Akıcı Almanca: Jan Jagla Röportajı (sport1.de)


SPORT1: Bay Jagla, sezon öncesinde Gdynia’da çok mutlu olduğunuzu söylemiştiniz. Şimdiyse sezon bitmeden Asseco Prokom’dan ayrılmış bulunuyorsunuz. Neden?
Jan Jagla: Bu her şeyden önce Euroleague’de Son 16’da kendimize yer bulamamızla alakalı. Ve Polonya liginde de sahada en fazla üç yabancı bulundurmaya izin olması, benim işlerimi zorlaştıran bir durumdu. Kulüp bu şartlara adapte olabilmek için birkaç değişiklik yapmak zorundaydı, aynı dönemde ben de birkaç çok cazip teklif aldım. “Bu birkaç değişiklikten biri neden ben olmayayım” diye sordum kendime, öyle de oldu.

S1: Nasıl oldu da sezon başından bu yana yalnızca iki lig maçında sahaya çıkabildiniz?
JJ: Gdynia yerli kadrosunda başarılı bir Leh power forvet -Robert Witka- barındırıyordu. Ben Euroleague’de uzun süreler sahada kaldığım için, coach yerel ligde beni dinlendirmeyi tercih ediyordu. Genelde şöyle söyleyerek: “Kendini Euroleague için sakla. Bu maçı nasılsa sen olmadan da kazanacağız.”

S1: Sen olmadan çıktıkları beş maçın ikisini kazanamadılar ama?
JJ: Evet, kazanamadılar…

S1: Kulüp sizin üzerinizde daha ısrarlı olmadığı için hayal kırıklığına uğradınız mı?
JJ: Hayır, aslında durum bu değil. Açıkça söylemeliyim ki yüksek bir seviyede oynayan mükemmel bir kulüpte çok mutlu bir dönem geçirdim. Beni hayal kırıklığına uğratan tek şey, aksine Euroleague’de sonraki tura kalifiye olamamamızdı. Geçen sezon çeyrek final oynadıktan sonra, gruptan çıkmak kesin olarak hedefimizdi.

S1: Birden fazla tekliften bahsettiniz, Beko BBL’den de sizinle ilgilenenler var mıydı?
JJ: Evet, Bundesliga’dan da birkaç ilgi çekici teklif geldi.

S1: İlgi çekici? 2009’da bu ligi nasıl eleştirdiğinizi düşününce, bakışınızda bir değişim olduğunu söyleyebiliriz heralde. Artık Bundesliga’dan gelen teklifler de ciddiye alınıyor demek?
JJ: Kesinlikle ciddiye alınıyor. Bundesliga gelişimini sürdürüyor. Alman oyuncuların git gide Avrupa basketboluna daha iyi entegre olduğunu ve yöneticiler tarafından da desteklendiğini gözlemliyorum. Örneğin Ulm, Trier gibi takımlar sürekli iyi Alman oyuncuları ssahneye çıkıyor ve ortaya iyi şeyler çıkıyor. Öte yandan o gün söylediklerimi hatırlıyorum ve o sözlerin de arkasındayım. En azından o dönem için doğru şeylerdi. Buna rağmen son iki yıldaki gelişimi görmezden gelemem, BBL artık oyuncular için çok daha cazip bir adres.

S1: Türk Telekom ile anlaşmanız ne zamana dek geçerli?
JJ: Şimdilik yalnızca sezon sonuna kadar.

S1: Uzatmaya yönelik bir opsiyonunuz var mı?
JJ: Hayır, ilk olarak sezonu sonuna kadar götürüp nasıl devam edeceğime bakacağım. Euroleague elbette benim için bir hedef, fakat Bundesliga da öyle. Gelecek sene için somut planlamalara henüz girişmediğimi de itiraf etmeliyim.

S1: Türk Telekom sizden ne bekliyor?
JJ: Takım şimdiye kadar iki kez coach değiştirdi. Sezon başında da burada birkaç problem vardı, fakat bu tablo değişti. Gelen giden oyuncular oldu. Ve takım olarak ilk aşamada play-off oynamayı hedefimiz olarak belirlemeliyiz.

S1: Yeni kulübünüzle uluslararası arenada da devam edemiyorsunuz. Sizi oraya çeken neydi öyleyse?
JJ: Türkiye ligi şu anda Avrupa’nı nen iyi iki ya da üç liginden biri olarak anılıyor. Öte yandan Fenerbahçe, Efes ve Galatasaray gibi takımlara karşı oynamak bir oyuncu için her zaman büyük
birer meydan okuma.


S1: Heiko Schaffartzik’in transferde nasıl bir etkisi oldu?*
JJ: Heiko uzun zamandır tanıdığım iyi bir arkadaşım. Onun orada oynayıp oynamaması benim için karar verici bir etken değildi doğrusu. Yine de takımda eski bir tanıdık olması her zaman adaptasyonu kolaylaştırmak adına iyi bir şeydir.

S1: Transfer öncesinde kendisiyle konuştunuz mu?
JJ: Elbette. Aslında sezon boyunca temas halindeydik ve daha adım Türk Telekom için anılmaya başlamadan da fazlasıyla konuştuk.

S1: Sizin adınızı Ankara ekibinin gündemine getiren ne oldu?
JJ: Yeni başantrenör -Timuçin Meriç- beni buradaki ilk dönemimden de tanıyordu. Onunla o zamanlarda da iyi anlaşırdık. Bireysel olarak da bolca birlikte çalıştığım bir antrenördü. Sezonun ortasında ondan böyle bir teklif alınca detayları konuştuk ve geri dönüşüm için bir yol bulmayı başardık.

S1: FC Bayern çalıştırıcısı Dirk Bauermann da sizi arayanlardan biri miydi?
JJ: Hayır, Dirk Bauermann şu anda ikinci ligde görev yapıyor. Sanırım, müthiş bir futbol geleneğinden gelen kulübünü üst lige taşıdıktan sonra benimle ilgilenmeyi düşünebilir. Şimdiden geleceğe yönelik bu denli büyük planlar içine girdiğini sanmıyorum aynı zamanda.

S1: Önümüzdeki yaz Litvanya’da düzenlenecek Avrupa Şampiyonası’nı da düşünmeye başladınız mı?
JJ: O da benim için henüz uzakta sayılır. Hangi oyuncuların orada olacağıyla ilgili bile net bir şey söyleyemiyorsunuz. Aynı zamanda bildiğiniz gibi federasyon milli takım antrenörünün, aynı anda bir kulüple ilişikte bulunmasını da istemiyor. Bu yüzden yakın zamanda çalıştırıcı konusunda da bazı kararlar alınabilir gibime geliyor. O güne kadar tamamıyla takımıma odaklanmak istiyorum.


S1: Dirk Nowitzki ve Chris Kaman’ın tekrar kadroya dahil olması halinde yeniden yedeğe çekilme ihtimali sizi rahatsız ediyor mu?
JJ: Hayır ben her zaman takım için verebileceği ne varsa masaya koymayı deneyen bir oyuncu oldum. Yaza nasıl bir form durumuyla gireceğimi de şu anda ancak tahmin edebilirim. Bu konular hakkında henüz uzun uzadıya düşünmedim açıkçası.

S1: Planlarınızı Ankara’daki takımınızda ilk beşte çıkacağınzı üzerine mi kuruyorsunuz?
JJ: Türkiye’de de yabancılar konusunda belli sınırlamalar var. Orada da 12 kişilik kadroda yalnızca beş yabancıya izin var ve sahada her an iki Türk bulunmak zorunda. Ama ben ilk günden itibaren takımın önemli bir parçası olacağıma ve maçlara da ilk beş çıkacağıma inanıyorum.

* Heiko’nun haberlerini en son Ankara’nın renkli(!) gece hayatından alıyorduk İsmail Özkısaoğlu vasıtasıyla. Fakat takımla yollarını ayırıp ülkesine geri döndü. ALBA Berlin forması giyecek. Türkiye’de kız düşüremeden ayrılıyor olması bizi de üzdü ama…

Bunu neden çevirdiğimi bilmiyorum. En son bu zahmete geçen sene Jürgen Klopp röportajı için girmiştim. Ve her satırına değmişti. Bu yukarıdaki ise pek bir şey söylemiyor. Sanırım yapabildiğimi kendime göstermek içindi. Bir de dün yine Elias Harris’i izledim… Kapıları tutun, Alman basketbolu geliyor!

Michael Spandern sormuş soruları. Michael, du bist mein Lokomotiv!

HEDİYE PAKETİ YAPALIM MI?


Bu yılbaşında en güzel hediyeyi Fenerbahçe Ülker taraftarı alıyor gibi.

Panathinaikos’ta özellikle son senesinde kısıtlı sürelere verdiği reaksiyon soru işaretlerine yol açmış olabilir ama büyük sahneye yeniden çıkmak için son fırsatını burada elde edeceğinin farkında gözüküyor. Yani doğru kafa yapısıyla burada olacaktır. Bizim için de onun gibi bir virtüözü izlemek için son fırsatlar, orada olacağız.

Foto: rewixas.deviantart.com

Yetmez Yıldırım Demirören!


Akatlar’daki ilk maçta “Yetmez Yıldırım Demirören” tezahüratı duyulur mu? Ya da taraftarın yüzde kaçı eşlik eder. Betsson over/under bahislerini 85 üzerinden açmış, iyimser davranmış.

Nick Hornby’nin aşağıda paylaştığım, anaakım futbol üzerine söylediği sözler dahi doğru okunduğunda tek başına özetleyebilir durumu. Geçen sene -bugünün şartlarında Avrupa basketbolu için daha değerli bir oyuncu olan- Brad Newley’ye yapılanlar ve üzerine gelen seksenli yılların Yeşilçam filmlerinin söylemini taşıyan Şeref Yalçın açıklamalarından sonra, bunları görmüş birisinin hava alanına koşmasını beklememeli. Ben de koşmayacağım. Aksine bu formayı oyunun tek ve asil amacı olan kazanmak için ıslatan adamlardan sakınılan değerlerin, bugün enkazından ancak bayat bir pazarlama fenomeni çıkarılabilen bir başkasına bol kepçeden sunulması aslında daha büyük bir tepkiyi gerektiriyor. Benim tepkim burasıyla sınırlı olacak… Dostlar için birkaç Akatlar seferi düzenleriz, fakat bu sezon şimdiden iki maça gittiğimi düşünürsek aynı yoğunlukta olmayacaktır. En tuhafı ise bu transferi içine sindirip “Yetmez Yıldırım Demirören” diye bağıracakların, birkaç gün sonra alaşağı edilişine alkış tuttukları Beşiktaş değerlerinden bahsedip prim yapmaya çalışmalarını izlemek olacak…

FYI, Akatlar’da Maç Oldu


Dün akşam Deutsche Bank Skyliners maçı için Akatlar’daydık, salonun ismiyle halen pek barışık değilim… Burak Bıyıktay’ın çok büyük hayranlarından olmadığım sır değil ama saha içindeki marazlara gelene kadar bayağı bir yol katetmeniz gerekiyor konu Beşiktaş Cola Turka ise. Yine de biz o yolu görmezden gelelim, golü yiyerek tehlikeyi savuşturmayı tercih edelim.

Geçen sene pota altında gamsız yapısı ve eşleşmelerinin çoğunda rakibe oranla ağır kalması nedeniyle, hücumdaki üst düzey yeteneklerine rağmen savunmada bir kara delikten öteye gitmeyen Lonny Baxter’ın varlığında bir savunma takımı olmak pek mümkün görünmüyordu. Her ne kadar kanatlarda hem Muratcan Güler, hem de Brad Newley savunmada yetenekleri kadar iş disiplinleriyle de önemli birer silah olsa da ancak münferit bir değer sağlayabiliyorlardı. Bu sene takıma dahil edilen Vanderbilt mezunu Andrew Ogilvy de bulabileceğiniz en sert oyuncu sayılmaz, hatta oyununun zayıflıklarını sayarsak en yukarıya yazılır lateral çabukluğunun yetersizliği ve savunma bilgisi eksikliği. Fakat karakter de devreye girdiğinde, seneye daha yüksek profilli bir lige kapağı atma ve daha iyi kontratlar kapma peşindeki Avustralyalı’nın Baxter sonrası ileri yönde bir adım olacağını düşünüyorum.

Gelin görün ki, eldeki malzemeden bağımsız olarak bir Bıyıktay takımı olarak savunma karakteri gösterme ihtimaliniz pek yok. Yumuşak savunma yapıları, niteliksiz hücumlar Bıyıktay’ın “mutlu oyuncular, mutlu basketbol” düsturuyla açıkladığı fazla iyimser basketbol bakışının default olarak getirdiği görüntüler.


Mire Chatman söylenene göre yazı pek iyi değerlendirmemiş ve takıma oldukça geç katılmış. Şu sıralardaki oyununun üstüne koyup geçen seneleri hatırlatacak performanslar vermesi kuvvetle muhtemel. Michal Ignerski dört senedir ACB’de forma giyiyor ve ev sahibi oldukları Eurobasket ’09 performansından bihaber olanlar için bunu söylemek bile yeterli olacaktır. Fakat kesinlikle Newley kadar komplike bir oyuncu değil. Üstün fiziğine rağmen savunmada esaslı bir faktör değil ve hücumu da dış şut odaklı daha ziyade. Newley gibi değerleri bulduktan sonra elde tutmak için çok az şey yapıyoruz, bu sır değil ve yavaş yavaş kanıksadık da. Fakat Newley örneği özelinde gidersek, gerçekten mide bulandırıcı bir hal almıştı oyuncu-kulüp ilişkisi. Tık! Zaten bu anlamda üçüncü dünya ülkelerine yakışır o seviyemizi Şeref Yalçın’ın Haluk Yıldırım merkezli açıklamalarıyla bir kez daha açık etmiştik. Tüm bunlar seyircinin -ve oyuncunun da- aidiyet hissetmesini namümkün kılıyor. O yüzden isterlerse Allen Iverson’ı değil Kobe Bryant’ı getirsinler, değişen hiçbir şey olmayacak benim nazarımda.

Dün birisi kenardan geldi, diğeri de tribündeydi ama Bekir Yarangüme ve Serhat Çetin iyi transferler. Cüneyt Erden ve üçlüklerinin Akatlar sakinlerindeki hatıratı Damir Mrsic gücündedir neredeyse. (30 Nisan 2004 vs. Darüşşafaka, 10 Nisan 2008 vs. Galatasaray Cafe Crown) Özellikle parantezdeki ikinci maçta gelen o üçlüğün hançer etkisi birçoklarında hala bakidir. Bunu en azından bu sezon yaşamayacağını bilmek güzel duygu.

Yıllardır genç yetenek diye yutturulmaya çalışılan Arın Soğancıoğlu’dan sonra 1992 doğumlu Murat Kutlu’yu izlemek güzeldi. Gerçi babasının kim olduğunu bilmiyorum, temkinli yaklaşmakta fayda var.


Frankfurt ekibi için maçın başında söylediğim sözü alıntılamak uygun olacak: “Anlaşılan Deutsche Bank para musluklarını kapamış.” Geçen sene play-off ilk turunda önemli bir sürpriz gerçekleştiren takımı sırtlayan oyunculardan Aubrey Reese ve Seth Doliboa zaten ülkemize transfer oldu. Temel taşlardan bir diğeri olan Derrick Allen’ı ise ALBA Berlin kaptı. İlk maçtaki büyük size dezavantajlarını gidermek adına yaptıkları iki uzun transferini geçen haftaya yetiştirebilselerdi eşleşmenin seyri büyük oranda değişebilirdi. Ancak geçen sene Kepez Belediyesi’nde izlediğimiz Brad Buckman oyuna girdiği gibi faulleri sıralayıp ikinci yarı sahaya pek adımını atamadı ve Kanada milli Jermaine Bucknor da takıma adaptasyonunu sağlamak için daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu gösterdi. Buna rağmen verilen 15 hücum reboundu ve üçüncü çeyrekteki rezalet alan savunmasında Finlandiya’dan transfer Ajene Moye’den yenen basit basketlerle az daha tur tehlikeye gidiyordu. Ama Murat Didin’in halefi olan Finlandiya vatandaşı Kanadalı basketbol adamı Gordon Herbert’ın işi çok kolay olmayacak. (Evet Kanada ve Finlandiya dedim, çok matah bir scouting işlemiyor gibi Deutsche Bank Skyliners cephesinde.)

More News from Nowhere #9

– Çocuklar iki haftadır yazı yazmamışız, konu eksiğimiz var, hemen başlayalım…


– Ne zamandır eve de uğramıyorum okulun yoğunluğundan, bugün hazır bir kaçamak yapmışken birkaç güzel maç izlemek istedi deli gönül. Ne yazık ki, Türk televizyonlarının hayattan soğutan ‘rakiplerimizi tanıyalım’ haftasına denk gelmişiz… Hayır, Atletico Madrid bilmediğimiz bir takım mıdır? Bilmeyen varsa da söyleyelim, Madrid’in diğer takımı top oynamıyor. Galatasaray’ın da iddia edilenin aksine iyi kura çektiğini düşünüyorum, bir sonraki tur daha düşündürücü olabilir ancak Everton’ın da bu sene pek havasında olduğunu söyleyemiyoruz. Yine de Sporting’i eleyeceklerdir, sonrasında da Galatasaray’a Atletico’dan fazla sorun çıkaracaklardır. Tabi bunlar benim düşüncelerim…

– Türk televizyonları demişken burada daha önce bahsetmiştim devlet kanalının Bundesliga’nın yayın haklarını almasının sonuçlarından. İlk aşamada Ramazan ayındaki iftar özel programları sebebiyle üçüncü kanala sürülen Alman liginin en önemli kapışmalarından olan Hamburg-Bremen maçı da TBMM engeline takıldı bugün. Nord-Süd Gipfel sonrası Nordderby de yalan oldu sayelerinde… Artık saçma sapan maçları Kerem Öncel anlatımıyla dinleyeceğim diye TRT’ye takılmayacağım. Bundesliga yazısı bekleyenler varsa kusura bakmasın…


– UK Championship üst düzey bir turnuva oldu, herhalde şampiyonanın kalitesine yakışmayan tek maç da ironik biçimde final oldu. Fikstürde heyecanın doruk yaptığı dönemlerden birindeyiz ve ocak ayındaki Masters da ilaç gibi gelecek. Bu arada veteran Jimmy White da heyecan yarattı Wembley buluşması öncesinde, wild card için Liang Wenbo çok daha güzel bir isim olurdu açıkçası. Gerçi bu verilen kararı da çok anlamsız bulmuyorum, Jungle Jimmy’nin malum yarışma sonrası yaptığı sükseyi de düşününce. Zaten Wenbo uzun yıllar Wembley’de olacaktır bundan sonra. Açılış gecesinde Mark King’i yenip yoluna devam edebilir her şeye rağmen… Onun için de çok hoş bir tecrübe olmaz öte yandan. İlk turdaki tüm eşleşmeler güzel doğal olarak da O’Sullivan-Robertson eşleşmesine dikkat!

Geride bıraktığımız turnuva hakkında ben bir yazı yazacaktım ama Higgins-O’Sullivan maçının sadece son bölümüne yetişebildiğim için pek de yeterli görmedim kendimi o açıdan. Maçı izledim ama araya da başka şeyler girdi sonra, İnan yazsa okurduk. Akılda kalanlar arasında en önde gelense 8-2’den geri geldiği bir günde son snooker için masaya dönmeyip rakibinin elini sıkmaya giden bir Ronnie O’Sullivan. 13. framedeki hadise sonrası bir John Higgins mağlubiyeti gelseydi en basit haliyle yazık olurdu, fakat Roket bir anlamda şampiyonluğunu engelledi o geri dönüşüyle büyük rakibinin… Zira finalde Ding Junhui karşısında en kötü oyunlarından birini sergiledi, genelde turnuvanın ortasında yaşadığı ve bir şekilde üstesinden gelebildiği mental düşüşlerini o büyük yarı final sonrası oynanan finale bırakınca beni çok şaşırtmayan bir yenilgi aldı Higgins. Ama o kahverengi de kaçmayacak artık…


– Lakers maçına baktık biraz, sezonun ilk toplu konuşması bir test yayını vazifesi gördü. Böyle başarılı kadrolar kurunca normal sezona odaklanmak taraftar için de pek kolay olmuyor açıkçası. Luke Walton’ın sakatlandığını, Ron Artest’in savunma katkısıyla play-off için umut verdiğini fakat üçgene tam olarak adapte olamadığını, Jordan Farmar’ın şut sokmaya ve daha aklı başında oynamaya başladığını, Pau Gasol’ün de rebound konusunda kendini aştığını duymuştum. Kontrat sezonunda yatışta hız kesmeyen Lamar Odom’ın yeni sözleşmeye imza attığı ve bir Kardashian ile evlendiği bir yazın üzerine sezona konsantre başlamasını bekleyen yoktu herhalde. Yanılmamışız… Andrew Bynum’ı bir de şu zorlu fikstürde görelim derim ben. Rakamları güzel ama iyi uzunun sayılı olduğu şu ligde kalbur üstü takımlara karşı verdiği performansı görmeden ikna olmam çok kolay değil.

Neyse ki böyle bir zamanda geliyor Christmas ve bizim için Starbucks’ta sınırsız toffee nut latte içebilmekle olduğu kadar, gecenin ana menüsü olan Lakers maçının heyecanıyla da güzelleşen bir dönem. Scrubs’ın dördüncü sezonundaki “My Hypocritical Oath” bölümünde Dr. Cox’ın Christmas gecesinde nöbeti boyunca eve gidip Lakers-Heat maçını izlemek dışında bir şey düşünmediğini hatırlıyoruz mesela, bizim için de böyle bir şey bu. Geçen seneki Celtics maçının tadı hala damağımızda. Artest’in de gerçek Laker olduğu gece anlamına gelebilir bu maç. Gelmeli de… Tophane’de 20-25 kişilik bir grup olarak buluşacağımızı tahmin ediyorum. Nedir, ne değildir bilmek isteyenler LakersTR forumlarına yönlenebilir. Gerçi şu anda işlevsel değil kendileri, ama kısa sürede düzelecektir. Sorusu olan buradan da yazabilir zaten, nedir ki…

“Listen up. I have been cursed to work the night shift with you chuckleheads, which means I have to tape the Lakers-Heat game. And seeing as no one in the history of this germ box has ever made it through a shift without saying “Oh my God, oh my God, did you see what happened last night on America’s Fattest Fatties? A 900 pound woman lost a pound and a half and cried for twenty minutes!” Be warned: If you utter a word about the score of the game, it will be your last.”


– Türk Telekom daha da kötü takım olmuş be… İzlemeyin!

Lamayn Wilson benim takımımın oyuncusu olsa sahaya yakın bir yerde konuşlanıp, suratına tükürürüm sanıyorum… Kenarda Galatasaray Cafe Crown döneminde de çok eleştirdiğimiz, ülke basketbolunun en aciz coachlarından Murat “Liselim” Özyer oturunca, Ercüment Sunter’in görev değişimine de sevinemiyorsun. Bu kadar kötü yönetilen bir şirket olsa bugüne kadar iflasını ilan ederdi… Türk Telekom arkanda olunca paranın çok da önemi yok belki ama yıllardır o bütçenin karşılığında kurulan takımlar, ısrarla Steve Nash diye yutturulmaya çalışılan Tutku “Tutku Açık Milli Takımda Neden Yok” Açık, kadroya alınıp benchin en sonunda oturmaktan öte bir misyon verilmeyen turşuluk guardlar ve her şeyden önce E-Sunt faktörüyle o kadar soğumuşuz ki yarın kapansa üzülmeyecek durumdayım… Zaten Türk Telekom markasına da kılım ne zamandır, isabet olur…


– Mark Hughes gitmiş, yerine gelen isim de Roberto Mancini olmuş… Craig Bellamy’nin liderlik ettiği bir oyuncu grubunun kararı protesto ettiği söyleniyor. Bellamy gelecek hocanın kendisine aynı şansı muhtemelen vermeyeceğinin farkında sanırım… Ben Hughes’a çok güvenen biriyimdir, burada birkaç kez bahsettim. Hatta ilk menajerlik yıllarında hep Alex Ferguson sonrası dönem için aday olarak gördüğüm bir adamın City ile imzalaması da hiç hoşuma gitmemişti. Bugünden sonra çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama kendisine güvenimde bir azalma meydana gelmedi. Evet, kötü bir dönem geçirildi ve City’nin şu anda olması gerektiği yerden aşağıda konumlandığını söyleyenlere katılmamak mümkün değil. Fakat burada geçen senenin başındaki Robinho transferi yazmıştık, Hughes’un karakter olarak başkasının yaptığı bir plana uygulayıcı olarak dahil olup başarıya gitmesi mümkün değil. Yapılan transferlerde fikrinin alınmaması konusunda yöneltilen sorulara ılımlı cevaplar verip, bu seviyedeki oyuncuların transferine üzülecek değilim minvalinde açıklamalar yapmış olsa da karar ona bırakılsa Robinho gibi bir adamla çalışmak istemeyeceği o gün de bilinen bir durumdu. Sonrasında kovulacağını bildiği bir maçta Emmanuel Adebayor’u yanında oturtup, güvendiği Roque Santa Cruz ve -şimdi arkasından ağlayan- Bellamy gibi oyuncuları sahaya sürmesi beyhude bir hareket olmamalı.

Mancini, selefine oranla çok daha oportünist bir çizgi gösteriyor teknik direktörlük kariyeri boyunca. Ada’daki İtalyan modasının da asistiyle güzel yere kapak attı Mancini, Arsenal ve Liverpool bu haldeyken takımı üçüncü sıraya taşıması benim için büyük sürpriz olmaz. Ama Hughes’un başarısızlığını savunanlara bir argüman da olamaz…


– Sabah ders var, uyku trenini kaçırmışa benziyoruz. Serinin 2005 versiyonundan bu yana ara vermiştim Championship Manager/Football Manager sabahlamalarına… Oyun nerelerden nereye gelmiş, bir ‘maşallah’ çektikten sonra Ipswich Town’ı alarak Roy Keane’in menajerliğine meydan okuduk vakit kaybetmeden. Keane ile düşme hattının hemen üzerine zincir atmış takımı 23 maç sonunda dördüncü sıraya taşımakla övünmeyeceğim, zira hedefimiz büyük. Liam Trotter, Connor Wickham ve Zavon Hines gibi isimlerle sonraki 10 yılın takımını kuruyoruz. Go Tractor Boys!

Akdeniz İnsanı Böyledir Abi!


Unicaja Malaga-Regal Barcelona maçı hafta sonunun ACB programında en seyre değer parçaydı. Genelde ACB bu büyük maçları cumartesi gecesine koyar, geri kalan maçların büyük bir bölümü ise pazar öğle saatlerinde oynanır. Maçlarının saatlerini bir gelenek haline getirebilmiş liglere hep imrenerek bakmışımdır. Memlekette dış faktörlerden en az etkilenen, en büyük endüstri halini almış spor dalı olan futbol bile bu konuda oldukça kararsız bildiğiniz gibi. Bu yıl ilk kez kombine kart olayına giriştiğim için daha da yakından görür oldum. Pek bir kurala göre hareket ediyor gibi değil federasyon. Bu sene ilk kez pazartesi günü de programın içine sokulur gibi olmuştu, bunu Fatih Terim’in istediğini duymuştum kendi ağzından. Herhalde Terim gidince bu uygulamaya da son vermişler. Bir tarafta gelenekten bahsediyoruz, diğer tarafta ülkenin milli takım hocasının isteklerine göre değişebilen bir şey var… Saat olayına hiç girmiyorum zaten.

Bunları tekrar duymaya ihtiyacınız yoktu belki ama bunu duymalısınız: Perşembe gecesi Euroleague’de grubun liderlik maçı için Montepaschi Siena karşısına çıkan Barça, bu maçın üzerinden 48 saat geçmeden ligin önemli deplasmanlarından olan Malaga deplasmanında ter döktü. Bu da oldu… Euroleague maçının da deplasmanda olduğunu belirtmeliyim. Üstelik Siena’da hava alanı olmadığından zorlu bir seyahat anlamına geliyormuş sanırım bu deplasman. Bu konuda Yiğiter Uluğ’un yalancısıyım. TRT’deki Süper Basket programında da konuşuldu uzun uzadıya, ben de cumartesi gecesi maçı izlerken takdir etmiştim. Buraya da yazalım. Demek ki neymiş? Barcelona gibi çok büyük bir kulüp bile kendi değerini, ancak ve ancak ligin marka değerini yükselterek yukarıya çekebileceğinin farkında. Ligin değerini yükseltmek, o ligi oluşturan unsurların kendi bireysel amaçlarından yukarıda tanımladıkları bir üst amaç. ACB de işte bu ortak bilinç sayesinde bugün Avrupa’nın açık ara en iyi ligi. Basketbolun belki de Euroleague’in bile önüne geçmiş, dünya üzerindeki 2 numaralı organizasyonu. Başlıktaki yalan da Türk insanının yarattığı birkaç büyük yalandan biridir. Tüm kabahatlerinin günahını toprağının üzerine bu kadar rahat atabilen bir ulus…


Türkiye’de bu tabloyu herhangi bir spor dalında ne zaman görebiliriz? Efes Pilsen perşembe günü oynadıktan sonra, ona hiçbir güç cumartesi günü maç oynatamaz. Oynatsa Ergin Ataman basın toplantısı düzenleyip, ‘önümüzü kesmek istiyorlar’ konulu bir açıklama sunar mesela… Örnek veriyorum sadece, diğer kulüplerde de farklı bir tepki olmaz kesinlikle. Daha geçen ay Mustafa Denizli’nin açıklamalarını koymuştum buraya Wolfsburg maçı öncesindeki. Salı günü maç oynayacaklarmış da, cuma günü uygunken neden cumartesi oynatılmışlar. Oysa ki rakipleri Wolfsburg cumartesi erken saatlerde oynamış maçını… Bu maç Türkiye’nin maçıymış. Sevgili Denizli, Bundesliga bugünkü gibi dünya çapında izleyici bulan bir lig olabildiyse bunu o stabil maç takvimlerine borçlular her şeyden önce. Orada yıllardan beri her cumartesi 15:30-17:15 taksilerde radyolar açılır, maçlar dinlenir. Senin ülkenin bir futbol kültürü yaratması için, Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde alacağı tesadüfi bir Wolfsburg galibiyetinden önce bunları düzeltmesi gerektiğinin farkında olmalı senin gibi spor adamları. Ve her şey gözümüzün önünde olurken, bu başarılı organizasyonlar televizyonlarımızda da yayınlanırken, devekuşu kafasını ne zaman çıkaracak topraktan?

More News from Nowhere #8 – En Son Yürekler Ölür


Başlayalım bakalım. Fenerbahçe’nin İnönü’yü ziyaret edeceği bir cumartesi gecesi daha. O cumartesiler için şarkı yazıldığı dönemler çok uzak değil, ama son yıllarda istikrarlı olarak Fenerbahçe’nin gelip kazanıp geri dönmesi -evet, bu sıralamayla gelişiyor her defasında- o şarkıların dillendirilmesi noktasında bir çekingenlik yaratıyor ister istemez. İsmail Köybaşı’nın yerine müzmin sol bekimiz yine takımı felç bırakacak, forvette muhtemelen Mert Nobre’nin öz benliğiyle savaşımı yepyeni bir epizotla karşımızda olacak… Tablo nereden bakarsan bak çok güzel şeyler vadetmiyor ve yıllar sonra İnönü’de kritik bir Fenerbahçe galibiyetinin bizim uğursuzluğu dillerden düşmeyen kombine tayfasına denk geleceğine de pek ihtimal veremiyorum. Dün tam maçı düşünürken otobüste yanıma oturan kızın kitabının kapağına baktım ve “En Son Yürekler Ölür” yazıyordu. Mantarlığını daha önce birkaç arkadaşa teyit ettirdiğim Canan Tan adlı hanımefendinin bir eseriymiş, yine de bir işaret olarak algıladım ve etrafa negatif elektrik yaymadan, öldürücü Yusuf-Tello-Ekrem-Nobre hücum hattından gol ya da goller bekleyeceğime dair kendime söz verdim. Kısmet… Rüştü Reçber’i de çok özlemiştik, o da bambaşka olacak.

Dün akşamki Efes Pilsen-Galatasaray Cafe Crown maçına gitmeyi planlıyordum ne zamandır. Sonra hesapta olmayan bir bilgisayar problemi Cevizlibağ’a kadar götürdü, ben de gidip evde izledim. İlk yarı sonrası oksijen ihtiyacından kendimi dışarı atmak durumunda kaldım, bu maçı son dakikaya kadar izleyebileni takdir ederim. Ergin Ataman bile deli gibi baymıştı, yine de böyle galibiyetler takımın yerlerdeki oyun kalitesini görmeye engel değil. Ataman da bunun sıkıntısını yaşıyor belli ki. Entente Orleanaise karşısında alınacak bir mağlubiyeti, teknik kadro değişikliği izlemeli artık… Bogdan Tanjevic’i alt etmek böyle büyük bir kredi yaratmamalı. Tanjevic kalırsa, Efes Pilsen bu sezon sonundaki final serisinde de kazanan taraf olabilir. Fakat bu, Efes Pilsen markasının iki sene üst üste gruptan çıkamayarak kaybedeceği saygınlığı kompanse edebilecek bir başarı olur mu?
Mozilla Firefox da sorun çıkardı bilgisayarda, Google Chrome güzel browser ama hiç rahat hissedemiyorum. Kısa keseceğim galiba…

Artık maç nasıl baymışsa eve dönecek dirayeti bulabildiğimde saat 4:30 gibi bir şeydi. Uyumak istemedim, çünkü SporMax kameramanının da ilgi odağı olan Darius Washington’ın nişanlısı rüyama konuk olabilirdi. “How I Met Your Mother” izleyenler hatırlayacaktır, ikinci sezonda bir bölümde ‘crazy eyes’ muhabbeti geçmişti. Birisinin Washington’ı da bu konuda uyarması lazım bir an önce, ben böylesini görmemiştim… Maçın ikinci yarısına da sabah biraz göz gezdirdim de Bootsy Thornton şu sıralar büyük oynuyor ama şanssız bir şekilde Euroleague ara verdi tam adamımız havasını bulduğunda…

Neyse ne diyorduk, gece döndüğümde son çeyreğine yetişebildim Celtics-Magic maçının. Kevin Garnett’in kendini motive etmek için kafasına attığı şaplaklar biraz keyfimi yerine getirse de, beklediğim düzeyin çok altındaydı basketbol seviyesi. Hidayet Türkoğlu’nun gidişinden sonra Dwight Howard’ı besleme noktasında sıkıntı çekmesi bekleniyordu Magic kısalarının. Hakikaten de şu ana kadar öyle bir görüntü var, fantezi takımıma franchise player yaptım da elemanı oradan anlayabiliyorum. Faul problemine girmediği maçlarda da çok az şut kullanıyor Howard. Dün sadece 4 şut kullanmış ki Vince Carter’ın 29 şut kullandığı bir ortam söz konusu olan… Formunu hiç bulamamış bir Hidayet, bu olumsuzluğa rağmen her maç pota altındaki arkadaşının ağzına 1-2 tane ‘al da at’ dercesine pas atıyor. İçimdeki Mehmet Ayan…

Diğer maçlar için de yeni bir sayfa açayım, hatta browser konusundaki tutuculuğum da sürecek gibi, bir kez daha deneyeyim ben şunu..

Solaris?

Haftasonu basketbol gündemi yoğundu. Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin yerel futbolun mola aldığı bir döneme denk gelmesi zaten bazı şeylerin habercisiydi. Bu işaretleri görmemekte ısrarcıysanız da Beşiktaş Cola Turka-Efes Pilsen maçında yaşananlar size ülkedeki spor kültürünün ne düzeyde olduğunu bir kez daha hatırlatabilirdi. Zaman zaman unutsak da, genelde aklımızda bu durum çok şükür… Fakat Orkun Çolakoğlu-Alim Karasu ikilisini kıramayıp gittiğim maçta yeni şeyler öğrenmedim değil.

Bu takımın taraftarı maçın bitimine 1 dakika kala takımı 4 sayı yenik duruma düştü diye sahayla ilgilenmeyi bırakıp, oyuncusu çok kritik serbest atışlar kullanırken “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu” diye orada bulunan kulübün eski bir futbolcusuna tezahürata yönelebiliyor. Aynı taraftarın bir kısmı ülkedeki basketbol tribünlerinin genel çizgisi düşünüldüğünde büyük bir şans olarak görülmesi gereken Efesliler tribününe tekme tokat girebiliyor. Mağrur bir biçimde savunulan sebep basit ve fazlasıyla tanıdık: Tahrik! Geçen sezonki final serisi yazdığımız yazı arşivde, ‘tahrik’ kelimesinin ne denli ucuzlaştırıldığından orada da bahsetmiştik, tekrarın anlamı yok. Bir de ‘provokasyon’ var moda bir kelime olarak. Çoğunluğu kelimeyi telaffuz etmeyi de beceremiyor ama çok seviyorlar. Renkli basının sözde entelektüel temsilcilerinin ‘ad hominem’ fetişinin minimal bir örneklemi olarak görebiliriz.

Tabi bunun yanında işin organizasyonel boyutu var ve burası da fazlasıyla çarpıklık barındırmakta, kimsenin şüphesi olmasın. Sıradışı ‘kimlik kontrolü’ uygulamasına rağmen maçın başlamasına 50 dakika kala açılan kapılar. Tahrik kollayan taraftar profiliyle yan yana oturtulan konuk takım taraftarı. Medeniyet seviyemizden çok emin olduğumuz için, geçen sezonun dostane final serisinde sadece basketbol konuşulduğu için ve pek tabi içinde bulunduğumuz devlet bir polis devleti olmadığı için o bölgeye ancak olaylar yatıştıktan sonra gönderilen polis ekibi. Hepsi Akatlar’da. Fazlası ise akşam saatlerinde Abdi İpekçi’de.

Bir de Muratcan Güler’in annesi olduğunu iddia eden -böyle söylüyorum zira ciddi şizofreni belirtileri gösteriyordu- bir teyzeden azar yedik. “Sen ayağa kalktın diye oğlumun smacını göremedim” diye geldi devre arasında yanıma. Ne denir ki böylesine de…

“Utanç. Bu duygu insanlığı kurtaracak.”

Bu repliği hatırlatmıştık son TBL merkezli yazımızda. Ne yazık ki görebildiğim kadarıyla, bu duygu hala uğramamış ülkedeki bağnaz taraftar güruhuna… Yakın gelecekte uğrayacağını ve geneli etkisi altına alacağını düşünmek de fazlaca romantik olur.

More News from Nowhere #7


NBA sezonunun açılmasıyla o özlediğimiz rutinin içerisine girdik yeniden. Biraz da karşı koyamadığımız bir yaşam biçimine kendimizi bırakıvermek şeklinde gerçekleşiyor artık bu süreç sanırım. O yüzden ‘özlemek’ de doğru fiil olmayabilir… Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek her şeyi daha da kolaylaştırıyor.

İlk haftalar heyecanın tavan yaptığı dönemlerdir. Takımların yeni transferleri ciddi bir maçta görücüye çıkar, zihnini yeni oyuncu-forma kombinasyonlarına adapte etmeye çalışırsın. NBA TV “Premiere Week” kapsamında gecede iki maç yayınlayarak bu heyecanı kamçılar, hatta “League Pass” fasilitesi de bir süreliğine bedava olarak sunulur basketbolsevere. Fantezi oyunlarda rekabet başlar, ilk haftaya bir başka bilenirsin insan doğası gereği. FA takibinin en yoğun olduğu dönemlerdir, seçtiğin oyuncuya güvenmekle ‘geliyorum’ diye bas bas bağıran yeniyetmeyi seçme arasında dilemmalar yaşarsın. Hayatındaki en büyük karar odur o an için: James Johnson’ı beklemeye değer mi, değmez mi? Aman sabahlar olmasın…


Yine de ancak maçları izlemek için zaman yaratabiliyorum günlük sorumlulukların yanında… Biraz da mevsimlik blog havasındayız bu sebepten, farkındayım ama yapacak pek bir şey de yok.

Beşiktaş-Ankaragücü maçından çıkıp çılgın bir Halloween partisine gittiğim için Knicks-Sixers maçını kaçırmıştım. (Yok, hayatımda böyle derin çelişkilere yer yok.) İnönü’de ilk kez işe yarar sol kanat bindirmeleri görebildiğim için, yürek testi kıvamındaki bu maça gitme kararımdan pişmanlık duymuyorum. İlk onbirde İsmail Köybaşı’nı gördüğümüzde bunu ister istemez, salı günü 19 numara ile bir kez daha test edileceğimize yormuştuk. Fakat bu maçtan sonra sağlıklı bir İsmail’i yanında oturtabileceğine ihtimal vermiyorum Mustafa Denizli’nin. Maç boyunca çok da darbe aldı, ama oynayabilecek durumda olacağını umuyorum aslan parçasının. Denizli de maç sonunda yakın tarihten bir Sinan Engin açıklamasını yeniden yorumlayarak, maçın cumartesi akşamı oynanması üzerinden federasyona giydirmiş. Wolfsburg’un maçını Beşiktaş’tan üç buçuk saat önce oynamış olması bile argüman olarak kullanılmış Denizli tarafından. “Bu maç Beşiktaş’ın maçı değil, Türkiye’nin maçı” söylemi de kulağa çok ucuz gelmiyor mu?


Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Nihat Kahveci ve Rodrigo Tello’nun durumları da belirsizmiş Wolfsburg maçı için. Tello’nun geçen sene ortaya koyduklarını görmezden gelemem, her ne kadar şu anda üstlendiği görev için gerekli spesifikasyonları sağlamadığı aşikar olsa da. Fakat şu dörtlüden ancak İbrahim olanının durumu canımı sıkıyor şu anda… Matias Delgado’yu özlemeyen var mı? Hakan Arıkan’ın kaleyi koruduğu, İsmail’in soldan bindirip Bobo’yu pozisyona soktuğu ve topların da Delgado’da buluştuğu bir takımı hayal ediyoruz ne zamandır bizim Yeni Açık Üst tayfası olarak. Ama Mert Nobre yine oyundan çıkışlarında büyük alkış topluyor, gördüğümüz manzara bu. Neyse ki “Yeter Yıldırım Demirören” ritüeli bir şekilde sürdürülüyor, birçok çarpıklık barındırsa da…

Bu arada Beko Basketbol Ligi’ni izlemek istiyorum, bugün çok da kararlıydım ama olmuyor ne yazık ki. SporMax-SkyTürk ikilisinde ses kısmadan ancak Caner Eler’in yorumladığı maçları dinleyebiliyorum, onların sayısı da oldukça sınırlı. Hele bir Mehmet Ayan komedisi var ki uzun zamandır şahit olduğumuz… Sunumu sırasında kullandığı akıllara zarar tabirlerden bahsedip kendisini rencide etmek de istemem, burayı okumayacak olsa da. Belli ki bir şekilde, yukarıdan gelen bir emirle yapıyor bu işi ve sorunun kaynağının o olmadığı ortada. Fakat artık kendi ülkemin basketbolunu izlemek için kulaklık takmak çok yorucu geliyor. Açıyorum TRT’yi, eğer kanal lütfedip de maçı yayınlamaya karar verdiyse babalar anlatıyorlar da, yorumluyorlar da gayet güzel bir şekilde. Murat Murathanoğlu’nun ACB’de tuttuğu bir takım yok anladığım kadarıyla, zaten İspanyol basketbolcusunu pek sevmez, daha da iyi oluyor bu durum bizim için haliyle. Yiğiter Uluğ’un da uzmanlık alanlarından biri İspanya basketbolu, heralde Türkiye’de ondan daha yetkin bir isim bulmak mümkün olmazdı bu görev için. Tebrik ediyoruz… Bugün de Murathanoğlu’nun Carlos Jimenez için seçtiği “İspanya milli takımında Felipe Reyes’ten önceki Felipe Reyes” tanımını çevirmek için iyi bir uğraş verdi.


Unicaja Malaga’dan da bahsedelim. Beşinci maçlarından da yenik ayrıldılar yerel ligde. Bu sezonki kadro gerçekten çok yetersiz. Sezon öncesinde kaybedilen oyuncular sonrası yapılan olumsuz yorumlar üzerine, transfer seçimlerini beklemeden çok erken konuşmamak gerektiğini söylemiştim birkaç yerde. Ama bazı isimler beni de sadece hayal kırıklığına itti gerçekten. İki sezon önce Kızılyıldız eşleşmesinde Sinan Güler’in façasını aldığı Omar Cook’u, Unicaja’nın ilk beş oyun kurucusu olarak görmeyi düşünemezdim heralde. Yedeği Pooh Jeter da Anadolu kulübünde gol krallığına oynayacak bir guard, büyük takımda iş yapması mümkün değil… Açıkçası Aíto Reneses’in de elinin bulunduğu bu çapta bir organizasyondan beklenmedik tercihler. Joel Freeland’in iyi bir seçim olduğundan bahsetmiştim. İsmi çok tanıdık gelmeyen bu tarz oyuncuları çekip çıkarabilen bir kulüptür Unicaja Malaga. Freeland de onlardan biri olacakmış gibi görünüyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan gelen Archibald-Freeland ikilisi gayet iyi bir ikili… Taquan Dean de yakışıklı bir çocuğa benziyor, iyi bir skorer olabilir Euroleague seviyesinde. Ama geçen seneye göre büyük bir düşüş yaşadıklarını yadsıyamayız kadro kalitesinde. Giorgos Printezis de bugün kötü bir sakatlık yaşadı, hafta arasında Efes Pilsen karşısında oynayabileceğini sanmıyorum.

Bu şartlar altında geçen hafta Olympiakos deplasmanında farklı kazanan Malaga’ya rakip olabilecek mi Efes Pilsen? Cevap vermek kolay değil… Efes Pilsen bildiğiniz gibi. Partizan maçında salondaydım da Genel Başkan olmasa, o maçı da verip gruptan çıkmayı riske atacak gibiydi takım. Rotasyonda büyük değişimler olmamasına ve takım erken toplanmasına rağmen birbirinden habersiz bir oyuncu grubu var sahada. Igor Rakocevic’ten kesinlikle verim alınamıyor, bu konuya özel bir yazı yazmayı planlıyorum yakında. Ama rakibin bugünkü kötü görüntüsü sonrası ümitli olmadığımı söyleyemem.


Yenildikleri takım da ‘hoca değil etüt abisi’ denilen türden bir adamın, Joan Plaza’nın yönetiminde bir takım. Bugün kazanırlarken de takımın iyilerinden eski Beşiktaş oyuncusu Tyrone Ellis sadece ilk çeyrekte etkiliydi mesela. Geçen sezon Euroleague’de izlediğimiz, beğendiğimiz Earl Calloway tanınmayacak durumdaydı. Domen Lorbek’i istatistik kağıdında görünce hatırladım mesela, ne ara girdi çıktı anlamadım. Xavi Rey’i çok kötü durumda bulmadım, sevindim. Ama o da beklenilen adımı atamayan isimlerden, artık Cajasol kadrosunda gözümüzü bugün oynamayan Tomas Satoransky gibilerine çevirmemiz lazım. Oktay elemanla ilgili bir yazı da yazmıştı şurada. Tariq Kirksay kadrodaki bir diğer beynelmilel oyuncu da ben hiç hazzetmem kendisinden… Maurice Ager hala kadrodaysa takım için önemli bir parça, bugün sahada yoktu ve durumunu da araştıracak değilim.

Yine NBA konuşamadık. Bir dahaki yazı öncesinde taslak falan hazırlayacağım, söz veriyorum.

Kitlelerin Dehası

Ortalama insanda
Herhangi bir günde herhangi bir orduya
yetecek kadar ihanet,
nefret, şiddet
ve saçmalık vardır.
VE Cinayet konusunda En Becerikliler
Cinayet Karşıtı Vaaz Verenlerdir
VE Nefreti En İyi Becerenler
Sevmeyi Vaaz Edenlerdir
VE -SON OLARAK-
SAVAŞI EN İYİ BECERENLER
BARIŞ VAAZI
VERENLERDİR

Tanrıyı Vaaz Edenlerin
Tanrıya İhtiyacı Var
Barış Vaaz Edenlerin
Huzuru Yok
SEVGİYİ VAAZ EDENLER
SEVGİSİZDİR
VAAZ VERENLERDEN SAKININ
Bilmişlerden Sakının.

DURMADAN
KİTAP
OKUYANLARDAN
Sakının

Yoksulluktan Nefret Edenlerden
Ya da Gurur Duyanlardan Sakının

Övgü Göstermekte Hızlı Davrananlardan SAKININ
Karşılığında ÖVGÜ Beklerler

Sansürlemekte Hızlı Davrananlardan SAKININ
Bilmedikleri Şeylerden
Korkarlar

Sürekli Kalabalıkları Arananlardan Sakının;
Tek Başlarına
Bir Hiçtirler

Ortalama Erkekten
Ortalama Kadından
Sakının
Sevgilerinden SAKININ

Sevgileri Vasattır, Vasatı
Aranır Dururlar
Ama Nefretleri Dahiyanedir
Nefretleri Seni Beni
Herkesi Öldürebilecek Kadar
Dahiyanedir.

Yalnızlığı İstemezler
Yalnızlığı Anlamazlar
Kendilerinden Farklı
Herşeyi
Yoketmeye
Çalışırlar

Sanat
Yaratamadıklarından
Sanatı
Anlayamazlar
Yaratma Başarısızlıklarını
Dünyanın Beceriksizliğine
Yorarlar

Kendileri Tam Sevemedikleri İçin
Senin Sevginin
Eksik Olduğuna İNANIR
VE SENDEN
NEFRET EDERLER

Ve Nefretleri
Parlak Bir Elmas
Bir Bıçak
Bir Dağ
Bir KAPLAN
Bir Baldıranotu Gibi
Mükemmeldir

En Usta Oldukları
SANATTIR
NEFRET

Charles BUKOWSKI
Çeviri: Ümit TOSUN