamalarına… Oyun nerelerden nereye gelmiş, bir ‘maşallah’ çektikten sonra Ipswich Town’ı alarak Roy Keane’in menajerliğine meydan okuduk vakit kaybetmeden. Keane ile düşme hattının hemen üzerine zincir atmış takımı 23 maç sonunda dördüncü sıraya taşımakla övünmeyeceğim, zira hedefimiz büyük. Liam Trotter, Connor Wickham ve Zavon Hines gibi isimlerle sonraki 10 yılın takımını kuruyoruz. Go Tractor Boys!

TRT Gölgesinde Bundesliga


Tatil bitmeden önce son cumartesinin önemli bir kısmını futbola verdik. Şampiyonlar Ligi haftası içerisine gireceğimizdendir ki programda çok vaatkar maçlar vardı. Premier League’de ‘Big Four’ takımlarının karşısında onlara rakip olabilecek görüntüde birileri yoktu pek. La Liga’daki Valencia-Atletico Madrid maçını bir kenara koyacak olursak, futbolun merkezi Almanya idi bugün. Özellikle de Almanya’daki belki de en büyük rekabete sahne olan Ruhr derbisi gibi kaçırılmayacak bir klasik vardı. Hamburg deplasmanı da kötü başlangıcın ardından toparlanma emareleri gösteren Bayern München’ın genelde zorlandığı ve bu sebeple onlar için gerçek bir test olabilecek bir etaptı.

Peki TRT’nin bizim önümüze koyduğu şey neydi? Beşiktaş’ın rakibi Wolfsburg’u izlememizi sağlıyordu TRT… Güçlü Hannover önünde. Hayatımda izlediğim en kötü 4-2 biten maç olabilir, zaten çok da sadakat gösteremedim maça. Yahu, hangi devirde yaşıyoruz? Ben bu olayın haberini ilk aldığımda hiç düşünememiştim arkasında böyle bir mantık barındırdığını, düşünmek istememiştim diyelim. Ancak spikerin maç boyu yaptığı vurgulardan sonra hiçbir şüphemiz kalmadı. “Beşiktaş’ın bu futbolcuya dikkat etmesi gerekecek” buyurdu spiker Edin Dzeko topu ağlara yolladığında. Mustafa Denizli’nin bunu öğrendiği iyi oldu. Hatta Matteo Ferrari de eşi dostu toplayıp ekran başına geçmiş, o da çok müteşekkir olmuş, selam söylüyor. Ne yaptığınızı sanıyorsunuz arkadaşım? Amme hizmeti mi olmuş oluyor bu şimdi… Diğer tarafta Spormax de aslında çok ilginç olmayan bir tercih yapıyor, en azından artık ilginç gelmiyor bizlere. Ben şikayetçi olmam Manchester United’ı izlemekten… Ancak genelde Sky Sports’a sadık kalan kanalın Şampiyonlar Ligi’ndeki temsilcimiz Beşiktaş’ın rakibi -unvana bak, hizaya gel- Manchester United’ın Tuncaylı Stoke City karşısına çıktığı maç şeklinde pazarlanacak bir maçı kaçırmak istememesi onların da çok farklı olmadığının göstergesi. Yine de sınırları olan bir kuruluş… Tuncay Şanlı’nın oynamayacağı herkes tarafından bilinen dandik bir Middlesbrough maçı uğruna Kuzey Londra derbisini satabilecek seviyeye gelmeleri pek mümkün değil. FOX bunu yaptı.


Bundesliga’ya geri dönelim. İlk haftalarda birinci kanalından Bundesliga yayınlayan TRT, bir haftayı tek maçla geçtikten sonra bahane olarak Ramazan ayını ve iftar programlarını göstermişti. Ülkenin hassasiyetlerini iyi biliyorlar en azından. Ramazan bitti, hala birinci kanala geri dönmediler. Üçüncü kanalda da böyle yarım yamalak işliyor işte düzen. Reyting getirmediğini görmüş olabilirler mi diye düşünüyorum da… Öncelikle devlet kanalı olarak birincil amacın reyting toplamak değil sporu sevdirmek olmalı. Tabi bu spikerlerle olabilecek bir iş değil. Çok merak ediyorum memlekette geçen sezonki Bundesliga izlenme oranlarıyla, bu sezonkiler arasında nasıl bir fark var. Ülkenin en ücra köşesine elektrikten, sudan önce gitmiş TRT’nin burada da büyük bir fark yediğini tahmin etmek güç değil tüm avantajlarına rağmen. Kanal 24 bu işin tanrısı falan değildi, ancak lütfedip de her hafta 3-4 maç yayınlıyorlardı. Cuma gecesi oturup Karlsruhe-Bielefeld gibi absürd bir maçı izlediğimi hatırlarım. Çok gurur duyduğum bir karar değildi ama İstanbul’un göbeğindeki ben birçok alternatif arasından bu maçı seçiyorsam mutlaka alıcısı vardır bu ligin. Sadece hayattan bezdirmeyen bir çift spiker lazım bize, biraz da birikimi falan olsun. En azından izleyiciye saygısı olsun, Matthias Scherz’in jübilesinde söz konusu oyuncu saha kenarına gelince “Evet Köln’de erken bir oyuncu değişikliği hazırlığı var” demesin. Bu da oldu.

Belki ortalama bir spor adamından Ruhr derbisinin içeriği hakkında çok fazla şey bilmesini beklemek haksızlık olacaktır. Lisede arkadaşımın öğrenci değişimi programıyla Dortmund’dan getirdiği bir Alman bana Schalke 04 ile nasıl dalga geçtikleri konusunda uzunca bir nutukta bulunmasa ben de belki bu boyutta bir tepkiyi yersiz bulacaktım, ancak bu derbinin varlığından haberdar olur ve Wolfsburg-Hannover maçına her halükarda tercih ederdim yine de.


Nord-Süd Gipfel olarak bilinen ve mazisinde klasik olmuş maçları barındıran Hamburg-Bayern maçı yerine Türkiye’de buz hokeyi hakkında konuşan birkaç bıyıklı amcayı görmek de çok şaşırtmadı beni haliyle. Belki çok önemli yaralara parmak basıyorlardı, ama başka zaman mı yoktu. Ben izleyemedim evde bağlantı sorunları nedeniyle, fakat çok da sağlam maç olmuş yine. Bu rekabetin parçası olmuş Kevin Keegan’a, Franz Beckenbauer’e, Felix Magath’a ve belki de en kritik gole imza atan Patrik Andersson’a saygı duruşunda bulunmuş her iki taraftaki oyuncular da. Bavyeralılar üst üste altıncı kez bir Hamburg maçından galibiyetsiz ayrılmak durumunda kalmış Mladen Petric sahneye çıkınca. Petric-Zidan takası da bu ligin dengeleri için önemli bir takas oldu hakikaten, finansal bir hamle gibi gözüktüğünden Jürgen Klopp’u suçlayamıyorum burada da… Onlar da yüzüncü yıllarına kötü bir giriş yaptılar. Hertha Berlin’den sonraki en büyük düş kırıklığını onlar yarattı sanıyorum.

Hamburg-Bayern rekabeti için blog arşivine göz gezdirdiğimde de şurada yazılı aşağıdaki satırları gördüm. Olacaklar o kadar belliymiş ki aslında…

“Bundesliga bu akşam başlıyor. NTV’nin bu lige sahip çıkıp, Bundesliga’yı TRT’nin elinden kurtarmasına çok sevinmiştim. Biraz üvey evlat muamelesi gördü uzunca bir süre ama, NTVSpor’un yayın hayatına başlamasıyla her hafta en az iki maçı izleyebiliyorduk. Bu sene ise NTV eskilerinden Serkan Korkmaz’ın yönetimindeki Kanal 24 spor ekibi almış sanıyorum yayın haklarını. Yayın akışında herhangi bir maçı göremedim ama eğer doğruysa teşekkür etmek lazım, Bundesliga’yı öksüz bırakmadıkları için.”

Sözün bittiği yer. Diğer liglerde de güzel maçlar vardı ve bunlardan bahsetmek istiyordum zaman aşımına uğramadan. Ama keyif kaçıran bir durum. Önümüze koyulanı yemeye devam edeceksek ve “Erdoğan Arıkan çok sevimli adam, her e-postaya da cevap veriyor” mantığıyla hareket edeceksek durum kısa vadede değişmeyecek gibi. En azından hala birkaç kurtarılmış alan var medyada da. Roll kapanmasın!


Almanya’dan gitmişken Mısır’da U20 takımı ile dikkatimizi cezbeden iki Türk asıllı elemanın da adını geçirmiş olalım bu yazıda. Kayserispor’dan Semih Aydilek ABD maçına ilk onbirde başlarken, penaltıyı da gole çevirdi. Maç boyunca da averajın üstünde bir oyun ortaya koydu. Oyuna sonradan giren Bursaspor topçusu Cihan Kaptan daha da etkileyiciydi. Topla ilk buluşması aynı zamanda üçüncü golün asisti oldu, geri kalan 20 dakikada da fark yarattığını söyleyebiliriz. Ertuğrul Sağlam bu çocuğa daha fazla şans verecektir. Horst Hrubesch’in bu turnuva öncesi Bundesliga teknik adamlarından veto yediğini ve bu oyuncuların mevcut rollerini eksik bir Alman milli takımında alabildiğini de eklemek lazım. Mesut Özil seviyesinde falan oyuncular değiller kesinlikle.

Gül Döktüm Yollarına


Bu yaz Bundesliga’yla çok fazla ilgilenemedik. Hele geçen ölü sezonda yazdıklarımızı bir gözümüzün önüne getirince, bu daha net ortaya çıkıyor. Bugün bir ön inceleme yazısı yazma niyetim vardı, ancak yarına sarkma ihtimali belirdi ve vazgeçtim. Haftasonu XVI. batug.com Basketbol Günleri için Bilecik’te bulunacağız zira… Ben de kendim yazı yazamıyorsam, bundesliga.de sitesinde rastladığım Jürgen Klopp röportajını dilimize çevireyim dedim. Mevcut antrenörler arasında açık ara en beğendiğim isimdir kendileri. Bu arada Almanca köreldi, şimdiden özür dileyelim hatalar için. Wahrig küflenmediyse onu mu çıkarsak? Neyse paniğe gerek yok zaten mot à mot çeviri yapmayacağım.


Dietmar Nolte: Yeni sezonun başlangıcında ilk hafta karşılaşmasında cumartesi günü 1. FC Köln’ü Dortmund’da ağırlayacaksınız. Rakibinizi nasıl değerlendireceksiniz?

Jürgen Klopp: Köln Maniche’i getirdi, Elano için de uzunca bir süre önemli adaylardan biri olarak kaldılar ki bunu başarmaları bile harikaydı. Belki bir yerlerde petrol buldu Köln takımı. Novakovic, Podolski, Maniche, Petit… Bu isimleri kadrosunda bulunduran bir takım Europa League için ciddi bir aday değilse, ben de bir şey bilmiyorum.

DN: Sizin takımınız da o adaylardan biri mi?

JK: Kamuoyunda bizim de mutlaka Europa League bileti almamız gerektiği yönünde bir düşünce var. Ama takımımız için birçok şey değişirken bunu söylemek saçma. Yine de oyuncularımızı burada tutacak potansiyele sahibiz ve en önemlisi bunu bir şampiyonluk garantisi vermeden yapabiliyoruz. Böyle bir dönem açıkça gül bahçelerindeki bir geleceğin başlangıcı gibi gözüküyor. Bunu çok heyecan verici bir deneyim olarak görüyorum, o günleri de yaşayabilmeliyiz.


DN: Bir önceki seneye dönecek olursak, takımla ilk sezonunuzda hangi beklentilerle göreve başlamıştınız?

JK: Doğrusunu söylemek gerekirse o dönemle ilgili hemen hemen hiçbir şeyi tamamıyla hatırlayamıyorum. Zira o günden bugüne çok fazla şey yaşandı. Tek bildiğim, Dortmund’da görev yapacak olmak beni sevindirmişti. Mainz ile geçen 18 yıl sonrası buradaki görev altın avını andırıyordu biraz. Ama aynı zamanda burada da birçok açıdan alışık olduğum bir görevi yürütüyordum.

DN: İkinci yarıdaki müthiş formunuz sırasında her şeyin gerçek olduğuna inanmakta zorlandığınız oldu mu?

JK: O dönem gerçekten de güzel bir dönemdi ama her zaman her şeyi elde edilebilir görüyorduk. Yani içinde bulunduğumuz duruma inanmakta zorlandık dersem yalan söylemiş olurum. Üst üste alınan yedi galibiyet bile bizim için çok özel bir başarı değildi. Kimse bize 100 yıllık BVB tarihinde bunun asla başarılmamış bir şey olduğunu söylemedi. Dolayısıyla biz de bunun ne kadar alışılmadık bir şey olduğunu düşünmedik hiçbir zaman.


DN: Peki Gladbach deplasmanında Europa League hayallerinizden sapmanıza yol açan o maçın düşüncesiyle kaç kere terler içinde uyandınız?

JK: Tabi ki belli bir süre boyunca kafam sürekli bu maçtaydı. Her ne kadar maçtan önce böyle bir kaybın gayet mümkün olduğunu düşünmüş olsam da, sonrasında bir hayal kırıklığı yaşadım. Frankfurt’ta bayrağını kaldırmayan yardımcı hakemi düşündükçe bu hislerden kendimi alamıyorum. Çok fahiş bir hataydı bu! Ama daha sonra bunları aştık ve Hamburg’un Europa League maçlarını televizyonun karşısında ağlayarak izlerken bulamayacaksınız beni.

DN: Ama böyle bir katılımın kasaya getirileri de BVB için çok iyi olurdu.

JK: Sorun da tam olarak bu! Geçen sezondan hoşnut kalmayan kimseyi bulamazsınız, çok spektaküler bir yıl geçirdik. Fakat Avrupa biletini elde edememiş olmamız finansal bir problem anlamına da geliyor. Biz gelecekte Borussia’nın tekrar başka seçeneklere sahip olacağı yönünde endişe duyması gereken jenerasyonuz.


DN: Oyuncular takımın finansal açıdan daha güçlü ve bireysel açıdan daha kaliteli kadrolara sahip kulüplerle mücadele ettiği gerçeğine nasıl tepki gösteriyor?

JK: Sürekli daha iyisini yapmak zorundasınız ve bunu rakiplerinizden daha doğru biçimde yapmalısınız. Ama ligde yaşananlar gerçekten inanılmaz boyutlarda. Örnek vermem gerekirse, Hamburg’un sahaya nasıl dizildiğini görünce… Bu yüzden belli bir sırayı hedef olarak koymuyoruz şu aşamada. Ama bununla birlikte maksimumumuza ulaşmak istiyoruz. Ve her ne kadar kulağa hastalıklı bir düşüncenin ürünü gibi gelse de, her gün oyuncularımızdan ellerinden gelenin en iyisini vermelerini bekliyoruz.

DN: Signal Iduna Park’taki açık tribün, yani “Gelbe Wand”, sizin tarafınızdan da defalarca övüldü. İşler kötüye gittiğinde böyle bir tribün problem haline gelebilir mi?

JK: Bence sorudaki yaklaşım doğru bir yaklaşım değil. Bizim görevimiz insanları söylemlerimizle, kendi stadyumundaki 80 bin kişilik bir kalabalığın çok büyük bir avantaj olacağına ikna etmek. Zaman zaman işler kontrolden çıksa bile bu görmezden gelinebilir. Biz doğru bir şekilde sahaya çıktığımız sürece o 80 bin kişilik kalabalık her zaman bir artı değer olacaktır.


DN: Dortmund taraftarıyla geldiğiniz ilk günden bu yana çok özel bir ilişkiniz var. Taraftarın çok sevdiği bir başka isim Alex Frei’ın takımdan ayrılması ilk kıvılcım olabilir mi?

JK: Kimsenin böyle endişeleri olmamalı. Alex Frei ne beni istemediği için ayrıldı, ne de ben onu istemediğim için. Bunun dışında tüm yazılanlar aptalca ve zorlamadır. Uzun vadeli ve mantık gözeten bir çalışma içerisindeyseniz, gelecek sene ile de ilgilenmek zorundasınız. Bunu ne yazık ki tüm meslektaşlarım yapmıyor. Kovulmaktan korkan bir antrenörün takımda dokunacağı son kişi takımın santrforudur. Ama uzun vadeli planlarımda benim farklı davranmam gerekiyordu.

DN: Uzun vadeli demişken, Nuri Şahin ile de uzun vadeli bir sözleşme yaptı BVB. Kendisi geçen sene takımı taşıyan oyunculardan biri haline geldi. Nuri’nin gösterdiği bu evrilme sizi şaşırttı mı?

JK: Ben buraya geldiğimde fiziken çok da iyi bir yapıda değildi. Ama şu anda söylemem gerekir ki, o zamanki Nuri ile bugünkü Nuri kıyas kabul etmez. Büyük saçmalık olur böyle bir karşılaştırma yapmak. Kendisini bulduğuna ve şu anda tamamen kararlı bir yapıda olduğuna inanıyorum. 20 yaşında olmasına rağmen olağan dışı bir oyuncu olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden kendisini beş kişilik kaptanlar heyetinin bir parçası yaptım.


DN: Çetin bir forma savaşına sahne olan BVB kadrosunda sağlıklı olduğu sürece oynayacak belki de tek isim Sebastian Kehl. Sizce milli takıma yeniden çağrılması mümkün olabilir mi?

JK: Şu ana kadar Löw göreve başladığından beri ilk onbire giren yeni bir isim olmamıştı. Ancak Löw milli takımdaki “Erbhof” uygulamasını kaldırdı ve kadroları oyuncuların performanslarına göre şekillendireceğini göstermiş oldu. Sebastian Kehl’in iyi zamanlarında Almanya’nın en iyi defansif orta sahalarından biri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu yeteneğin milli takım davetiyle sonuçlanması benimle çok az alakalı, Jogi Löw ile biraz daha fazla. Fakat en çok da Sebastian’ın kendisiyle alakalı.

DN: Şimdi biraz daha ileriye bakalım. Sezonun başlangıç safhasında Real Madrid ile 19 Ağustos’ta bir dostluk maçı yapacaksınız ve bizim için çok özel bir ziyafet anlamına gelecek bu karşılaşma.

JK: Kesinlikle büyük bir olay. BVB’nin 100. yıldönümünü kutladığı bu özel yıla yakışan çok özel bir karşılaşma olacak şüphesiz. Bu maçın sportif yararları olacağı da açık, bunlarla ben ilgileneceğim. Oyuncularımın bu güzel kapışmanın tadını çıkarmasını istiyorum öncelikle. Ama futbolun tadı ancak ve ancak güzel oynandığı zaman çıkarılır. Biz de çocuklarımızın evlerine beyaz formaları temiz bir biçimde dönmesi için uğraşmayacağız bu yüzden. İsterlerse oyuncularım bu maça kişisel Şampiyonlar Ligi maçları olarak yaklaşabilirler ve o seviyeden ne kadar uzakta olduklarını da tecrübe edebilirler.

Köln Preview Oldu Bu


Futbol sezonunun açılmasına kısa bir süre kaldı, hatta ön eleme macerası da başlıyor ufak ufak… Önemli hazırlık turnuvaları var önümüzdeki günlerde düzenlenecek. Zaten onları geçmiştik şu yazıda… Peace Cup bugün gayet sönük bir karşılaşmayla başlamış, kupayı hangi kanal verecek ondan da haberim yok. Haberim olmadığına göre Futbol Smart falan olması kuvvetle muhtemel. Bu gece biraz Wembley Cup yaptım, ama Barcelona’nın kadrosu tatmin etmedi pek. Gerçi fena adamlar yoktu kadroda ama Barcelona bizi şımarttı belki de… Ben daha çok Matthias Scherz’in jübilesiyle ilgilendim. 10 yıl boyunca 1. FC Köln için ter döken oyuncu için güzel bir veda organize edilmiş, Bayern München gibi bir kulüp yakasından tutulup getirilmiş. Her ne kadar TRT’de maçı anlatan spiker arkadaşımız talihsiz biçimde Scherz’in oyundan alınışını ‘erken bir değişiklik’ olarak nitelemiş olsa da karşılaşma bir jübilenin parçasıydı, evet.


Köln, Christoph Daum şokunu üzerinden çabuk atlatıp fena olmayan transferler yaptı. Ancak Zvonimir Soldo için bir gömlek büyük gelebilir Bundesliga arenası. Bugün Scherz Geißböcke için son kez sahaya çıkarken, yerini aslında oldukça benzer bir karakteristik taşıyan 24 yaşındaki Sebastian Freis’a bıraktı. Freis, 2005 yılında Hollanda’daki U20 Dünya Şampiyonası’nda Rene Adler, Marcell Jansen, Christian Gentner, Andreas Ottl gibi oyuncuların bulunduğu kadroda zaman zaman forma giyiyordu zaten. Yani Alman futbol dünyası için keşfedilmemiş bir yetenek olmaktan uzaktı. Fakat asıl kendini göstermesini sağlayan, kulübü Karlsruhe’nin 1. Bundesliga’ya yükselmesi sonrasındaki iyi performansı oldu. Bence Köln taraftarının da seveceği bir adam olacaktır. Lukas Podolski ile ideal forvet ikilisini oluşturması kolay değil, Prinz Poldi’nin RheinEnergie Stadion’da yedek kalması hiç ama hiç kolay değil. Milivoje Novakovic ve Wilfried Sanou gibi isimlerle forma mücadelesi içerisinde olacaktır. Geçen sezon Karlsruhe’nin her maçında bir şekilde forma şansı buldu ve 2 Bundesliga sezonunda toplam 17 gol kaydetti Freis. Şu an için ideal ikili Novakovic-Podolski gibi gözüküyor fakat bir gözünüz de bu çocukta olsun.


Takımın bu iki forvet oyuncusunun yanında bir diğer transferi de Maniche ki ona olan ilgi Poldi’nin yakınından geçmese de çok önemli bir transfer. Porto’da Jose Mourinho’nun parlattığı adamlardan biriydi ve Euro 2004 ile birlikte değeri de tavan yapınca Moskova aktarmalı olarak Chelsea’nin yolunu tuttu o da. Pek bir başarı hikayesi olarak değerlendiremeyeceğiz o yolculuğunu. Atletico Madrid’de ve kiralık olarak gittiği Inter’de de beklentilerin içini dolduramadı hiçbir zaman tam olarak. Kulüp takımlarında başarılı olup, bunu uluslararası arenaya taşıyamayan çok yıldız gördük. Maniche’de bu işleyişin biraz daha farklı tecelli ettiğini söyleyebiliriz. Petit’nin yanında oynamak üzere Köln’e gelmiş olması onun için şüphesiz ki bir avantaj. Maniche-Petit orta ikilisi de Bundesliga’nın en çetin tandemlerinden biri olacak gibi görünüyor. Tabi bu ikili istikrarı sağlayabilirse… Kanatlarda ise teknik adamlar için çok arzulanan bir formül olmasa da, Adil Chihi ve Freis gibi forvet orijinli oyuncuları kullanmak makul gözüküyor kadro yapısı ele alındığında. Tabi Soldo bizim için de yeni bir tecrübe olacak. Bugün denemedi ama ortayı üçleyip, Bayern karşısında fena gözükmeyen Derek Boateng ile baskısıyla öldüren bir takım oluşturabilir. Pas mahareti yüksek Fabrice Ehret ile daha dinamik bir orta saha da yine ihtimaller dahilinde algılanabilir. Ama ben sağ kanattaki Chihi’nin bu takımın yaratıcılık anlamında sahaya bir şeyler koyabilmesi için gereklilik olduğunu düşünüyorum.


Soldo kariyeri boyunca akıllı bir oyuncu olarak ün yaptı. İstikrarlı ve soğukkanlı bir adamdı, yıllarca Stuttgart forması giydi ve orada bir yabancı olarak kaptanlık mertebesine de ulaştı. Ama antrenörlük becerileri noktasında birkaç genç takım deneyimi dışında bir veri yok elimizde. Belki biraz da Dinamo Zagreb… Elindeki kadronun da çok geniş olduğunu söyleyemeyiz. Daum geçen sene ligin yeni ekibine tehlikeden oldukça uzak bir sezon geçirterek takdir toplamıştı. Hem de elinde Poldi ve Maniche gibi top-level oyuncular bulundurmadan… Bu oyuncular geldi, giden isimler arasında tek elle tutulur oyuncu gibi gözüken Nemanja Vucicevic’in yerinin de Chihi’nin gelişimi ya da Freis’ın o bölgede kullanılmasıyla doldurulması olası gözüküyor. Ama geçen sezonu bir şekilde sonuna kadar götüren savunma hattı, ligin en güven verenlerinden değildi açıkçası… Buraya bir takviye gayet iyi olurdu. Gerçi ben yine Hollanda’daki turnuvada çok beğendiğim Marvin Matip’ten bu sezon da bir patlama bekliyorum. Bu sezon da! Hadi bakalım.


Soldo’nun elinde kadro konusunda çok alternatif olmadığından bahsettik. Bugün de her birinin kendisinde olması için ayrı ayrı dua edeceği Bayern yedekleri vardı karşısında. İlk dakikadan itibaren iyi niyetli bir oyun oynadılar, ancak Maniche’in de bulunmadığı ilk onbirleriyle orta sahayı kontrolleri altına almaları bir türlü gerçekleşmedi. Bayern’in rölantide götürdüğü maç bir kontraatak golü, bir de köşe vuruşu organizasyonu ile 2-0’a bağlandı. Ama Köln fena sinyaller vermedi. Poldi’nin egosunun burada soruna yol açacağını sanmıyorum. Çünkü Domstadt için öyle bir oyuncu ki, ilk antrenmanı 20 bin kişi tarafından seyrediliyor, 4 adet bodyguard kendisine eşlik ediyor. Kulübün transferi finanse etmek için başvurduğu yol Podolski’nin resmini içeren bir web sayfasını piksel başına fiyatlandırarak satmak. Daha ilginci bu pikselleri satın alanlar arasında şirketler dışında bireysel alıcılara da rastlıyoruz. Bir amca Poldi’nin hayranı olan liseli kızına doğum günü hediyesi olarak almıştı mesela. Bizdeki küçük Cenk Akyol hayranlarının bir karşılığı, ama ona göre daha büyük bir fenomen Podolski. Kendisini sahada görmek de mümkün Cenk’ten farklı olarak tabi. Avrupa’dan teklifler aldığı sır değil Podolski’nin, bunların Köln’ün mütevazı teklifinden çok yukarılarda olduğu da söyleniyordu. Ama bu arka planı düşününce Poldi’nin kariyerini ayağa kaldırmak için Köln’ü seçmiş olmasının yadırganacak bir tarafı yok.


Not 1: Ben bu yazıya girizgahı yaparken, biraz Köln-Bayern maçından bahsederim, oradan diğer hazırlık turnuvalarına girer Lyon ve Porto’nun yeni transferlerine değinirim diyordum. Hatta bağlantıyı kotarabilsem Andre Miller ile bitirecektim. Ortaya nasıl bir şey çıktı… Pritch-Slap sezonu tatsız geçti bu yaz Portland adına. Yazarız onun hakkında da bir şeyler.

Not 2: Köln’ün bu sezon için hazırladığı kırmızı formaları beğenmiştim, bugün sahaya çıktıkları lacivert formada detay olarak düşünülmüş figür formanın önüne çıkmış, açıkçası içine de etmiş. Gözünüzü seveyim, kişilikli forma yapacağım derken en azından giyilebilecek bir şey bırakın taraftara. Tabi Reebok sana diyorum, Adidas sen anla… Bir de uzun uzun konsepti anlatıyorlar. Yok efendim, beyaz formayı Kartal pençelemiş, Wolverine çizmiş falan da filan. Çubuklu formayı bu sene stadyum önünde mevzilenen adamlardan almayı düşünüyorum, onlar Türk bayrağı da koyuyordu zaten. Tabi cidden düşünmüyorum bunu, ama bu sene ilk kez alana hak veririm… Neyse son iki yazıda da bolca salladık, en azından şu yazıyı celallenmeden nihayetlendirelim.

Not 3: Ümit Özat’ın bu sezon yardımcı antrenör Michael Henke’nin yardımcısı olarak oyunculuk sonrası kariyerine adım atacağını da hatırlatalım ve kendisini de tebrik edelim. Biliyorum, burayı okuyor. Ümit Özat bir başka ya!

Bundesliga Kevin James Demiş

Bundesliga’nın resmi sitesi her takımdan birer oyuncuya televizyon alışkanlıklarını sormuş, aslında çok da cazip isimler seçilmemiş gibi. Ama dilimize çevireyim dedim bu nadide eseri. Daha ciddi halini okumak isteyen veya Almanca konusunda meydan okuyanları sükunete davet eder, ilgili yere yönlendiririm. Marko Marin’in oyun zekasına saygı duymaya devam edeceğim de, hiç yakışmamış. Alkışlar Patrick Owomoyela için… Sandıktan “The King of Queens” çıkması da ilginç. Ben de severim ama denk geldikçe izlenir yani, Nico Bungert ne yaptın hoca?

Marcel Schäfer (VfL Wolfsburg): “Maç izlemiyorsam eğer, RTL ‘Prison Break’ veriyor ona bakıyorum. Çok güzel, çok…”

Philipp Lahm (Bayern München): “Ajansları sesliyorum n-tv’de. 25 yaşındaki bir insanın bedenini ele geçirmiş 70 yaşında bir ruhum aslında, çok fena. Bizimkinde bir Banu Güven bile yok, varsa yoksa Duygu Canbaş-Erhan Ertürk ikilisiyle sabah ereksiyonu.”

Ludovic Magnin (VfB Stuttgart): “İflah olmaz bir çirkef gibi görünebilirim size, ancak tam bir aile babasıyım. Çocuklarımla birlikte ‘SpongeBob Squarepants’ izlerim içimdeki Harun Erdenay’a engel olamayıp.”

Marc Stein (Hertha BSC): “Premiere’deki filmleri izlerim denk geldikçe. ‘Deutschland sucht den Superstar’ ile birlikte ben de Almanya’nın yeni yıldızını ararım. Televizyonun karşısına geçer, çiğdem çitler, bakalım bu hafta kim elenecek diye tarifsiz meraklara sararım. Bu arada evet, isim benzerliği.”

Dennis Aogo (Hamburger SV): “MTV Cribs, yo nigga!”

Patrick Owomoyela (Borussia Dortmund): “‘TV Total’, ‘CSI Miami’, ‘House MD’. Bu üçünü izlerim gerne.”

Sejad Salihovic (1899 Hoffenheim): “ProSieben’da ‘Comedystreet’ var. Almanca yetersiz ne yapalım, biz de veriyoruz görsel mizahı. Şakala beni Mustafa Karadeniz!”


Benedikt Höwedes (FC Schalke 04): “Yetenek yoksunu bir stoper olabilirim, ama en azından ‘Popstar’ falan da izlemiyorum. Favori dizim ‘Scrubs’. ‘Lost’ da gider.”

Tranquillo Barnetta (Bayer Leverkusen): “Bir nevi Digiturk olan Premiere’nin en sağlam paketine aboneyim. NDR’deki talk-showları izlerim, siyasi gündemi de takip ederim ehemehe.”

Peter Niemeyer (Werder Bremen): “Çok ilginç bir kişiliğim aslında ben de, Türkiye’de yaşasam ‘Yemekteyiz’ izlerdim heralde sabahtan akşama. Burada da ‘Gute Zeiten Schlechte Zeiten’ var, iş görüyor. Bir bölümü kaçırırsam, soyunma odasında başının etini yerim Torsten [Frings]’in falan. Gizli eşcinsel olabilirim, Naldo’ya karşı boş değilim.”

Sergio Pinto (Hannover 96): “Favorim kesinlikle ‘Prison Break’. Yoğun aile içi bağları akıl almaz bir gerilim ve aksiyon ile süsleyen çok katmanlı bir… Önümüzdeki maçlara bakacağız.”

Marvin Matip (1. FC Köln): “’24’, ‘The King of Queens’, ‘Lost’. Ay lav sienbisi e… Fenerbahçe, antrenörümüzü çaldın pis kulüp. Zvonimir Soldo ne lan?”

Marco Russ (Eintracht Frankfurt): “‘Schlag den Raab’ seviyorum. Siz tanımazsınız tabi Stefan Raab’ı. Bir nevi Conan O’Brien’dır, Jay Leno’dur burada. Candır yani, yazın bir kenara…”

Dennis Grote (VfL Bochum): “Hangi FM’de çok iyiydi lan benim özelliklerim? Televizyon mu demiştin? ‘Prison Break’. Adamlar yapmış arkadaş. Ben ki bir dizi izlerken bir sonraki bölümde neler olacağını istisnasız tahmin edebilmemle bilinirim, yok yani olmuyor burada. Helal olsun!”

Marko Marin (Borussia Mönchengladbach): “‘Deutschland sucht den Superstar’ -çok eğleniyorum- ve ‘Wer wird Millionär’ -süperim, katılsam 16 milyar garanti yalanı- favorilerim. Evet, çekirdek ekolü.”


Maximilian Mehring (SC Freiburg): “1. Bundesliga’ya çıktık ve bu sefer kalıcı olacağız. Uli Göppert‘e de selam olsun, Google aramalarında ilk sayfadan Numaraiki fırlasın. Televizyon dersen, ‘The King of Queens’ seviyorum ben de. ‘Two And A Half Men’ ve ‘Prison Break’ de honorable mention olsun.”

Nico Bungert (1. FSV Mainz 05): “Kim ki ben? ‘The King of Queens’ seviyorum ama ben de, hatta her bölümünü en ince ayrıntısına kadar biliyorum, türlü trivialarda Rheinland-Pfalz birinciliklerim var. Öyle bir psikopatım.”

Raphael Schäfer (1. FC Nürnberg): “Niye bana sordu ki şimdi? Kaleci adamız açık vermemek lazım. Yok, size söylemedim. Diğerleri ne demiş ki acaba? Dur şurada bir sürü kağıt var, laf kalabalığına getirip bakmak lazım onlara… ‘The King of Queens’ diyeceğim sanırım.”

Transfer Dönemi Lakırtıları


Sevgili blog okuyucuları, öncelikle sizden uzun bir süre uzak kaldığım için özür dileyerek başlamak istiyorum yazıya. Önce bir türlü atlatamadığım hastalığım, sonra da sınav haftası derken buraları boşladım, farkındayım. Benim olmadığım dönemlerde burayı boş bırakmayan ağabeylerime de teşekkürü borç bilirim. Başlayalım:

– Bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’nin Mehmet Topuz’u bitirdiğine ne kadar sevindim anlatamam arkadaş. Mehmet Topuz’u ikisi Galatasaray, birisi Eskişehirspor’a karşı olmak üzere üç defa izledim. Bu kadar etliye sütlüye dokunmayan, bu kadar kaçak güreşen bir adam daha görmedim ben. Örneğin Eskişehirspor maçında sahanın durumu iyi değildi, büyük bir bölümünde çamur vardı sahanın. Kayserispor maça beyaz formayla çıktı ve son düdük çaldığında Topuz o beyaz formayla aynen içeri girdi. Christoph Daum “Savaşan takım yaratacağım” diyor, anlaşılan ilk isimlerden biri Mehmet Topuz. Bu ne perhiz be hocam?

– Daum demişken, Samet Aybaba efsanesini atlarsak olmaz. Bundan yıllar önce Daum’un kokain kullandığını, bu yüzden Fenerbahçe gibi bir kulüpte görev yapmaması gerektiğini yine kendisi gibi bir yorumcuyla tartışırken “Ama hocam koko?” tepkisiyle adını Türk spor basını tarihine yazdırmıştır Samet Aybaba. Saygıyla anıyoruz…


– Eskişehirspor’da büyük ihtimal Youla-Batuhan ikilisi gelecek sezon da takımla olacak. Batuhan Karadeniz, her ne kadar 10 Avrupa kulübünden teklif aldığını ve bunların 1.5 trilyon verdiğini, 1.4 trilyon verilirse takımında kalacağını ancak şu an için net bir şey olmadığını söylese de kulağıma o işin bittiği söylentisi geldi. Eskişehirspor yönetiminin maddi olarak zorda olduğu bu dönemlerde 1.4 trilyon gayet iyi paradır, öpsün de başına koysun. Souleymane Youla zaten burayı çok seven ve sevilen de bir adam. Kalacağı sezon ortasından itibaren belliydi. Yalnız kendisi çok çapkınmış diyorlar. Tekrar Es-Es’e dönmek gerekirse, Engin Baytar’ı Trabzonspor’un ciddi olarak istediğini de duydum. Taraftarlar tarafından “Deli Engin” lakabını alan ve kaldığı yarım sezonda yemediği bok kalmayan Engin’in yolunun açık olmasını diliyorum.

– İsmail Köybaşı’nı alan takım 10 sene sol bek sıkıntısı çekmez, bu kadar net. Yine ilk devrenin son maçı olan Eskişehirspor maçında izledim adamı, son 10 dakikada iki defa kaleciyle karşı karşıya kaldı. Ben hayatımda bu yaşta bu kadar oyunun içinde olan, bu kadar futbol bilgisi üst düzey olan bir adam görmedim. Galatasaray’da görmeyi çok isterim.


– Demin NTVSpor.net’e göz gezdirirken gördüm de, adamım Danijel Pranjic Bayern München’la anlaşmış. Yıllardır Avrupa’nın üst sınıf takımlarından birinde görmek istediğim adamı Bayern’de görmek mutluluk verdi bana. Klose-Toni ikilisine sahip olmalarına rağmen, Mario Gomez ve Ivica Olic’i de kadrosuna katan Bayern’in, bu sezon kaçan şampiyonluktan sonra kadrosunu takviye etmesine kimse bir şey diyemez tabi de, bazı bölgeleri de şişirmeye gerek yok. Bana kalırsa Franck Ribery de Madrid’e gidecek zaten, alacaklarsa onun yerine bir adam almayı düşünsünler.

– Madrid demişken, hemen İspanya semalarına kayalım ve düşünelim ki Kaka ve Ribery ile kadrosunu güçlendiren Real Madrid ile, Zlatan Ibrahimovic ya da Karim Benzema ile zaten güçlü olan kadrosunu kusursuza yaklaştıran Barcelona’nın şampiyonluk için yarışını izliyoruz. Of of!

NBA Finals için preview yazmaya başladım ancak bir oraya, bir buraya saldırırken işin içinden çıkamadım. İlk maçtan sonra onu da tamamlarım. Sağlıcakla…

Editörün Notu: Mehmet Topuz’un durumu değişmiş, bize gelmiş galiba ben yayınlayana kadar. Transfer dönemi böyle bir şey, imzayı görmeden hareket edince satırlarca yazı çöpe gidebiliyor…

Bu Maç Evde İzlenir Dedik Dayı – No You Can’t!


İlk golde talihsiz bir biçimde kaleciyi yanıltan müdahaleyi yapan Ivan Radeljic, ikinci yarının başında Daniel Gygax’ın arapasında çaresiz kalınca Christian Eigler farkı ikiye çıkaran golü attı. Aslında Cottbus’un teknik direktörü Bojan Prašnikar maçtan önce takımının son haftaki Leverkusen üçlemesi sonrası güveninin yerinde olduğundan bahsedip duruyordu. Ama maç öncesi bir anda çark edip “Bu maçta gol yememek çok önemli” söylemine döndü. Doğal olarak da Nürnberg gibi güçlü bir orta saha karşısında golün geldiği 13. dakikaya kadar 63% gibi absürd bir topla oynama yüzdesine izin verdiler. Takımın hemen hepsi Balkan orijinli, bu da bana sempatik gelen bir durum… Ama Sloven çalıştırıcı tercihi biraz zorlama bir sinerji arayışı olmuş. Petrik Sander bu takımla daha iyi iş yapıyordu bence. Yine de Prašnikar’ı başarısız saymak haksızlık olur.


60. dakikadan sonra net bir Cottbus baskısı vardı sahada. Stiven Rivic çok yetenekli bir adam, gelse Turkcell Süper Lig’de oynasa sevinirim. Hırvat oyuncunun müthiş dribblingleri ve üstün bir pas yeteneği var. Bugün de Club savunmasını en çok zorlayan isimdi. Ervin Skela ile birlikte bunu yapabilen iki adamdan biriydi de diyebiliriz fazla uzatmadan. Ülkesinin sıradan bir takımından 135 bin euro bonservis bedeliyle alınmış 21 yaşında iken… Kadrodaki diğer isimlerin de transfer hikayesi çok farklı değil. İyi de aynı takım Çağdaş Atan’ı da almış diyebilirsiniz, aslında ilk onbirde düşünülen bir isim değildi öncelikli olarak. Benim forumlarda okuduğum kadarıyla sol bek yedeği olarak düşünülüyordu hücumcu Daniel Ziebig’in arkasında… Bonservis bedeli olmaksızın kadroya katıldığını da hatırlatmak lazım. Gerçi ne zaman izlesem insanlık dışı hareketten ötürü bir sarı kart görüyor, maçın sonunda atılabilirdi de… 2. Bundesliga’ya daha çok yakışacaktır…


İlk paragrafa başladıktan sonra üçüncü gol de geldi, Gerhard Tremmel de kolpalamaya başladı. Son dakikalarda iç sahada 2-0 ya da 3-0 yenilmenin çok da fark etmeyeceğini düşünen Energie yüklendikçe yüklendi, ama golü bulan bir kez daha Isaac Boakye oldu. Telaffuzu da ilginçmiş bu adamın soyadının, Alman spikere güvenmek lazım zira benden iyi “Çağdaş” diyor. Her “Boakye” deyişinde de sayfiye yerinde poğaça satan amcalar geldi aklıma, böyle ciğerden… Maç bitiminde deplasman takımının taraftarı hep bir ağızdan Marek Mintal’in ismini söylüyordu. 31 yaşındaki Slovak oyuncunun takım küme düştüğünde birçok teklifi geri çevirdiği konuşuluyordu, böylece vefasının karşılığını almışa benziyor. 2. Bundesliga’nın açık ara en pahalı, tartışmalı olarak en iyi kadrosu 1. Bundesliga’ya 90 dakika uzaklıkta… Ben Stefan Kuntz eli değmiş K-Town’ı görmek isterdim. Nürnberg ne kadar bu lige aitse, Kaiserslautern de o kadar ait zira…


Mintal de bugün 41/45 isabetli pas oranıyla oynamış, dört kere kaleyi yoklamış. Neyse ne diyordum, bu gece “Patti Smith: Dream of Life” var CNBC-e ekranında. Geçen sene İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim sanırım… Öyle olmalı. Tavsiye edelim, koşarak uzaklaşalım. “Stiven Rivic hakkında ettiğin kadar laf edemiyor musun Patti Smith hakkında” derseniz de susarım en fazla… Spor blogu yazıyoruz canım, lütfen.