Bir rebetiko şarkısı ile dans ederken, müziğin ve ritmin çemberine adım atar ve o demir parmaklıklı kafesin içinde bir zamanlar bu şarkıyı yaşamış adam ve kadının önünde dans edersiniz. Bu dans, müziğin yaydığı kederlerine bir saygı duruşudur.
Category: KİTAP
Enke’yi Neden Özlüyoruz?
Futbolculuk döneminde, özellikle Barcelona deneyimi sonrasında, Robert Enke’nin her zaman en yakınındaki gazeteci olan Ronald Reng trajik ölümüyle hayatına teğet geçtiği her insanı biraz olsun silkelemiş kalecinin biyografisini geçen yaz içerisinde yayınladı. Carlos Tevez’in ‘yaşanacak şehirler’ listesindeki yeni güncellemeleri, Titus Bramble’ın sabıka kaydını ve şöhretin getirileriyle hesaplaşmayı becerememiş bir sürü başkasını dilimize doladığımız futbol dünyasında Enke gibileri özlemek çok yersiz değil. Aşağıda kitaptan bir bölümü alıntıladım. Wahrig sözlüğü çıkarmam gerektiyse bile, Enke için değer…
Eylül 16, 1973
Yaşamının son saatlerinde, derinlere uzanan köylü kökleri sayesinde askerleri, çocukluğunda gelişleri dayanılmaz acının yol açtığı çığlıkların başlayacağı anlamına geldiği için çok ürktüğü ebelere benzetmiş. Bu görüntüler işkence ve Prens’in sadist sırıtışıyla karışmaya başlamış. Ama o zaman bile Victor gelecek umudunu taşıyor, halkın gücünün sonunda bombalarla makineli tüfekleri yeneceğine inanıyormuş… İçinde hala kalan müzikle son dizelere eriştiğinde (‘Ne zor şarkı söylemek, dehşetin şarkısını söylemen gerektiğinde’) bir grup muhafız onu, Ulusal Stadyum’a nakledileceklerden ayırmaya gelmiş. Kağıt parçasını alelacele yanındaki yoldaşa vermiş, o da şaşkınlığına rağmen hızla alıp saklamış. Arkadaşları şiiri spor salonundan dışarı, dünyaya taşıyabilmek için parça parça ezberlemişler. Victor’u bir daha hiç görmemişler.
Turning Japanese
Fujiya & Miyagi 14 Ekim’de Ghetto’da sahne alacak. Söz Simon Reynolds’ta. Dikkat edin, tükürür.
Yazıyı yazarken de inadına Reynolds’ın banka hesaplarını tekrar şekle sokmak adına yaptıkları yeniden bir araya gelme gösterileri nedeniyle ruhunu kaybetmekle suçladığı Pixies’i dinlemekteyim. İmkanım olsa “Doolittle” albümünün yirminci yılını kutladıkları o tura da giderdim sanırım…
And Our Faces, My Heart, Brief as Photos #2
When the Game Was Ours #4
Hazırlık kampındaki ilk haftasında Bird, Cedric Maxwell kendisini ıslıkla “The Great White Hope”tan bölümler çalarak karşıladığında fazla önemsemedi. Bird çocukluk yıllarının tamamında French Lick’teki Valley Springs otelinde çalışan Afro-Amerikan gençlerle birlikte oynamıştı ve ırkları onun için hiçbir zaman bir anlam ifade etmemişti.
“O zamanlar benim için önem arz eden tek şey, en iyi maçı bulabilmek ve böylece oyunumu geliştirmekti,” diyor Bird.
Fakat Amerika’nın geri kalanı aynı derecede açık fikirli sayılmazdı. Magic’e göre o dönemdeki tüm beyaz oyuncular, siyah taraftarlar için sadece yanlı ve çoğunluktaki beyaz medya tarafından şişirilmeleri sayesinde oynamaya devam edebilen bir avuç yeteneksizdi. Siyah oyuncular içinse beyaz taraftarlarda disiplin altına alınamaz ve temel yetileri eksik oyuncular oldukları yönünde bir basmakalıp yerleşmişti. Afro-Amerikanlar’ın oynadığı sokak basketbolunu izlemek için para ödemek istemiyorlardı. Bird ve Magic’in lige dahil oluşu, her iki ırk hakkındaki yanlış önyargıları dağıtma noktasında çok yardımcı oldu.
Magic şehre geldiğinden beri gittiği Crenshaw Bulvarı’ndaki berber dükkanında bir gün, yaşlı müdavimlerin Bird’den bahsettiğini duyunca bir süreliğine afallar. Daha önce onların bir beyaz oyuncunun adını andığını hiç duymamıştır, efsane “Pistol Pete” Maravich dahil…
“Bunu söylemek zorundayım, o beyaz çocukta iş var,” der berberi.
“Son geldiğimde sana bunu söylemiştim.”
“Söyledin, ama Rockets’a karşı finalde yaptığı şovdan önce bunlara kulak asmıyordum. [Moses] Malone’u aptala çevirdi, görmedin mi?”
İddia edilene göre sıfır çevikliğe ve atletizme sahip Bird, bir final serisi sonrasında berber dükkanındaki ihtiyar heyetini kazanmayı başarmıştı. Serbest atış çizgisinden kaçırdığı bir şutunu takip ettikten sonra havada el değiştirip bıraktığı basket bunun için yeterli olmuştu. Bu akrobatik hareket, Boston’ın 1981 şampiyonluğunun imzası haline geldi.
Bundan kısa bir süre sonra, basketbol sahalarında 33 numaralı Bird formasını giymiş azınlıklar belirmeye başladı. Magic bunu ilk gördüğünde şaşırmıştı, biraz da gördüğü yer Los Angeles asfaltları olduğundan… Aynı dönemde [Bob] Lanier da Milwaukee’deki berber dükkanında Bird’ün kararlılığını öven eskilerle karşılaşıyordu.
“Bizim çocukların çoğu sokak basketbolundan geliyordu ve maç sırasında çok fazla ileri geri konuşulurdu,” diye anlatıyor Lanier. “Sonra Bird lige giriş yaptı ve sürekli konuşuyordu. Eğer konuşuyorsan ve sonra sahada o sözlerin hakkını verebiliyorsan, korkulması gereken bir adamsındır. Ve Larry her zaman hakkını verirdi.”
Bird’ün rakiplerini sözleriyle de yenme alışkanlığı, kısa sürede NBA’de herkes tarafından bilinen bir fenomen halini aldı.
Chuck Person çaylak sezonunda Christmas’a bir hafta kala takımı Pacers ile birlikte Boston Garden’a geldiğinde, yılbaşı tebrikleriyle onu bekleyen Bird ile karşılaşır.
(Çevirmen Notu: Person henüz bir çaylak olmasına rağmen, gazetecilere en çok malzeme veren Pacers oyuncusudur. Keskin şutörlüğüne hürmeten “The Rifleman” lakabını almıştır. Maçtan önce gazetecileri karşısında görünce mırıldanmaya başlar: “The Rifleman is coming, and he’s going Bird hunting.”)
“Senin için bir hediyem var,” der maç öncesinde Person’ın yanından geçerken.
İkinci yarının sonlarına doğru Bird çapraza doğru koşusunu yapar ve kenarda oturan Pacers oyuncularının -Person da bu gruba dahil- hemen önünden üçlüğü gönderirken o tarafa doğru döner: “Merry f—ing Christmas!”
Lokavt
– Filtreli Gauloises, lütfen.
– 1.90, lütfen.
– 1.90 mı? Dün 1.70’ti.
– Zam geldi. Her şeyin fiyatı artıyor.
“Bütün bilgeliğimiz aşağılık önyargılardan oluşur; geleneklerimiz kölelik, sınırlama ve baskıdan ibarettir. Uygar insan köle olarak doğar, yaşar ve ölür; doğduğunda kundağa sarılır, öldüğünde tabuta konur. İnsanlığını korudukça, kurumlarımız tarafından zincire vurulur…”
– Seni marullar arasında düşünemiyorum.
– Neden? Ben de seni makineler ve patron müsveddeleri arasında düşünemiyorum. Kutsal işyerinde. Seni yiyip bitiriyorlar Mathilde. Karımı yutuyorlar. Sonunda hepimiz düşmanlarımızın organlarına dönüşüyoruz, onların bağırsaklarına, taşaklarına… Karınları doyunca da, beni sokağa attıkları gibi seni de fırlatıp atacaklar.
– Siz ne iş yaparsınız?
– Ben kol işçisiyim.
– Nasıl yani?
– Kol emeği veya iş de diyebilirsin. Ben emeğim. O yüzden ücretimi ödeyerek beni çalıştırırsın. Üç aydır işsizim. İki çocuğum, bir de evlat edindiğim üçüncüsü var.
– Sen emeksen, ben neyim sana göre?
– Pek o kadar sermayeye benzemiyorsun.
“Evet, bunlar tarihten parçalar. Bunlara ne isim vereceğiz? Saatler mi? Onyıllar mı? Yüzyıllar mı? Bunların hepsi aynı şeydir ve zaman hiç durmaz. Sucuk patates püresi ile birlikte yenir. Zaman sucuk mudur? Darwin öyle düşünüyordu, gerçi sucuğun bir ucundan doldurulan malzeme öteki ucuna değişmişti. Marx günün birinde kimsenin sucuk yemeyeceğini düşünmüştü. Einstein ve Planck sucuğun derisini çıkarttılar ve sucuğun biçimi bozuldu.”
“O evi dolduracak kadar kalabalık değiliz. Bana bir çocuk vermenin zamanı geldi. Boş mekanlardan hoşlanmam. Karnımın boş olmasından, memelerimin boş olmasından hoşlanmıyorum. Fethedilmek, dolup taşmak istiyorum. Mathieu, dokuz ay sonra böyle kocaman olacağım.”
– Kahve içiyorsun… Hadi gel sana viski ısmarlayayım.
– Hayır, teşekkür ederim.
– Hadi! Artık devrimciler bile viski içiyor.
– Eminim ki zengin hippiler için ucuz turlar düzenliyorsundur. Veya Tanrı’yı arıyorsun.
– Buldum bile.
– Neye benziyor?
– O burada. Tanrı, ayakta sevişirken senin kafatasının tepesindeki nilüfer çiçeğini açtıran o sessiz patlamada. Öyle ki sen tohumunu tutup onun belkemiğinden yukarı her şeyi aşarak buraya yükselmesini sağlıyorsun. Büyük boşluğu yaratan bütün enerjilerin bileşkesi, amacı olmayan düşünce.
– Vay be! Kaba deyimiyle ikiye bölen cinsten sikiş desene!
– Politikayla ilgileniyorsunuz.
– Artık politikayla ilgilenmeye değmez.
Paranı hiç harcamazsan,
Arpan kalır her zaman.
Sakin olur hiç yanmazsan,
Mümkün değil kül olman.
Yalarsan tekme atan çizmeyi,
Hissetmezsin boynundaki ipi;
Sürünürsen yerlerde,
Parçalanmazsın hiç değilse.
Peki niye niye niye,
NEREDEN İNANDIN UÇABİLECEĞİNE?
– Peki rulet?
– Rulet mi? Rulet ölüm demek, zamanın duruşu, şans, Allah Baba’nın küçük bir topun içinde uzun beyaz sakalıyla her şeye hakim olduğu tek yer demek.
– Yani rulette kazanıyor musun?
– Hayır, kaybediyorum. Herkes kumarhaneye kaybetmeye gider. Kimse farkında değildir ama, en derin bilinçaltı istekleri kaybeden kişi olmaktır. Gerçek mutluluk her şeyi kaybetmektir.
– Emniyet kemerini bağlamamışsın.
– Sen de. Üstelik sigara da içiyorsun.
– Sigara içmek yasak mı?
– Hayır. Önümüzdeki yıla kadar değil.
– Peki ondan sonraki yıl?
– Ondan sonraki yıl arabadaki radyoyu dinlemeyeceğiz.
– Peki ondan sonraki yıl?
– Ondan sonraki yıl arabada kimse konuşmayacak.
– Peki ondan sonra ne olacak?
– Kimse hayal kurmayacak. Ondan sonra da savaş çıkacak. Daha doğrusu faşizm gelecek.
– Bay Certoux siz misiniz?
– Hayır, ben pislikler kralıyım. Ama isterseniz sizi Bay Certoux’ya götürebilirim.
– Peki.
“Suyun hissettiği bir şey var mıdır? Peki ya kaynıyorsa?”
– Gene geçmiş özlemi. Odun ocağı! Yaşlı insanlar! Bir dahaki sefer buraya at arabasıyla gelirsin herhalde.
– Senin düşünce biçimindeki yanlışlık devrimi gelecek için düşünmen. Devrim geçmişin intikamıdır. Sen şafağı görüyorsun, bense yaşlı bir ağacı. Eee?
“Hiçbir şey olmayacak o, büyük aşk boşluğu, ikiliğin yok edilişi, tekliğe dönüş. Zamanın hem en yoğun olumlanması, hem de olumsuzlanması anında, varlıkla yokluğun birleşiminde meydana geldi o. İkinin bire dönüşmesi; nilüfer çiçeği ile şimşek, vulvayla fallus, sağ elle sol el…”
– Mathilde haklı. Erkek olacak. Adı da Yunus olacak. Mathilde’in balinaya benzediğini düşünmüşümdür hep.
– Balinaya mı! Teşekkür ederim!
– Ruhen demek istiyorum. Sana müthiş bir kompliman yapıyorum. Kimse balinaları herhangi bir şey için suçlayamaz. Mathilde, Yunus geliyor. Bindiğimiz o güzelim aptallar gemisinden düştü. Denize düşünce de sen onu yuttun, çünkü iyi kalplisin. Yunus’un hayatını kurtardın ve şimdi onu dışarı çıkartacaksın. Onu, Yunus’u!
“Ah büyücü Marguerite, ah filozof Marco, ah hırsız Marie, ah keşiş Marcel, ah eski peygamber Max, ah kaçık Madeleine. Dileklerinizi iple bağlamak istiyorum, dağılmasınlar diye. İşe geri dönüyorum. Sömürüye. İpleri bağlayacağım, isteklerinizin alanı birleşecek, kötülüklerden korunacak. Üşüyorum.”
“Yirminci yüzyılda yaşıyorum Yunus. Benden istenen tek şey, her şeyi sessizce kabullenmem. Üretimini yaptığım şeylere dokunamıyorum. Ben kol işçisiyim, bisikletine atlamış giden bir kol işçisi.”
“Bu sabahın erken saatinde hava çok soğuk. Oysa yatağım ne kadar sıcaktı. Oyun daha bitmedi Yunus. Yürümeyi öğreneceğin zamandan başlayalım. Polis ve askerlerin senin gibi binlerce insana ateş ettiği ana gelelim. İlk okuma dersinden son demokratik karara kadar; önemli olan, tehlike ne olursa olsun teslim olmamak.”
“Senin işlerin yolunda gidecek mi? En iyiler sistematik olarak ortadan kaldırılıyor. Şunu söyleyeceğim: Artık hiç kimse bizim adımıza karar veremeyecek. Belki ilk seferde hiçbir şey olmayacak, onuncu seferde bir komite oluşturulacak, yüzüncüde grev olacak ve yüzbirincide senin için başka bir okuma dersi olacak Yunus. Bisikletime atlayıp işe gittiğim günler kadar. Hayır, daha fazla. Ömrümdeki günlerin sayısı kadar.”
ve Alain Tanner
And Our Faces, My Heart, Brief as Photos #1
Der Untergeher #3
“Bir keresinde buz gibi Stefan Katedrali’nde sekiz saat oturup sunağa dikmiş gözlerini, kilise zangocu onu kiliseden şu sözlerle uzaklaştırmış: Bayım, kapanıyor. Dışarı çıkarken zangoca yüz şilin vermiş, acele yapılmış bir davranış Wertheimer’e göre. Stefan Kilisesi’nde ölüm yere düşünceye kadar oturma isteği duymuştum, dedi. Ama başaramadım, bu isteğe karşı duyduğum derin yoğunluğa rağmen. Bunun daha da ötesine geçecek yoğunluğa olanağım olmadı, dedi, zaten isteklerimiz de ancak en yüksek yoğunlukla dilersek yerine gelir. Çocukluğundan beri ölme isteği duymuş, hani denir ya, kendini öldürme isteği, ama hiçbir zaman bu konuda en yüksek yoğunluğu gösterememiş. Daha başlangıçtan beri, aslına her şeyiyle ona iğrenç gelen bir dünyanın içine doğmuş olmakla başa çıkamamış. Büyümüş ve bu ölme isteğinin birden yok olacağına inanmış, ama en yüksek yoğunluğa gene de ulaşamamış, dedi. Sürekli merakım intiharımı engelliyordu, dedi, diye düşündüm. Babamızı bizi döllediği için, anamızı bizi doğurduğu için, kız kardeşimizi de sürekli olarak mutsuzluğumuzun tanığı olduğu için affetmeyiz. Var olmak umutsuzluğa düşmekten başka bir şey değildir ki, dedi. Uyandığımda iğrenerek düşünüyorum kendimi ve başıma geleceklerin hepsi tüylerimi diken diken ediyor. Yattığımda ölmekten, bir daha uyanmamaktan başka bir isteğim olmuyor, ama sonra gene uyanıyorum, ve bu korkunç süreç yineleniyor, yineleniyor sonuçta elli yıl boyunca, dedi. Elli yıl boyunca ölmekten başka bir şey düşünmediğimizi düşünerek gene de yaşıyor olmamız ve bunu tamamen tutarsız olduğumuz için değiştiremememiz, dedi. Çünkü biz kendimiziz acınacak olan, alçağın ta kendisiyiz. Müzik yeteneği yok, diye bağırdı, var olma yeteneği yok! O kadar kendimizi beğenmişiz ki, müzik eğitimiyle olacak bu iş sanıyoruz, oysa yaşama yeteneğimiz bile yok, var olmayı bile beceremiyoruz, çünkü var olmuyoruz bile, var olunuyoruz diye söylendi bir keresinde Währinger Caddesi’nde halimiz kalmayıncaya kadar dört buçuk saat Brigittenau’da dolaşmamızdan sonra. Eskiden gece yarılarını Koralle’de geçirirdik, dedi, artık Kolosseum’a bile gitmiyoruz, dedi, her şey nasıl da tamamen uygunsuzluğa doğru değişti. Bir dostumuz olduğunu sanıyoruz, ama zamanla dostumuz olmadığını görüyoruz, çünkü kesinlikle hiç kimsemiz yok, gerçek bu, dedi.”
YKY, Çeviren: Sezer Duru, s. 36
When the Game Was Ours #3
2.08 boyundaki çaylak [Kevin] McHale’in öyle geniş omuzları vardı ki, dışarıdan bakınca gömleğin askısını çıkarmayı unuttuğunu düşünebilirdiniz. Uzun ve çevikti, fakat bunların yanında Bird ne kadar azimliyse bir o kadar rahat ve gamsız bir yapıdaydı. Bu birkaç saniyede bile fark edilebilecek temel zıtlıklara rağmen, ustalıklarını tamamen farklı birer yaklaşımla yerine getiren iki başarılı forvetin kurdukları ilişki tek kelimeyle büyüleyiciydi.
“Larry dur durak bilmiyordu,” diyor M.L. Carr. “Antrenmana geldiğimizde onu orada bulurduk, bitirdiğimizde de o hala orada olurdu. Bir gün Kevin’ın yanına gidip sordum: ‘Neden Larry gibi olamıyorsun?’ ‘Hey, benim bir hayatım var.’*”
When the Game Was Ours #1
When the Game Was Ours #2