Normalde bu dönemlerde biraz daha aktif dinlenme moduna geçiyordum, bu yarıyılda sekiz tane falan proje yapmam bekleniyor ki blogun belini doğrultamıyoruz doğal olarak. Kendi belimiz de daha iyi durumda değil ya neyse. Sorarım size, öğrencilerine ‘spring break’ vermeyen üniversite olur mu? Bunu tartışalım…
Güzel gidiyor play-off muhabbeti şu ana kadar. Kamuoyunun ugly game yaftası yapıştırdığı maçlar benim en sevdiklerim oluyor ekseriyetle. Dün gece biraz uykudan feragat ettim ve Magic-Bobcats maçına takıldım mesela. Larry Brown’ın sarkık liberolu, adam markajlı sistemiyle ilk çeyrek sonunda 18-14 gibi absürd bir skor oluştu. Yine de benim play-off basketbolundan anladığım da aşağı yukarı böyle bir şey. En azından birkaç sene önceki Suns-Mavericks konferans yarı finallerinden çok daha yakım kafamdaki tanıma böyle ‘çirkin maçlar’. Lakers-Thunder serisinden de acayip derecede zevk alıyorum paralel olarak, desteklediğim takım hala şampiyonluk senesindeki görüntüsünü aratsa da. Tabi ikinci maçın son çeyreğini biraz dışarıda tutmam gerekir, faul düdüklerinin şut denemelerini sayıca geride bıraktığı 6 dakikalık bir seans yaşadık ki düşman başına… “Sen o düdüklere kurban ol, takımın maçı o sayede aldı” diyenlere saygı duyuyor, şapka çıkarıyorum. Ama konumuz o değil. İlerleyen turlarla birlikte hakemlerin standartlarını oturtacağını ummakla birlikte birer adet Lakers-Thunder ve Nuggets-Jazz maçının heba edildiğini de söylemek zorundayım. Yakışmıyor…
Bir geceyarısı operasyonuyla bu işlerden anlayan birisini bağlamazsak play-off sırasında çok fazla yazı okuyamayacaksınız yine burada. Dönemsel yürek patlamaları yaşanacaktır elbette… O yüzden Dr. Gürkan Kubilay’ın mükemmel anasayfa tasarımıyla batug.com olabilir adresiniz. Ben de 2-0 ile Oklahoma City’ye taşınan bizim seriyle ilgili bir yazı gönderdim. Tık!
Evladım Mark Allen, kendisinden şüphe duyanlara, yorum yoluyla saçına, tipine yakışıksız benzetmelerle sataşanlara en güzel cevabı verdi. İlk turda talihsizce kaçan bir yeşille 147 hayallerini erteleyen Kuzey İrlandalı çocuğumuz, ikinci turda Mark Davis önünde Crucible tarihinin ilk 146’lık serisine imza attı. Kariyerinde otuzuncu kez Sheffield’da bulunan Steve Davis ne kadar büyük bir efsane olduğunu Mark King’i geçerek gösterirken, bir başka eski şampiyon Graeme Dott da kifayetsiz Ryan Day’in biletini kesti ilk turda. Steve Davis’in karşısında son şampiyon John Higgins olacak, ilk seans da fazlaca uzun framelere tanıklık etmiş olsa da çok heyecanlıydı. Yakalamak lazım bir şekilde… O’Sullivan-Williams erken final gibi. The Rocket ilk turda bolca sol el çalıştı ve çok kısa bir bölüm dışında yükselen Çinliler’den Liang Wenbo’nun maçın içine girmesine izin vermedi. Bu sezonun belki de en formda oyuncusu olan Mark Williams ise ilk turda beklenenden fazla zorluk yaşadı Marcus Campbell önünde. Campbell da o ‘sakallı tavernacı’ imajıyla benim için idol gibi bir şey olurdu heralde snooker kariyeri düşünsem, göbek de kontrolden çıkmış vaziyette zaten… Neyse ki farklı bir kariyer düşünüyorum, derslere zaman zaman takım elbiseyle girip uzaklara bakıyorum. Geri dönelim. Selby-Hendry maçı da güzel olacak. The Golden Boy da ilk turu zorlu geçirenlerden, 1991 doğumlu Zhang Anda bu oyunun gördüğü en başarılı Çinli bile olabilir. Bunu efsane karşısındaki ilk dünya şampiyonası maçında da gösterdi. Stephen Hendry kişisel sempati olarak aktif oyuncuları listelesem… Dominic Dale, Mark Allen, Ronnie O’Sullivan, Ken Doherty, Stephen Hendry. Evet, ilk beşimde yer buluyormuş. Şutör guard olur muhtemelen.
Şike söylentileriyle başı derde giren Stephen Maguire, aynı dertten muzdarip Stephen Lee önünde iyi bir görüntü verdi. Fakat çeyrek final için tercih edilebilecek bir isimdir şu şartlar altında. Hatta bana kalırsa favori de değil The Pocket Dynamo karşısında ikinci tur maçında. Yürüyedur be çocuk, bir haftadır bilgisayarımın duvar kağıdını süslüyorsun. Guy Love!
Yedek kulübesinde Mert Nobre’den medet uman Beşiktaş bir yana, sağ beki 17 milyon değerinde olup forveti sakatlanınca David N’Gog’a kalan Liverpool nedir? Tehlikenin farkında mısınız? Peki ya Tuna Kiremitçi’nin Cumhuriyet gazetesinde yazması?