Irish Açılımı Vol. 6 – Zee Germans

Kafam biraz simülatif çalışıyor bugün, bölüme olan inancımı kaybettiğim günlerden biri olarak da alınabilir. Dünse biraz daha iyi bir gündü… Olabilecek en iyi şekilde başlamakla kalmadı, hız kesmedi ve uzun zamandır dost muhabbetlerinde özlemle anılan Spicoli ile geçirilen zamanla yeni bir boyut kazandı. Bu seneki festivalde ilk doubleheader beklenmedik bir şekilde geldi ve açığa çıkan bilet beni bulunca gidebildiğim İKSV’nin favori yönetmenlerinden biri haline gelen Mika Kaurismäki’nin 2009 yapımı filmi “Haarautuvan Rakkauden Talo”, Beyoğlu Sineması’nın tüm sabotaj çabalarına rağmen tarafımdan günün esas olayı olarak hatırlanacak “The Shock Doctrine” ile takip edildi. Naomi Klein’ın aynı adlı kitabını çokça duymuştum, fakat pek Belgesel Kuşağı tutkunu olmadığım halde beni ayartan kamera arkasında Michael Winterbottom’ın olmasıydı. Elinin değdiği fazlasıyla belli, fakat konvansiyonel dünya tarihine meydan okuyan ana metne de saygı duymak gerek. Her şeyden önce Milton Friedman ile başlayan, Chicago Boys yoluyla Şili’de harlanan Pinochet diktasından Katrina kasırgasına kadar uzanan modern tarihin kilometretaşlarını ‘felaket kapitalizmi’ altında anlamlandıran metin -mutlaka sorgulamalara izin verse de- izleyicinin dikkatini canlı tutmayı çok iyi başarıyordu. Fakat 3.4% eğimli Beyoğlu Sineması’nda sondan ikinci sırada olmanın dayanılmaz hazzına voltaj sorunları nedeniyle filmin beş defa bölünmesi eklenince işler tatsız bir hal aldı… Bu yüzden aşağıdaki Yıldırım Türker yazısı pek önemli aslında.


Gelelim günün yazı konusu olması planlanan kısmına. Böyle bir gün daha güzel tamamlanabilirdi kuşkusuz. Benim seçimlerimin, aynı zamanda bir sürü vazgeçimlerimin de bunu önlemiş olabileceği aşikar, yine de içimdeki iflah olmaz United aşığına hayır demekte zorlanıp kendimi James Joyce Pub’da bulmam sürpriz olmadı. “The Irish Centre” olarak anılan bir yerde bulduğum Alman populasyonu ise esaslı bir sürpriz oldu. Mekana girdiğim gibi “Das Weisse Band” filmindeki küçük çocuk karşıladı beni… Almanca konuşmak istesem zaten diplomayı alır giderdim uzaklara, sözde İrlanda merkezinde konuşmak zorunda kaldığım dönemler oldu. Telefona sarılıp Şansal-Douglas-Svetlin üçlemesini aramak her zaman yeğdir böyle durumlarda. Douglas’ın maça “bu gece barda, gönlüm hovarda” yakalanması şaşırtmazken, bundan iki sene evvel Wigan önünde şampiyonluğa koşarken Scholes-Giggs ikilisine saygısızlıkta sınırları zorlayan Şansal’ın onbirdeki Rafael-Gibson ikilisine imtina ile yaklaşması hoşumuza gitmedi. Gary Neville’a da saygıda kusur etmek istemeyiz, fakat elemanın ayakları o sakatlıklardan sonra artık gitmiyor. Sir Alex Ferguson’ın bunu görmek için Florent Malouda karşısında madara olduğu bir öğleden sonrayı beklemesi de kabul edilebilir gibi değildi bana kalırsa. “Yedeğini oynattı da ne oldu” diyenleri duyabiliyorum, oraya da geleceğiz. Fakat bu sezonki Gaz performansını ikinci Milan maçındaki asistiyle hatırlayacaklar görüş belirtmesin lütfen. Böyle durumlarda “Biz bu takımı 82 maç izliyoruz” argümanını cepten çıkarmak çok yanlış gelmiyor.

Wayne Rooney olmadan olmuyordu, fakat dünkü haliyle ne kadar olabilirdi? Yine burada da sağ bek pozisyonunda olduğu gibi Fergie’yi köşeye sıkıştıranın alternatifsizlik olduğunu görebiliyoruz. Chelsea maçı yazısı resmi olarak yalan olmuşken, o gün bahsetmeyi planladığım meseleye geleyim. Dimitar Berbatov’un United günlerine 10 üzerinden bir not verecek olursak, oyuncuya duyulan sempatiye bağlı olarak 6-6.5 spektrumunda salınacaktır notlar… Fakat Berba’yı eleştirirken gol sayısını birincil kriter olarak almak ne kadar manasızsa, tek forvet olarak çıktığı bir maçta ondan verim beklemek de aynı derecede manasız. Oyuna daha ziyade geriye gelip top alarak dahil olabilen, oyuncu karakteri nedeniyle pivotal bir rol oynama konusunda oldukça düşük bir kapasiteye sahip bu adam ilk günlerinden beri. Bulgaristan milli takımıyla olması gerekenden daha başarısız bir karneye sahip olmasını da buna bağlarım ben genelde. Ülkenin en iyi santrforunu en uca dikmediği takdirde onu ziyan ettiğini düşünen dar bir zihniyet yakmıştır ulusal kariyerini. Dün de ivedilikle sonuca gidilmesi gereken bir maçta Rooney muhtemelen tam verimle oynamayacakken Berbatov’u yedek kulübesinde tutup Nani-Valencia kanatlarıyla sahaya çıkmak yanlış değildi. Yıllar sonra ‘goalscoring midfielder’ tanımını futbola geri getiren, oyun içinde bu seviye için hiçbir alanda ‘idare eder’ derecesinin üzerinde nitelik taşımasa da her an gol bulabilecek Darron Gibson tercihi çok doğruydu. Hele ki Chelsea maçında Paul Scholes’un ne kadar yıprandığını görmüşseniz, bu tercihle daha barışık olabilirsiniz. Ribery-Robben ikilisine karşı mevcut kadroda kullanılabilecek iki isim kesinlikle Evra-Rafael idi. Bu zorlu Chelsea-Bayern dönemecinde Sir’ün rotasyon yaptığını söylemek de adil bir teori olur, fakat bana pek öyle gelmiyor ve çıkan kadronun da -belki- Park Ji-Sung dışında bu maçın ideali olduğunu düşünmekteyim.


Gibbo’nun bu maçta golü olduğunu Şansal’a söylememin üzerinden beş dakika geçmeden gol gelince neye uğradığımı şaşırdım. Genelde santranın ardından orta yuvarlağın hemen önünden bir Tayfur Havutçu vuruşu çıkarır (dilimizdeki ‘kaleyi yokladı’ tabiri böyle bir günde icat edilmiştir), bunun üzerine birkaç denemeyle daha taraftar sabırlarını sınadıktan sonra o denemelerin çoğunlukla en absürdünde golü bulurdu. Ritüel bu şekilde işlerdi. Dün adını anarak ortamdaki tüm Almanlar’ın yüzünü ekşitmeyi başardığım bir Michael Rensing talihsizliği var Bayern’in yakın geçmişinde, fakat Hans-Jörg Butt da artık bu kalibrenin çok uzağında bana kalırsa. Yanımdaki eleman “Olli Kahn gibi birinin yerini kolay kolay dolduramazsın” dese de Manuel Neuer ve Rene Adler’in bu amaca daha fazla hizmet edebileceği açıktı. Sadece kalede değil sol bek bölgesinde de yanlış kartları oynadı Bayern. Marcell Jansen gibi bir yeteneği takıma kazandırmayı başarmışken -ki tüm Bundesliga’yı arka bahçesi olarak kullanan bir kulüp için bu transfere başarı demek hayli ironik- Danijel Pranjic gibi üst düzey liglerde pozisyonsuz kalacağı ortada olan bir adam için bu oyuncuyu salıvermek kuşkusuz yanlış bir karardı. Holger Badstuber yeteneksiz bir eleman değil fakat dünkü maçın ağırlığını kaldırabilecek isim olmaktan ne kadar uzak olduğunu görmek de zor değil. İşte ikinci ve üçüncü gollerin yaratıcısı olan adam da Nani ya da Luis Antonio Valencia değil, 1989 doğumlu bu genç sol bekti bana kalırsa.


Fakat United’ın karşısındaki takımın adı Bayern, SAF’in yanındaki kulübede oturan adamın adı Louis van Gaal olunca senin takımındaki zayıflıkların da hasır altında kalması pek mümkün olmuyor. 3-0 sonrası Daniel van Buyten’in müdahaledeki zamanlama hatası geniş bir kulvarı Rafael’in hizmetine sunduğunda, genç Brezilyalı’nın elinde eşleşmeyi bitirme fırsatı da vardı. Ancak vadedilmiş topraklarda ilerleyen Rafael, bu maçın adamı olmadığını en çok da bu pozisyonda gösterdi ve topu bir süre geveledikten sonra arka direkteki Nani’yi ya da penaltı noktasına koşu yapan arkadaşını düşünmek yerine kaleyi anlamsız bir şutla ‘yokladı’. Bu pozisyonun dönüşünde maç boyunca sallanan ve sahada maçı yaşamayan belki de tek isim olan Michael Carrick’in işgüzarlığı cezasız bırakılmadı. Yukarıda Badstuber ismini eleştirirken dün özelinde bir yanlış görmüyorum van Gaal tarafında. Sadece bu seviyede yerli oyuncular bulmanın her zaman zor bir iş olduğunu, bunu Jansen’de bulan Bayern’in oyuncuya hak ettiği değeri vermemesinin acı verici olması gerektiğini belirtmek istemiştim. “Badstuber tecrübesizdi de Rafael mi tecrübeli olan” diye soranları böyle savuştururum, fakat Ronaldinho karşısında hayata küsen Rafael görüntüsünün dün Fransız önünde gayet sağlam duran Rafael görüntüsünde bir etken olduğu da benim görüşümdür. Badstuber, Valencia seviyesinde bir adama karşı bile test edilmemişti kısa kariyeri boyunca. Rafael içinse Franck Ribery’ye karşı oynamak tahayyül edilemeyecek derecede bir tecrübe değildi santradan önce…


Rooney-O’Shea değişikliği ve Arjen Robben’in golü sonrası Giggs-Berbatov hamlelerinin geldiği dakikalar da sorgulanmakta. Ben özellikle John O’Shea tercihinde büyük hayal kırıklığı yaşadım. Sezon boyunca sakatlıklar nedeniyle sağ bekte görev bulmuş Fletcher-Carrick ikilisinden birinin -muhtemelen ikincisinin- sağ beke çekileceğini ve Rooney yerine direngen bir orta saha elemanının -tercihen Scholesy- şans bulacağını düşünüyordum. Bayern gibi bir rakibe karşı 35 dakika skoru tutabileceğini düşünecek kadar iyimser olduğuna inanmak istemiyorum Fergie’nin. Bir de maçın ardından Rafael’in atıldığı pozisyonda hakemi çevreleyen Bayern oyuncularını eleştirirken, bugün Alman basınında büyük yankı bulan ‘tipik Almanlar’ tabirini kullanan Fergie’nin Almanlar’ın tipik özelliklerinden çok da haberdar olmadığının bir kanıtıdır. Maç sırasındaki ikinci isabetli tahminim de bir haftalık sürece sığan bu iki hakem hatası üzerine Fergie’nin basın toplantısının renkli geçeceği yönündeki oldu. Bu arada evet, ikinci sarının fazlasıyla ağır olduğunu düşünüyorum. Gerçi maç sonrası maçla ilgili herhangi bir görüntü izlememe alışkanlığımı sürdürüyorum, ikna edilebilirim halen…


Çok güzel bir hafta olmadı United açısından… Lakers-Celtics serisindeki efsanevi geri dönüşün yaşandığı dördüncü maçı, geçen seneki 4-1’lik utanç verici Liverpool mağlubiyetini yaşadığım James Joyce Pub’daki acayip listeye eklenecektir bu kara hafta da. Yine de ölmekten iyidir.*

2003’te İngilizler elendikten sonra Juventus-Real Madrid eşleşmesi dışında izlemeye değer pek bir şey kalmamıştı. O zamanki İtalyan futbolu da bugünküyle karşılaştırılamayacak bir seviyedeydi ki İtalyan sporunun çizdiği grafik düşünülünce anlaşılmayacak bir durum değil. Yine izlenecek pek bir şey kalmadı gibi. Barcelona-Inter? İlgilenmiyorum.

* Sanırım Ayça Şen’in kötü geçen bir günün ardından söylediği bir sözdü.

Irish Açılımı Vol. 5 – Tanrı’nın Destek Ayağı


Bölümün adı böyle kaldı fakat müşteri memnuniyetini pek de sallıyormuş gibi gözükmeyen James Joyce Pub son ziyaretimde sınırları zorladı ve artık resmi olmayan yeni mekanımız The North Shield diyebilirim. Son LakersTR buluşmasında gidip test ettiğimiz mekan, geçer not almayı başardı. Sadece yüklü servis ücreti biraz can sıkabiliyor eğer yemek olayına girmediysen… Öyle mesken tutulacak, her gün ‘kızla gidilecek’ bir yer değil yani, aman… Fakat her şeyden önce maç izleyeceksen acayip bir konfor var. Geçen hafta hiçbir şekilde anlamak zorunda olmadığım bir sürü teknik detaydan dolayı Aston Villa-Manchester United maçını kaçırdık mesela. Şampiyonluk mücadelesi için can alınıp can verilirken, mekandaki kalabalık gazozuna bir büyük maçı izlemek durumunda kalıyordu. Arsenal kazandı ama Liverpool taraftarı da şampiyonluk yarışını merak ediyordu daha ziyade… The North Shield böyle bir şeye mahal bırakmıyor. Dünkü maçla eş zamanlı oynanan Stoke City-Manchester City maçı bile veriliyordu bir televizyondan, bir kişinin talebi olması yeterli…


1958
Manchester United 2 – AC Milan 1
AC Milan 4 – Manchester United 0

1969
AC Milan 2 – Manchester United 0
Manchester United 1 – AC Milan 0

2005
Manchester United 0 – AC Milan 1
AC Milan 1 – Manchester United 0

2007
Manchester United 3 – AC Milan 2
AC Milan 3 – Manchester United 0


Neyse maça geçelim… Her ne kadar Milan çekilebilecek takımlar arasında en güçlüsü olarak öne çıkmasa da, bu eşleşmenin yalnızca yakın geçmişine bakmak bile tehlikenin büyüklüğünü fark etmek için yeterliydi bir United taraftarı için… 2005 yılında Roy Carroll’ın neredeyse orta sahadan çekilen zorlayıcı olmaktan uzak bir şutu Hernan Crespo’nun önüne sektirmeyi başardığı an, bir taraftar için ‘o anlar’dan biri olacaktır. Hafızadan silinmesi çok kolay değildir. Aynı şekilde 2007 yılında rüya gibi bir geri dönüşle noktalanan ilk maçtan sonra Gabriel Heinze’nin asistinde yağmurla birlikte yağan Milan atakları da unutulacak gibi değil. Doktorum uzun süre önce Serie A’yı azaltmamı tembihlemişti, o yüzden denk gelmedikçe fazla izlememeye çalışıyorum ancak son dönemdeki Milan çıkışının farkındaydım. Sezon başında bizim ‘güzel oyun’ destekçisi, skor değil spor yazarı olma iddiasındaki ‘dış basın bu işe ne diyor’ eksperlerimizin “Şampiyonluk yarışında Roma’yı konuşalım, Juventus’u konuşalım, Napoli’yi bile konuşalım ama artık izin verin de Milan’ı konuşmayalım” isyanları hala kulaklarda. Puan durumuna bakıyorum, yetmiyor dünkü maçın ilk 20 dakikalık bölümüne bakıyorum… Olmuyor. Ben Serie A hakkında pek konuşmayayım yine isterseniz.


2007’deki o yarı final benim kişisel tarihimde de önemli bir yer işgal eder. ÖSS denen gençlik karabasanı öncesinde geri sayım başlamış, San Siro’da yağmurlu bir gecede sahaya çıkan beyaz formalılar çok büyük motivasyon kaynağı olabilir. Forma da güzel aslında, ama finale çıkmak için daha fazlasına ihtiyacın oluyor böyle gecelerde. Gollere dönüp bakınca olmayacak topları kalede gördüğümüzü fark ediyorum ama ilk yarıda ceza sahası içine hapsolduğumuz dakikaları özet pek yardımcı olmasa da çok iyi hatırlıyoruz… Türkiye’de maçın yayınlanmayacağını öğrenip The North Shield’da yerimizi ayırttığımızda, bu kötü hatıraların etkisinden kurtulmak mümkün olmuyor pek tabi. Maç başlıyor ve Patrice Evra’nın yaptığı son derece gereksiz faulün yarattığı frikik, yine zincirin ilk halkasını oluşturan adamın yetersiz müdahalesi, uzaklaşmayan top, Ronaldinho’nun çıkardığı şut ve Michael Carrick’ten İbrahim Toraman-Deniz Barış esintili bir savunma hareketi. San Siro’da beyaz forma yine hayal kırıklığı yaşatıyor, ben o ortamda ÖSS öncesi sancılı günlere geri dönüyorum ve o çocuk oluyorum adeta yeniden.


Rüzgar dineceğe pek benzemiyor, özellikle de savunmanın sağ tarafında. Ronaldinho vatandaşı Rafael ile maç boyunca kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor (bu tabir de bir gün bu blogda yerini almalıydı), topun United ceza sahasında oynandığı süre bu çapta bir maçta görmeye alışık olmadığımız bir seviyede ve karşımda oturan Everton taraftarı amca fazlasıyla sinir bozucu. Ronaldinho’nun yıllardır sevemediğim, bazen basit olanı yapmanın çok daha yararlı olacağı durumlarda da başvurduğu o küçük düşürücü hareketlerin her biri bizim masadan birer ‘ole’ tepkisi alıyor. Everton’ı da severim aslında, neyse… Sir Alex Ferguson’ın da maç sonunda söylediği gibi o 20 dakikadan yalnızca 1 gol geride çıkmak, o golün gelişimindeki sakarlıkları düşününce bile şansın yanımızda olduğunun göstergesi. Ama asıl gösterge için devrenin bitimine dokuz dakika kala gelen Paul Scholes mucizesini beklemek gerekiyor. O ilk bölümdeki baskı atlatılmış olsa da, burada United’ın aktif olarak bir rol oynadığını söyleyemiyoruz. Orta saha elemanları Darren Fletcher’ı bir kenara koyarsak halen ortalamalarının çok altında, fakat karşıdaki orta sahanın yaş ortalaması devre sonlarına doğru bu durumu dengelemeye başlıyor. Umutsuz görünen bir atak yine iyi bir maç çıkaran Park Ji-Sung’la hayat kazanıyor ve Fletch’in asistinde büyük bir enerji boşalmasını tetikliyor Scholesy. Bu da şans golü belki ama San Siro’da 52 yıl beklenen bir United golünün böylesine sıradışı olması da çok şaşırtıcı addedilmemeli. Kenardaki Fergie’yi ve Jonny Evans’a uyarılarını izlemek paha biçilemez.


Devre arasında tuvalet kuyruğunda muhabbet dönüyor olağan biçimde. Mekanda bir sürü United formalı Rus var ve daha güzel bir kombinasyon düşünemiyorum. Everton taraftarından şikayet edip, bir şekilde kendimi onların yanına atmayı bile düşünüyorum. David Beckham’ın hala ne kadar çok sevildiğini de tecrübe ediyorum. “Bugün yeter ki Becks gol atmasın, her sonuçta ben eve mutlu dönerim” sözlerim hoş karşılanmıyor. Zaten ikinci yarıda San Siro’daki Stretford End de Beckham için “Fergie, Fergie, sign him up” tezahüratları yaparak bu eğilimin genele yansıdığını gösteriyor. Ben yine de rövanş için de saklı tutuyorum aynı dileklerimi. Bir Beckham frikiğiyle gittiğini düşünsenize turun…


İkinci yarıda orta saha elemanlarının performansları daha makul boyutlara ulaştı ve United oyunu rakip kaleye yığmaya başladı. Oyunun momentumunu ele geçirdiğin an Milan’ın birçok tehdidini safdışı bırakmış oluyorsun, genelde skorla nihayetlenen bir oyun üstünlüğü de kuruyorsun. Zira sağdan sola Beckham-Pato-Huntelaar-Ronaldinho dörtlüsünün en büyük ortak özelliği top göstermediğiniz takdirde oyundan düşen bir yapıya sahip olmaları. Belki genç bir Beckham’ı bu çerçevede ele almak haksızlık olabilirdi, fakat yılların onun lehine işlemediğini maç boyunca gördük. Sadece bir frikikti Beckham’ı sahneye çıkaran, onun dışında tehlikeli bile olamadı karşısındaki Evra güven vermeyen bir görüntüdeyken… İlk yarıda Fletcher’a ve Nani’ye olan tepkileriyle sık sık ekrana gelen, hazırlayanı bulamayınca kendi pozisyonunu yaratma çabası içine giren ve bunların birinde başarılı da olan Wayne Rooney, United’ın saha içindeki lideri artık orta sahadan da destek almaya başlamıştı. Nani dışında herkesle etkili paslaşmalar içine girebilen Rooney, Ferguson’ın beklenen ve bir türlü gelmek bilmeyen Nani-Valencia müdahalesiyle birden rahatlıyor ve olağanüstü bir kafa golüyle oyun üstünlüğünü skor üstünlüğüne çeviriyordu. Fletcher’ın pasında kendini ofsayttan kurtardığını gördüğüm gibi ayağa fırladım, o sekans ve arkasından başladığımız “Glory Glory Man United” bir başka ‘o an’ olarak alınabilir belki.


Bu dakikalarda Milan sahaya yayılış anlamında bir halı saha takımını andırmaya başlamışken, yani oyuncular hücumcular-savunmacılar olarak ikiye ayrılmışken dördüncü golü bulmak gerekirdi. Antonio Valencia birkaç şüpheli tercihte bulundu ve zaman zaman topu fazla geveledi açıkçası. Skor üstünlüğü yakalanmadığı sürece Nani’nin kullanılmaması taraftarıyım. Ryan Giggs’in yokluğunda gidilecek ismin de 25 numara olmasını ümit ederim her zaman. Sanırım son dönemdeki biraz aldatıcı form grafikleri Fergie’yi Nani tercihine itti… Bu büyük maçlarda göz alıcı olmayan ama etkili (bu da ‘yakışıklı değil ama sempatik’ gibi oldu) Park’tan vazgeçmemesiyle her zaman takdirimi kazanır Fergie. Dünün de kenarda köşede kalan kahramanlarından biridir Park. Özellikle de ilk yarıda orta saha dökülürken yarattığı enerjiyle, zaman zaman sol ve sağ beklere yaptığı yardımlarla… Gülhane uğurlu geliyor heralde: Gülhane Parkı! Bu üstünlüğe rağmen son dakikalarda Beckham-Seedorf değişikliğinin karşılığını aldı Milan. Birkaç tane daha fırsat buldular dahiyane Clarence Seedorf golünden sonra, onları değerlendirseler işler tatsız bir hal alabilirdi. Carrick’in atılması oldu günün sonundaki tek endişe kaynağı. Anderson esprisinin geri dönüşüyle sonuçlanmaz umarım Carrick’in bu hatası. Bu arada ben tekrarı tam göremedim, gerçekten o amaçla mı vurdu topa kestiremedim fakat sarı kartın da varsa dikkatli olacaksın o dakikalarda. Sen Manchester United topçususun, büyük düşüneceksin!


2004-05: 17 gol
2005-06: 19 gol
2006-07: 23 gol
2007-08: 18 gol
2008-09: 20 gol
2009-10: 25 gol (Rooney saymaya devam ediyor.)

Manchester United vs. AC Milan:
1 Van Der Sar 8
21 Rafael 5.5 (6 Brown NE) – 5 Ferdinand 5.5 – 23 Evans 6.5 – 3 Evra 6
17 Nani 5 (25 Valencia 6.5) – 16 Carrick 6 – 18 Scholes 5.5 – 24 Fletcher 7.5 – 13 Park 7
10 ROONEY 8.5

No Alarms and No Surprises, Please

Savunma bölgesinde Rio Ferdinand, Jonny Evans ve John O’Shea’in yaşadıkları uzun süreli sakatlıklara hafta sonunda Nemanja Vidic’in hastalığı da eklenmişti. West Ham maçı sırasında ise önce Gary Neville, ardından da bir başka emektar Wes Brown sakatlıkları nedeniyle kenara gelmek zorunda kaldı. Maçın sonunda kısa bir süre de olsa Fletcher-Carrick-Evra-Giggs savunma dörtlüsünü izlediğimizden bahsetmiştim son yazıda zaten. Fakat bu görüntüye bir süre daha katlanacağız gibi duruyor. En azından hafta sonu oynanacak Aston Villa maçına kadar…


Wolfsburg deplasmanına kafileyle birlikte uçan 19 kişilik kadro içerisinde sadece iki adet defans orijinli oyuncu var. Bunlardan biri de rezerv takımdan dahil edilen 90 doğumlu Oliver Gill.

GK: Ben Foster, Tomasz Kuszczak.
DF: Patrice Evra, Oliver Gill.
MF: Gabriel Obertan, Magnus Eikrem, Paul Scholes, Darron Gibson, Antonio Valencia, Michael Carrick, Matty James, Ji-Sung Park, Anderson, Darren Fletcher, Cameron Stewart, Nani, Oliver Norwood.
FW: Michael Owen, Danny Welbeck.

Bunun yanında hafif sakatlıkları bulunan Federico Macheda, Dimitar Berbatov ve Wayne Rooney de Manchester’da kalan diğer isimler. Kiko ve Berba’nın Villa maçında oynamaları da zor gözüküyor, Rooney muhtemelen sahada olacak. United bu kadroyla hücum hattında üç tane birbirinden meziyetli oyuncuya sahip Wölfe’ye direnebilir mi ya da ne kadar direnebilir, bilmiyorum. Üzerine çok da düşünmüyorum aslında. Alex Ferguson, Beşiktaş’a karşı Old Trafford’da sahaya çıkardığı onbire en azından puan konusunda güveniyordu fakat Gabriel Obertan dışındakiler fazlasıyla savruk gözüktü. Bu hayal kırıklığının üzerine burada alınacak mağlubiyetin ve olası ikinciliğin öncelikli endişe konusu olduğunu düşünmüyorum Sir için. Zaten paralel gruplarda ortaya çıkan tablolar gösteriyor ki, ikinci torbadan da en az ilk torbadan gelecek ekipler kadar zor eşleşmeler çıkabilir. Bu yüzden sonuna kadar gitmeyi hedefleyen bir kulüp için çok da önemli olmasa gerek bu grup birinciliği hadisesi. Fakat uzun erimde özellikle savunmada sıkıntılar yaşanacağı ortada. Ferdinand bir tam sezonu geçirebilecek durumda değil net biçimde. Brown ve O’Shea gibi diğer alternatifler de ancak kısa süreli çözüm önerileri olabiliyor görüldüğü üzere. Bu muhabbetlerin sonunda gelinen nokta hep aynı oluyor ve Gerard Pique’nin kulüpten ayrıldığı güne lanet ediyoruz. Fakat orada yönetimin yapabileceği fazla da bir şey yoktu, oyuncu yetiştiği kulübe geri dönme arzusu taşırken… Alttan da savunmanın ortası için yakın gelecekte yetişebilecek tek isim Jonny Evans gibi, onun da ne kadar güven aşıladığını herhangi bir taraftara sorabilirsiniz. Cevap pek iç açıcı olmayacaktır.

Aston Villa maçında son dönemde fena da oynamayan Paul Scholes’u dinlendirmek mantıklı olabilir. Bu yaştan sonra o dizlere binen yükün yarattığı tahribatın geri dönüşü olmayabilir. Gönül isterdi ki, aynı muameleyi sezon başından beri sürekli oynayan Evra-Fletcher ikilisine de gösterebilsek. Fakat öyle bir lükse sahip olmadığımız gibi, bu maç özelinde her ikisi de alışılmışın dışında savunma görevleriyle yüklenecek. Özellikle Evra’nın hızı göbekteki ağır ikilinin varlığında önemli olacaktır. Yine de 1-2 tane sıkıştırırlar araya muhtemelen. Carrick-Dzeko kapışması da ilginç olmaya aday. Kalede güvenini kazanmış PIG ile devam edilmeli. Güven kazanmak dediysek Peter Schmeichel’ı taklit edecek düzeye geldi dayıoğlu yukarıda görüldüğü üzere. Akademiden Ole Gunnar Solskjaer’in memleketlisi Magnus Eikrem’i görmek güzel olurdu. Antonio Valencia’yı yormaya değmez, belki son yarım saat. Geri kalan her şey için O’Bertan bu maçlık…


Kuszczak
Fletcher – Carrick – Gill – Evra
Obertan – Anderson – Gibson – Park – Eikrem
Owen

Blog tarihinin en gereksiz ikinci yazısı seçtim bunu kendi adıma… Video için İsmail Özkısaoğlu’na teşekkür ettik.

Sansürsensin: http://www.youtube.com/watch?v=2P1hu6LAGzo

More News from Nowhere #7


NBA sezonunun açılmasıyla o özlediğimiz rutinin içerisine girdik yeniden. Biraz da karşı koyamadığımız bir yaşam biçimine kendimizi bırakıvermek şeklinde gerçekleşiyor artık bu süreç sanırım. O yüzden ‘özlemek’ de doğru fiil olmayabilir… Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek her şeyi daha da kolaylaştırıyor.

İlk haftalar heyecanın tavan yaptığı dönemlerdir. Takımların yeni transferleri ciddi bir maçta görücüye çıkar, zihnini yeni oyuncu-forma kombinasyonlarına adapte etmeye çalışırsın. NBA TV “Premiere Week” kapsamında gecede iki maç yayınlayarak bu heyecanı kamçılar, hatta “League Pass” fasilitesi de bir süreliğine bedava olarak sunulur basketbolsevere. Fantezi oyunlarda rekabet başlar, ilk haftaya bir başka bilenirsin insan doğası gereği. FA takibinin en yoğun olduğu dönemlerdir, seçtiğin oyuncuya güvenmekle ‘geliyorum’ diye bas bas bağıran yeniyetmeyi seçme arasında dilemmalar yaşarsın. Hayatındaki en büyük karar odur o an için: James Johnson’ı beklemeye değer mi, değmez mi? Aman sabahlar olmasın…


Yine de ancak maçları izlemek için zaman yaratabiliyorum günlük sorumlulukların yanında… Biraz da mevsimlik blog havasındayız bu sebepten, farkındayım ama yapacak pek bir şey de yok.

Beşiktaş-Ankaragücü maçından çıkıp çılgın bir Halloween partisine gittiğim için Knicks-Sixers maçını kaçırmıştım. (Yok, hayatımda böyle derin çelişkilere yer yok.) İnönü’de ilk kez işe yarar sol kanat bindirmeleri görebildiğim için, yürek testi kıvamındaki bu maça gitme kararımdan pişmanlık duymuyorum. İlk onbirde İsmail Köybaşı’nı gördüğümüzde bunu ister istemez, salı günü 19 numara ile bir kez daha test edileceğimize yormuştuk. Fakat bu maçtan sonra sağlıklı bir İsmail’i yanında oturtabileceğine ihtimal vermiyorum Mustafa Denizli’nin. Maç boyunca çok da darbe aldı, ama oynayabilecek durumda olacağını umuyorum aslan parçasının. Denizli de maç sonunda yakın tarihten bir Sinan Engin açıklamasını yeniden yorumlayarak, maçın cumartesi akşamı oynanması üzerinden federasyona giydirmiş. Wolfsburg’un maçını Beşiktaş’tan üç buçuk saat önce oynamış olması bile argüman olarak kullanılmış Denizli tarafından. “Bu maç Beşiktaş’ın maçı değil, Türkiye’nin maçı” söylemi de kulağa çok ucuz gelmiyor mu?


Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Nihat Kahveci ve Rodrigo Tello’nun durumları da belirsizmiş Wolfsburg maçı için. Tello’nun geçen sene ortaya koyduklarını görmezden gelemem, her ne kadar şu anda üstlendiği görev için gerekli spesifikasyonları sağlamadığı aşikar olsa da. Fakat şu dörtlüden ancak İbrahim olanının durumu canımı sıkıyor şu anda… Matias Delgado’yu özlemeyen var mı? Hakan Arıkan’ın kaleyi koruduğu, İsmail’in soldan bindirip Bobo’yu pozisyona soktuğu ve topların da Delgado’da buluştuğu bir takımı hayal ediyoruz ne zamandır bizim Yeni Açık Üst tayfası olarak. Ama Mert Nobre yine oyundan çıkışlarında büyük alkış topluyor, gördüğümüz manzara bu. Neyse ki “Yeter Yıldırım Demirören” ritüeli bir şekilde sürdürülüyor, birçok çarpıklık barındırsa da…

Bu arada Beko Basketbol Ligi’ni izlemek istiyorum, bugün çok da kararlıydım ama olmuyor ne yazık ki. SporMax-SkyTürk ikilisinde ses kısmadan ancak Caner Eler’in yorumladığı maçları dinleyebiliyorum, onların sayısı da oldukça sınırlı. Hele bir Mehmet Ayan komedisi var ki uzun zamandır şahit olduğumuz… Sunumu sırasında kullandığı akıllara zarar tabirlerden bahsedip kendisini rencide etmek de istemem, burayı okumayacak olsa da. Belli ki bir şekilde, yukarıdan gelen bir emirle yapıyor bu işi ve sorunun kaynağının o olmadığı ortada. Fakat artık kendi ülkemin basketbolunu izlemek için kulaklık takmak çok yorucu geliyor. Açıyorum TRT’yi, eğer kanal lütfedip de maçı yayınlamaya karar verdiyse babalar anlatıyorlar da, yorumluyorlar da gayet güzel bir şekilde. Murat Murathanoğlu’nun ACB’de tuttuğu bir takım yok anladığım kadarıyla, zaten İspanyol basketbolcusunu pek sevmez, daha da iyi oluyor bu durum bizim için haliyle. Yiğiter Uluğ’un da uzmanlık alanlarından biri İspanya basketbolu, heralde Türkiye’de ondan daha yetkin bir isim bulmak mümkün olmazdı bu görev için. Tebrik ediyoruz… Bugün de Murathanoğlu’nun Carlos Jimenez için seçtiği “İspanya milli takımında Felipe Reyes’ten önceki Felipe Reyes” tanımını çevirmek için iyi bir uğraş verdi.


Unicaja Malaga’dan da bahsedelim. Beşinci maçlarından da yenik ayrıldılar yerel ligde. Bu sezonki kadro gerçekten çok yetersiz. Sezon öncesinde kaybedilen oyuncular sonrası yapılan olumsuz yorumlar üzerine, transfer seçimlerini beklemeden çok erken konuşmamak gerektiğini söylemiştim birkaç yerde. Ama bazı isimler beni de sadece hayal kırıklığına itti gerçekten. İki sezon önce Kızılyıldız eşleşmesinde Sinan Güler’in façasını aldığı Omar Cook’u, Unicaja’nın ilk beş oyun kurucusu olarak görmeyi düşünemezdim heralde. Yedeği Pooh Jeter da Anadolu kulübünde gol krallığına oynayacak bir guard, büyük takımda iş yapması mümkün değil… Açıkçası Aíto Reneses’in de elinin bulunduğu bu çapta bir organizasyondan beklenmedik tercihler. Joel Freeland’in iyi bir seçim olduğundan bahsetmiştim. İsmi çok tanıdık gelmeyen bu tarz oyuncuları çekip çıkarabilen bir kulüptür Unicaja Malaga. Freeland de onlardan biri olacakmış gibi görünüyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan gelen Archibald-Freeland ikilisi gayet iyi bir ikili… Taquan Dean de yakışıklı bir çocuğa benziyor, iyi bir skorer olabilir Euroleague seviyesinde. Ama geçen seneye göre büyük bir düşüş yaşadıklarını yadsıyamayız kadro kalitesinde. Giorgos Printezis de bugün kötü bir sakatlık yaşadı, hafta arasında Efes Pilsen karşısında oynayabileceğini sanmıyorum.

Bu şartlar altında geçen hafta Olympiakos deplasmanında farklı kazanan Malaga’ya rakip olabilecek mi Efes Pilsen? Cevap vermek kolay değil… Efes Pilsen bildiğiniz gibi. Partizan maçında salondaydım da Genel Başkan olmasa, o maçı da verip gruptan çıkmayı riske atacak gibiydi takım. Rotasyonda büyük değişimler olmamasına ve takım erken toplanmasına rağmen birbirinden habersiz bir oyuncu grubu var sahada. Igor Rakocevic’ten kesinlikle verim alınamıyor, bu konuya özel bir yazı yazmayı planlıyorum yakında. Ama rakibin bugünkü kötü görüntüsü sonrası ümitli olmadığımı söyleyemem.


Yenildikleri takım da ‘hoca değil etüt abisi’ denilen türden bir adamın, Joan Plaza’nın yönetiminde bir takım. Bugün kazanırlarken de takımın iyilerinden eski Beşiktaş oyuncusu Tyrone Ellis sadece ilk çeyrekte etkiliydi mesela. Geçen sezon Euroleague’de izlediğimiz, beğendiğimiz Earl Calloway tanınmayacak durumdaydı. Domen Lorbek’i istatistik kağıdında görünce hatırladım mesela, ne ara girdi çıktı anlamadım. Xavi Rey’i çok kötü durumda bulmadım, sevindim. Ama o da beklenilen adımı atamayan isimlerden, artık Cajasol kadrosunda gözümüzü bugün oynamayan Tomas Satoransky gibilerine çevirmemiz lazım. Oktay elemanla ilgili bir yazı da yazmıştı şurada. Tariq Kirksay kadrodaki bir diğer beynelmilel oyuncu da ben hiç hazzetmem kendisinden… Maurice Ager hala kadrodaysa takım için önemli bir parça, bugün sahada yoktu ve durumunu da araştıracak değilim.

Yine NBA konuşamadık. Bir dahaki yazı öncesinde taslak falan hazırlayacağım, söz veriyorum.

Tam O Sırada Başka Bir Yerde


“Birçoğumuz yeniden çocuklaştık. Bunu yapmak için herhangi bir çaba harcamadığımızı anlamalısın. Bilinçli olarak yapılan bir şey de değil. Ama umut yok olunca, herhangi bir şey umabilme umudu bile yitince, ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve ayakta kalabilmek için insan düşlere, çocukça düşüncelere, olmayacak masallara sarılıyor. En kaşarlanmış olanlarımız bile bunu önleyemiyor. Patırtı gürültü yaratmadan, herhangi bir giriş yapmadan ellerindeki işi bırakıp oturuyor, yüreklerinde biriken isteklerden söz etmeye başlıyorlar…”

Son Şeyler Ülkesinde, Paul AUSTER
Çeviren: Armağan İlkin

We All Hate Scousers


Beklenen gün geldi. İnönü Stadı yarın en özel konuklarından birini ağırlayacak ve bizim gibi United sempatizanları için de rüya gibi bir gece olacak… Ryan Giggs ve Rio Ferdinand gibi babalar dışında herkese tesirli küfürler gönderebilecek havadayım yalnız, duygularım konusunda çok fazla çelişki barındırmıyorum. Wayne Rooney’nin kenarda oturması kimseyi şaşırtmayacak bu maçta. İngiltere’deki genel görüş de White Hart Lane’de gelen yorucu galibiyetin üzerine, haftasonu oynanacak derbi hesaba katıldığında birkaç ismin dinlendirileceği yönünde. Taraftarlara sorulduğunda onlar zaten bu maçta kaybedilecek puana da dünden razı. İnönü’de alınacak kötü bir skorun geriye kalan beş maçta telafi edilebileceğinin, ancak derbideki benzer bir neticenin sezon boyunca onları takip edeceğinin farkındalar tabi.


Yine de Sir Alex Ferguson, Avrupa’yı yerel yarışmanın üzerine koyar bu tip durumlarda çoğu zaman. İşleri garantilemediği müddetçe de net bir şekilde alternatif kadrolarla sahaya çıkmadığını biliyoruz. Fakat Berbatov-Owen ikilisi, tarafsız bir şekilde yaklaştığımda da daha makul ikili gibi duruyor. Rooney en çok yorulan adamlardan oldu son ayda… Darren Fletcher ve Patrice Evra gibi fazla mesaideki elemanları ve savunmada sakatlıktan yeni çıkan O’Shea-Ferdinand ikilisini de rotasyona tabi tutabileceğini yazanlar var. Ben yine de Tottenham maçında eskisi kadar iyi gözükmeyen Vidic-Ferdinand ikilisine 90 dakikalık bir antrenman daha vermek isteyeceğini düşünüyorum Fergie’nin.

Hatta adet yerini bulsun diye bir muhtemel onbir de yapayım: Foster – Brown, Ferdinand, Vidic, Fabio – Valencia, Carrick, Scholes, Park – Berbatov, Owen

Ne yazık ki Mustafa Denizli’nin nasıl bir atraksiyona gireceğini tahmin etmek insan beyni için ulaşılmaz bir hedef hala. Rüştü Reçber’in sakatlığı, bir nebze de olsa sevindiren sakatlıklardan…


US Open ve ders kayıtları için sabahladıktan sonra 4-5 saatliğine uyuyabildim öğleden sonra. Rüyamda Yeni Açık’taydım ve birilerini 1-0 yeniyorduk. Çok net değil… Ama golü de Matias Delgado atıyordu. Ne düşünsem bilemedim. 2-1 alırız demiş öte yandan Bryan Robson… Manchester sokaklarında futbol ile alakası olmayan bir teyzeye de sorsak öyle derdi belki ama bir yere not düşülmeli Robson söylüyorsa.

Son iki fotoğrafı Gemma Thompson çekmiş bu arada. Şöyle de eklemiş… Yılın büyük bölümünde Gümüşsuyu’nda ikamet eden birini güldürdü ziyadesiyle:

“Well I’m pleased to say I’m still alive after walking up the steepest hill I’ve ever come across. I was told the Inönü Stadium was ‘just a five-minute walk’ from the hotel. Totally true, but what the travel guide failed to mention was the pain involved in walking back from it – wasn’t sure I was going to make it up at one point! Managed to get inside the ground to have a quick look at the pitch, which despite not yet having any markings on it, didn’t look too bad. I’ll upload some pics now…”

Yine Taklaya Geldik

Klasik bir kura çekimi olarak başlamıştı, tüm eski talihsiz yaşanmışlıklara rağmen ilk iki takım çekildikten sonra hala Sevilla ve Rangers’ın bulunduğu G grubunu hayal edebiliyordum. Sırasıyla H ve B grupları da kabul edilebilir takımlardan oluşmaktaydı. Tabi iyi bir United taraftarı olarak İnönü’de o kırmızı formayı görmenin nasıl bir his olacağını da hep merak etmiştim. Kurayı resmi sitedeki fasiliteden takip ediyordum. Ses yok, görüntü zaten yok… Gözüm ister istemez sol üstteki B grubuna kayıyordu sürekli. Ve oldu… CSKA Moskva kesinlikle küçümsediğim bir takım değil, hiç olmasa Milos Krasic gibi bir adama sahipler. O da bir Sporting maçında göze giren Cristiano Ronaldo’nun hikayesine benzer şekilde United forması giyer umarım önümüzdeki dönemlerde… Tamam CSKA, Beşiktaş’ın şu dönemde sahaya koyduğu futbolu da düşününce hiç de öyle hesap dışı bırakılacak bir takım değil de daha önce AC Milan, Leeds United ve Barcelona’dan oluşan bir grup çekebildik bu organizasyonda. Yine UEFA Kupası’nda ilk torbada olmanın sevincini yaşarken, son torbadan tokat gibi bir Tottenham Hotspur geldi. Hem de iç sahada oynadık kendileriyle…


Rüyadan bir noktada uyanmamız gerekiyordu, Beşiktaş geleneklerine sırt çeviremezdi… Tam bunları düşünürken, bu kurada da “Bundesliga şampiyonunu son torbadan çekebilmiş takım” gibi yeni bir unvan kazandı Beşiktaş Avrupa arenasında. United bu nispeten kolay grupta işini erken garantileyip de İstanbul’a o rahatlıkla gelebilir mi diye sorduk bir an kendimize. (Kieran Richardson’ın altıpasta kaçırdığı gol ve Tuncay Şanlı’nın hat-trick performansıyla hatırladığımız bir İstanbul ziyareti de vardı çünkü Red Devils’ın bu şekilde.) Sormaz olaydık… Nihat Kahveci form bulamamışken, savunma hattımız hala uzun süreceğe benzeyen bir birbirini tanıma süreci geçirmekteyken 15 Eylül tarihinde ağırlayacağımızı öğrendik United’ı. “Tamam rüyadan uyandık, vurmayın öldük” dedik bunun üzerine de…


Yine de ben bu grupta bir şans yaratılabileceğini düşünmekteyim. Fakat bu şansı yaratmak için bugünkü oyun karakteri yeterli olmayacaktır. Kadro yapısında da Matias Delgado’nun da sakatlığıyla, o yaratıcılık katkısını bekleyebileceğimiz tek isim Rodrigo Tello durumunda… Fink-Ernst ikilisi çok üst düzey olmasa da orta sahayı tutabilen bir partnerlik oluşturuyorlar. Çok beklenmedik deplasman puanları getirebilir bu karakteristik takımımıza, fakat öte yandan içeride de maç kazanmak oldukça zor olacaktır bugünkü tempoda… Ben açıkçası çok umutlu değilim, fakat kurayı temel olarak değerlendirecek olursak önümüzde baş edilemeyecek bir ikili olmaması gruptan çıkma umutlarımızı canlı tutmamız açısından hoş bir tablo. Dördüncü torbadan gelen Wolfsburg, yeni format sonrası daha kolay olmasını beklediğimiz üçüncülüğü de zora sokmuş durumda şüphesiz. Fakat ben Barcelona-Inter-Rubin grubunda şimdiden Rubin’le üçüncülük mücadelesi moduna girmiş Dynamo Kyiv’in yerinde olmadığımız için seviniyorum açıkçası. O heyecanı en azından birkaç maç için de olsa yaşayacak olmak güzel bir tecrübedir. İnönü Stadı zemininde kırmızı forma-beyaz şort-siyah tozluk üçlüsünü görmek de bu tecrübenin bir parçası olacaksa, benim itirazım yok. Sezonun ilk maçlarını izledikten sonra, cüzdandaki 600 lira değerindeki yeni açık kombinesine bakıp kara kara düşünüyordum. Bu Manchester United karşılaşmasının benim gözümdeki değeri 300-400 papel arasıdır. O yüzden oradaki vicdan azabı tehlikesini de savuşturmuşa benziyoruz şimdilik. Christmas yaklaştıkça form tutmasıyla bilinen bir takımla sezon başında oynamak da bir güzellik addedilebilir bardağın dolu tarafına bakmak istenirse. Gerçi Old Trafford’da kötü şeyler izleyebiliriz, ama Liverpool’dan 8 gol yemekten daha kötüsü de olamaz benim açımdan heralde. Zaten United 7 atar, 9 atar ama…


Bazı içimizdeki İrlandalılar da şimdiden kombinelerimize sulanmaya başladı, Yeni Açık’ta Stretford End oluşturma hayalleri güdüyorlar sanırım. Ama olmaz o iş. Benim için de önce Beşiktaş gelir. Keşke son maç olsaydı da, garantilemiş United Darron Gibson, Zoran Tosic, Rafael da Silva ve diğer çocuklarla çıksaydı sahaya hatta… Bu da RedCafe forumlarından günün incisi:

“Didn’t we sell Kleberson to Besiktas? I’m sure they will be wanting revenge for that.”

Anderson’u da satarsanız bırakırım United’ı. Hatta Man Citeh’yi desteklemeye başlarım. Açık ve net… Ama Kleberson candır.

Bunu da nasıl bir gaflet anında yazdınız? Yuh!

“Anderson-son-son,
He’s better than Kleberson,
Anderson-son-son,

He’s our midfield magician…

To the left, to the right,
To the samba beat all the night,
He is class with a brass,

And he shits on Fabregas!”

Son Fado


Beyaz forma ile kaldırın da gelin… İşbilim finalim var, bu yüzden preview yazacak vaktim yok ne yazık ki. Kazanırsak yaz boyu konuşuruz zaten.



Nemanja Vidic ve Alex Ferguson’ın Barclays tarafından sezonun en iyi oyuncusu ve en iyi menajeri olarak onurlandırıldığını da hatırlatalım gitmeden önce… Mont beni!


“Tedarikliyim diye sevindim durdum,
Sıcağı görünce yandım kavruldum,
Mecnun oldum, çöllere savruldum,
Kırk kapıya muhtaç eyledi mont beni…

Bir garip Ercan’ım bu dünyada konar göçerim,
Gahi ağlar, gahi gülerim,
Mont elde diyar diyar gezerim,
Onulmaz dertlere saldı mont beni…”