Apu Nahasapeemapetilon Vol. 3


1987 yılında Seattle’da gerçekleştirilen All-Star haftasonu, önceleri yalnızca bir Doğu-Batı maçından ibaret olan organizasyona yeni bir boyut katmak amacıyla düşünülmüş üç sayı yarışmalarından ikincisini de barındırıyordu. Fotoğrafta gayet iyi bir kadro var açıkçası, belki de bu yarışma tarihinin en iyisi… Fakat bunu söylememde şu gerçeğin de esaslı bir rol oynadığını düşünüyorum ki fotoğraftaki isimlerin neredeyse tamamı aktif olarak basketbol dünyasında üst düzey görevleri yerine getiriyor. Bir yere varmaya çalışıyorsam namerdim, ancak bir smaç yarışmasına bakacak olursanız böyle bir manzara ile karşılaşmazsınız örneğin.

Sol baştan saymaya başlayalım. Boston Celtics formasıyla Larry Bird’ü görüyoruz ilk olarak. Onu tanımak için benim asistime ihtiyaç duyduysanız bu blogda işiniz yok, kusura bakmayın. Bu oyunun gördüğü en ihtişamlı kariyerlerden birini geride bıraktıktan sonra o kariyeri hediye ettiği takımda özel bir asistanlık görevine soyundu. Bunu 1992-1997 yılları arasında yerine getirdikten sonra, doğduğu şehrin takımı Pacers’tan gelen coachluk teklifini kabul etti. Her zaman bir kazanan olacağını ilk yılındaki 58-24’lük dereceyle kanıtlayıp NBA tarihinde hem MVP, hem de yılın coachu olma onurlarını yaşayan tek isim olarak bir başarıya daha imza attı. 1997-98 sezonundaki bu derece Pacers tarihinin o güne dek gördüğü en iyi dereceydi ve Michael Jordan önünde yedinci maça sürüklenen bir konferans finaliyle süslendi. Merkez bölgesini 1999 ve 2000 yıllarında birinci sırada bitirdikten sonra, NBA finallerindeki yerini alarak coachluk kariyerine şimdilik son verdi. Bir kez daha dönme ihtimalini de pek yüksek görmüyorum. 2003 yılında ise aynı takımda basketbol operasyonlarının başkanlığına getirildi ve 2008 yılında genel menajerlik koltuğuna David Morway oturmuş olsa da -klişe tabirle- kulüpte Bird’ün haberi olmadan kuş uçmuyor.

Onun yanında Dallas Mavericks formasıyla gördüğümüz üstün Alman teknolojisi ise Detlef Schrempf. Kendisi şu an ne yapıyor, pek haberimiz yok açıkçası. Tek bildiğim birkaç hayır amaçlı kuruluşun başında olduğu. Bir de oğlunun UCLA’de pek de gelecek vadetmeyen bir topçu olduğunu biliyorum ki anlaşılan Detlef Amca da Almanya’ya dönmektense Pasifik sahillerinde gününü gün etmeyi tercih etmiş. Basketbolla pek alakası yok, fakat güzel grup Band of Horses’ın oyuncunun adını taşıyan mükemmel bir şarkısı var… O bile yeter.

Hemen yanlarında bulunan Seattle -iç çekme- Supersonics formalı Dale Ellis turnuvayı 1989 yılında kazandığına göre sağlam şutörmüş, fakat ben adını ilk kez duyuyorum dürüst olmak gerekirse. Ki genelde gerekir…

Yanlarındaki Danny Ainge’i de büyük çoğunluğunuz tanıyacaktır. Şanlı Celtics tarihinden iki şampiyonlukla payına düşeni alan Ainge, NBA öncesinde başarıyla sürdürdüğü beyzbol kariyeriyle bu topraklardan Can Bartu’yu da anımsatır bana zaman zaman. 1996 yılında soyunduğu Suns baş antrenörlüğü görevinden ailesiyle daha fazla zaman geçirmek için ayrılan Ainge, basketbol camiasından yine de kopamadı ve 2003 senesinde yukarıdaki fotoğrafta formasını taşıdığı takımın basketbol operasyonlarının başına geçti. Antoine Walker ve Jim O’Brien konusunda aldığı kararlarla çok popüler bir figür olarak başlamadığı kariyerinde rahmetli Red Auerbach’tan aldığı desteğin hakkını vererek takıma yıllar sonra bir şampiyonluk hediye etti. Kevin Garnett ve Ray Allen’ı aynı gecede takıma katan Ainge’in bu başarının mimarı olduğunu kimse yadsımadı ve yılın genel menajerini seçerken jüri pek zorlanmadı.

Milwaukee Bucks formasıyla gördüğümüz Craig Hodges üç sayı yarışmalarından önce adı sıkça geçen bir abimiz zaten, orada görmeyi fazla yadırgamadık. Bu yarışmayı üst üste üç kez kazanma başarısını gösteren ikinci oyuncu olmuştu Hodges, ilk ismi yukarıda anmıştık… Kendisi popüler bir söylenceye göre Chicago Bulls ile şampiyonluk kazandıktan sonra takımca yapılan Beyaz Saray ziyaretinde sağlam bir giderle selamlamış dönemin başkanı George H. W. Bush’u ki onu görünce hep bu özelliği gelir aklıma. Aynı zamanda takım arkadaşı Michael Jordan’ı kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir figür haline gelmişken bunu iyi sebepler için kullanmadığı ve olabildiğince apolitik olmayı seçtiği için de yargılamıştır birçok kez. Bir aktivist olarak gösterdiği profil nedeniyle Bulls’dan ayrıldıktan sonra tek bir teklif bile almamıştır. 1994-1996 yılları arasında Chicago State’i çalıştırmış, ancak elde ettiği 8-51’lik derece sonrası kovulmaktan kurtulamamış yazana göre… Şu anda ise eski hocası Phil Jackson’ın altında oyuncuların hücumları ile ilgilenen asistan konumunda ve bu görevde beşinci yılını bitirmek üzere… Bu katıksız şutörün ne kadar iyi iş yaptığının kanıtı ise Trevor Ariza’dır benim gözümde.


Celtics ile başladık Lakers ile devam ediyoruz, Byron Scott ve Michael Cooper sıradaki isimler… 1998 yılında Sacramento Kings’de tamamen dış şuta spesifize olmuş bir biçimde asistanlık göreviyle iştigal eden Scott, takımın dış şut yüzdesindeki artış düşünülerek başarılı sayıldı bu ilk görevinde. 2000 yılında başarısız bir Nets ile head coach olarak kariyerini başlatmış, işlerin yolunda gitmesiyle ikinci sezonunda NBA finaline kadar çıktı. Burada genel menajerin başarılarının da ekmeğini yedi bolca. Rod Thorn önce Eddie Griffin’e dönüşecek draft hakkı karşılığında Richard Jefferson’ı, ardından da draft gecesinin hemen ardından Stephon Marbury karşılığında Jason Kidd’i şehre getiriyordu. Acayip işler. Hatta Todd MacCulloch eklemesi bile önemlidir… 52 galibiyetlik franchise rekoru ile gelen Atlantik birinciliğine rağmen finalde süpürge çıkıyordu. Zayıf konferansta Martin-Jefferson ikilisinin gelişimiyle final başarısını tekrarlayan ama bu sefer Spurs’e boyun eğen takımda kötü başlanan ilk sezon sonrası Scott’la yolların ayrılması da gelen başarılara rağmen ne kadar sınırlı kredi kazanabildiğinin bir göstergesidir heralde… Hornets’da da beklentiler düşükken idare eden, Chris Paul’un ergin bir kurbağa haline gelip ligi salladığı dönemlerde de aslında olması gerektiği şekilde takımı konferans yarı finaline çıkaran Byron Hoca burada da başarısız günlere geri dönüldüğü gibi işine veda etmek zorunda bırakıldı yakın geçmişte. Esasen kısa bir kariyere sığdırılmış çok fazla başarı var, ancak bu başarılar hiçbir zaman coachun hanesine yazılmıyorsa burada bir problem vardır. Lakers için adı sıkça geçmesine rağmen içim pek sinmiyor kendisine, kayıtlara geçsin istedim…

Michael Cooper da acayip bir eleman, yıllarca savunmasıyla konuşulan adam bir anda kadın basketbolu tutkunu oldu çıktı. Önce Jerry West’in özel asistanıydı. Daha sonra Magic Johnson ve Del Harris’in altında assistant coach olarak 1994-1997 arasında görev yaptı. Ardından bir anda Los Angeles Sparks ile WNBA’de yakaladık kendisini. Şampiyonluklar falan da kazandı, fakat kime ne… Jeff Bzdelik’in yardımcısı olarak girdiği Nuggets’da sağlam yere dükkan açmanın karşılığını aldı, Bzdelik sezonun yarısı tamamlanmadan kovulunca interim olarak görevi ele aldı. Takım acayip kötü değildi aslında, fakat Scott kadar şanslı değildi ve yerini kısa süre sonra George Karl’a bırakmak durumunda kaldı. Bir ihtimal, Karl’ın yaptıklarını yapabilirdi bu yetenekli kadroyla… Fakat Coop’u şu anda bir kadın kolej takımını çalıştırırken buluyoruz, “kadın kolej takımı” acayip oldu ama sanırım anlatabildim. Bir de “bayan” dememeye yemin etmiştim sanırım. Arada Sparks’a başarısız bir geri dönüşü ve D-League macerası da olmuştu. Bir türlü olduramadın be dayıoğlu!

Portland Trail Blazers formasıyla gördüğünüz Kiki Vandeweghe de önemli herifti. Larry Brown’ın çalıştırdığı UCLA takımının önemli bir parçasıydı ve ününü NBA seviyesine de taşıyabilen kolej yıldızlarından oldu… Denver formasıyla oynarken iki kez All-Star olma onurunu yaşayan, jab step denen olayı -belki bir başka Nugget Carmelo Anthony lige gelene kadar- en iyi kullanan isim olan bu adam da birçok üst düzey rolde çıktı karşımıza… Kendisi de Alman asıllı olan Vandeweghe, ilk olarak Dirk Nowitzki’nin gelişiminden sorumlu asistan olarak Mavericks’te çalıştı. 2001 yazında kariyerinin en iyi yıllarını geçirdiği takım için genel menajerlik görevine soyundu ve üç yıl sonunda çok da başarılı olmayan bir dönemin ardından yeni bir kontrat alamadı. Nikoloz Tskitishvili’yi lotaryadan seçen adam olarak hafızalara kazındığı bu dönemde, Marcus Camby’yi alışı ya da Darko Milicic sürprizi sonrasında no-brainer olarak gelen Melo seçimi de onu kurtaramadı. Coop ile Kiki de birlikte çalışmış bu arada, şimdi fark ettim de. İlginç bir not mu? Daha ziyade zorlama… “Coop ile Kiki” deyince kaç kişi The OC günlerine geri döndü? Bir kişi bile dönebildiyse bizim için mutluluktur… Kovulduktan sonraki sezonu birçokları gibi ESPN analisti olarak geçirmeyi tercih eden Kiki, 2007 yılının son gününde bir şekilde Nets’e kapağı attı ve o günden bu yana da muhtelif görevler yürütüyor. En son baktığımda head coach olmuştu hatta, bu azimle her şeyi yapabilir… Benim içinse sonsuza dek Nikoloz adında bir Gürcü’yü lotarya seçimi yapmış adam olarak kalmaya devam edecek. Çok fazla Ali Umut Yorulmaz okuduğumdan olabilir.

Bu kadar konuştuktan sonra Bird-Schrempf finalinin görüntülerini de koyalım. Aslında ilk turda yalnızca 13 isabet bulabilmiş ve 30 saniyelik ekstra tur sonucunda yarı finale çıkabilmiş Bird. Fakat finalde çocuğu koymuş aşağıda görüldüğü üzere.

Not: All hail Wikipedia!

Sansürsensin:
1) http://www.youtube.com/watch?v=aiOoZ6iFAbk
2) http://www.youtube.com/watch?v=89je8ubFmxA

Hurubeş Ahmet


Babam eski futbolcudur. Her çocuk babasını idolize etme eğilimindedir, fakat bunun etkisinden çıktığımda da iyi bir futbolcu olduğuna kanaat getirmem zor olmadı. Hayatımın ilk 14 senesini Tekirdağ-Muratlı-Çorlu hattında mekik dokuyarak geçirdim ve her üç şehirde de babamın futbolculuk döneminde izler bıraktığını gördüm. Hatta kendisinin Trakya’daki ününe alıştığım bir dönemde İstanbul’daki lisemin müdür yardımcısı, dönemin İstanbulspor topçusu Atakan Alan’ın da “Sen Sarı Ahmet’in çocuğu musun” diye girip dumura uğratmışlığı vardır. Tabi Trakya futbolunun ancak kan ağladığı dönemleri görebilmiş biri olarak, Tekirdağspor’un o senelerin iyi takımı olduğunu çok da kavrayamıyordum.

Ben kendisini sahada izleyemedim, zira 28 yaşında annemle tanışması ve bir yuva kurması üzerine futbolculuğa zamanın ruhuna uygun bir amatör bakış getiren dedemin de etkisiyle kariyerini bitirmeye karar vermiş. Hem de birinci lig kulübü Sarıyer ile sözleşme imzalamışken… Benim yakalayabildiğim dönemdeyse amatör kümede ilginç bir teknik direktörlük deneyimi olmuştur ki başarıyla noktalansa ciddi anlamda Hollywood yapımı bir filme senaryo verebilirdi. Yeşilsırt adında tarihin bile pas geçtiği –neyse ki Wiki bunu da pas geçmemiş– bir köye futbolu götürmek için uğraşmış, iyi de işler yapmıştı ama onca şeyin üzerine üst üste alınan birkaç kötü skor ipini çekmişti. “Babama haksızlık yaptılar” demiyorum da en minimal boyuta indirgediğimizde bile çarpıklıklar aynı, onu söylüyorum…

Tekirdağspor sevdalılarının kurduğu ve kulübün futbol takımının mevcut görüntüsü nedeniyle daha çok geçmişi yad etme amacına hizmet eden TOPKALEveGOL adlı siteden gelip yakalamışlar pederi… Kariyeriyle ilgili sorular sormuşlar, babam da bu konularda mütevazı olmasına rağmen başladı mı susturamazsın. Öyle bir yönü vardır. Bu futbol anıları, bizim ailede askerlik anılarının da önüne geçmiştir zaten. Site çok amatör olduğundan ve yazıda da özensiz davranıldığından buraya alıyorum tam metni. Hem bir arşiv olsun benim için, hem de belki okuyucuların bir kısmının ağzında ilginç bir tat bırakır dönemin futbol kültürüne bakma açısından. Belki vardır da biz hissetmiyoruzdur ama sanki yerel futbol eskisi kadar değer görmüyor bugünlerde. Zaten belediyelerin işin içine girmesiyle o da ne idüğü belirsiz bir endüstri haline gelmiş gibi… Neyse karşınızda Tekirdağspor’un eski santrforu (bir dönem liberosu) Ahmet Pekdoğru:

“Ahmet PEKDOĞRU

(05.08.1955 doğumlu, evli ve 2 çocuk babası)

Futbol yaşamına Lüleburgazspor’da başladı. Futbolculuk yaşamının ilk basamaklarında Lüleburgazspor’da attığı goller ile tırmanmaya başlayan Ahmet Pekdoğru, Çorlu Kültürspor’da zirveye çıktı. Bir santrfor için ne gerekli ise, onda var idi. Hava topuna çıktığında, birçok defans oyuncusu Pekdoğru’ya çarpınca düşüyor idi. O dönemlerde Alman milli takımının ünlü golcüsü (Horst) Hrubesch var idi. Bu futbolcuya benzerliği sebebiyle Ahmet Pekdoğru’ya futbolseverler Hurubeş Ahmet diyorlar idi.


1980-81 sezonunda Tekirdağspor’a transfer olan Ahmet, bu sezon yine gollerine devam etti. Tekirdağspor kamuoyunda Muratlılı Ahmet, Santrfor Ahmet, Sarı Ahmet olarak ünlendi. 1981-82 sezonunda ve son senesinde Alpay Hoca, kendi oyun tarzına uygun olarak Ahmet Pekdoğru’yu libero oynattı ve bu mevkiye kısa zamanda alışan Pekdoğru, yıllarca gol attıktan sonra golcüleri durdurmaya başladı ve bunu başardı. Tekirdağspor’da takım kaptanlığına kadar yükselen ve herkesin sevgisini kazanan Pekdoğru’nun ve Tekirdağspor’un, Trakya’nın her yerinden seyircileri var idi. Dostluğa ve arkadaşlığa büyük önem veren Pekdoğru “Başarı için önce eğitim, sonra sporcu ahlakı, daha sonra altyapı, yetenek ve ileriyi iyi görmek gelir. Bu halkaların birleşimi başarıyı muhakkak getirir” diyor. Futbolunun tam zirvesinde iken, futbolu çok genç yaşta bırakan Ahmet Pekdoğru ticaret hayatına devam etti. Futbolculuk dönemlerinde maddi hiçbir sıkıntısı olmayan Pekdoğru, maddi özelliğini hiçbir zaman hissettirmemiş, mütevazı yapısı ile takım arkadaşlarına zaman zaman birçok konuda yardımcı olmuştur.

İstanbul’da rahmetli Sabri Kiraz Hoca’nın çalıştırdığı Anadoluhisarı’nı 3-2 yendikleri müsabaka ve şampiyonluk hedefi ile yola çıkılan Alpay Hoca’nın antrenör olduğu sezonun başını ve sonunu unutmayan Pekdoğru, o sezon İstanbul’da Vefa Stadı’nda Tekirdağ’dan ve Trakya’nın her köşesinden gelen 5 bin seyirci önünde oynanan 1-1’lik Vefa maçını da unutamıyor. Son dakika durum berabere iken, topu çizgiden çıkarıyor, top taca gidiyor. Atış olmadan maç bitiyor. Alpay Hoca koşarak Ahmet’i öpüyor, tebrik ediyor.

Bizleri Muratlı’da konuk eden, sahaların centilmen örnek sporcusu Ahmet Pekdoğru’ya sağlıklı, uzun ömürler diliyoruz.”

RICHIE FRAHM… KİM BU YAVŞAK?



Richie Frahm’ın Mersin Büyükşehir Belediyesi ile anlaştığı yönünde birkaç yazı okudum bugün. Frahm çok sağlam bir şutördü ve oyununun tek güçlü yanı dış şutu olan biri olarak sempati de beslediğim bir oyuncuydu Darüşşafaka’da oynadığı dönemde. Kalitesi de o dönemde iki takımlı bir lig haline gelmiş TBL için özlenen bir seviyedeydi. Fakat bu arkadaşımız yeni şehri Seattle’da basına verdiği röportajdaki tutumu sonrası çok güzel hatırlanmıyor buralarda. Aslında birçok kişi bu olayı unutmuşa benziyordu bugün gözlemlediğim kadarıyla, ama o dönemde ülke basketbolunu gerçekten yakın takibe alanları rahatsız etmiştir herhalde bu transfer.

Ben bu olaydan ilk olarak Sir Alp Akbulut’un batug.com’daki şu yazısıyla haberdar olmuştum. Oradaki alt başlığı da buraya başlık yaptım zaten… Sonics’i de özlemişim bu arada, şimdi yerini alan tatsız tuzsuz organizasyonu da düşününce daha da alevleniyor bu özlem. Neyse efendim, olayı bilmeyenler için özetlemek gerekir. Frahm Daçka’dan Seattle’a geçtikten sonra yerel basının önemli isimlerinden Steve Kelley ile bir konuşma yapar ve bu konuşma sırasında da Türkiye hakkında bizim bile bilmediğimiz bazı şeyler anlatmaya başlar. İşkembesine bereket, eğlenceli şeyler de çıkar ortaya. Eğer Kelley fiktif bir denemeye girişmemişse böyle laflar çıkmış ağzından en azından. Tabi işin sunulmasında durumu dramatize edip, Akbulut’un da dediği gibi ‘develer ülkesi’ edebiyatına saran yazar olmuş biraz ama Frahm’ın belli olumsuz açıklamalarının üzerine bina edildiği de belli yazının… Yazı demişken, o da burada. Edebi açıdan güzel, okunabilir… Son olarak Zaza Pachulia-Zaza Enden konusunda Basketbawful blogunun yaşadığı kafa karışıklığını görünce hemen oracıkta biten sevdiğimiz basketbol adamı Kaan Kural, burada da bir okuyucu mektubu vasıtasıyla oluşan rahatsızlığı ülke adına çok güzel açıklamış.



Frahm neler demiş söz konusu yazıda, yabancı dil konusunda yardımımız gerekebilir bazılarına. Kısa bir özet sunalım… Öncelikle Kelley’nin söylediğine göre Bağdat’a düşen bombalara kızgın olan Müslüman Türk halkı, Birleşik Devletler’e olan kızgınlığını Frahm’dan çıkarıyormuş. Türkiye 1. Basketbol Ligi’nde oynayan 27 Amerikan vatandaşının herhangi birinden veya ülkede spor ve iş dünyasında yer bulan diğerlerinden değil… Çok ilginç. Bağdat’a 300 mil uzaklıkta, Doğu bölgesinde yaptıkları bazı maçlarda, insanların adını haykırdığını ve Türkçe hakaretler savurduğunu söylüyor. Arkadaşları da yanına gelip “Seni burada istemiyorlar” diyorlarmış. Bu ülkede yaşayan herkese komik geliyordur bu cümleler. Evet Amerikan karşıtlığı o dönemde var olan bir şeydi, ancak işlerin bu şekilde yürümediğini de biliyoruz. En can alıcı nokta da paragrafın az sonra alıntılayacağım kısmı. Bu noktaya kadar fazla naif ve dış kültürlere kapalı bir Amerikalı iseniz yazılanlara inanmanız olası. Ama buralarda eğlence kültürünün parçası olan bir aktiviteyi, samimi olarak bu şekilde algılayabiliyorsa Frahm paranoyadan da fazlası olur bu. Hatta Mithat gibi açık konuşalım, beyin zarınızda habis oluşumların mevcut olduğuna işarettir.



On one of those runs, he encountered a man who was standing next to a rifle that was leaning against the tree. For a few Turkish lira, the man said he would allow Frahm to shoot at targets.

“I’m running in a public park and here’s this guy in the woods, shooting at targets,” he said. “You wonder if you’re the next target.”

Evet, zaten söylenmesi gerekenleri Kural ve Akbulut o günlerde söylemiş daha. Ama ben hafızalara bir update çekmek istedim, çünkü ihtiyacı olanlar var çevrede… Ben bu transfere zemin hazırlayan Mersin Büyükşehir Belediyesi yöneticilerine kızgınım açıkçası. Ki beni biraz tanıyanlar da milliyetçilik denen olgudan nasibini olabildiğince az almış bir adam olduğumu bileceklerdir. Ben rahatsız oluyorsam, Mersin halkının hissedecekleri için yeni bir sözcük aramaya koyulabiliriz. Frahm da böylelikle Seattle basınına salladıkları, aman söylediklerinin bir kısmıyla tanışma fırsatı bulacaktır… Tabi ki istediğimiz bu değil. Zaten ona bu şekilde cevap vermeye değer mi? Kesinlikle hayır. 6 yıl önce kendi yarattığın bir dünya içinde bazı paranoyalar oluşturuyorsun ve kaçıyorsun bir ülkeden. Böyle şeyler atıyorsun ortaya. Bugün yine buradasın. Tamamen kendi seçimin bu… Sahiden de değmezsin. Şu yazı bile fazla belki, ama ben özlediğimiz Sonics organizasyonunu ve altıncı adamını anmak için yazdım biraz da zaten:



“Jerome James’i adam etmek kolay olmayacaktır. Değil Jack Sikma, yattığı yerden hortlayıp Wilt Chamberlain gelse yine pek bir şey farkedeceğini sanmıyorum. Tam olarak sorun nedir bilemiyorum ama kanımca bir konsantrasyon problemi yaşıyor JJ. Hazırlık maçlarındaki berbat performansı, kısa zaman içinde yaptığı seri fauller, antrenmanlarda da beklenen hırsı ve disiplini göstermemesi üzerine, şu anlık ilk beşteki yerini kaybetmiş durumda. Hatta bırakın ilk beşi, dakika bile alamıyor öküz evladı. E bu sezonki en önemli potaaltı gücümüz bu adam değil miydi? Bütün sezonu Booth, Radmanovic ve Evans ile mi geçireceğiz? Jack Sikma ne işe yaradı? Ansu Sesay gibi bir isme sahip bir oyuncuyu sahaya hangi yüzle sürüyoruz?”

“Radmanoğlu Radman’dan da bahsetmek lazım. Hücumda beklenen etkinliği ve isabetli şutlarını göremedik henüz. Fizik olaraksa daha iyi olduğu aşikar. Bu sene kimsenin beklemediği bir ribaunt ortalaması tutturabilir. Arkadaşlarınıza söyleyin bunu, sonra ‘ben demiştim’ diye hava atarsınız. Savunmasını da ilerlettiği söyleniyor, adam gibi izleyemedik henüz.”



Asım Pars, Burak Yönder ve Jimmy Baron da gelecek sezon Mersin’de olacak. Eh, Frahm’ın en güzel transfer olduğunu söyleyebiliriz kolaylıkla. Onun da böyle bir falsosu var işte… Tabi ben Baron’ı hiç tanımıyorum, bir de o var. Ama bu sezon play-off başarısını tekrarlamaları daha zor olabilir. Asım Pars 2008 sezonunda oynadığı topu burada da oynayabilir tabi, o da gayet mantıklı hareket. Yapıyı bozmayıp Frahm’ın Chris Lofton’ı, Baron’ın da Bo McCalebb’ı aratmamasını bekleyecekler anlaşılan. Dikkat etsinler, Frahm kaçmasın…

1999 Euroleague Final: Zalgiris Kaunas vs. Kinder Bologna

Yukarıdaki video 1999 yılında Münih’te gerçekleşen Final-Four organizasyonundan… Tıpkı bu sezon olduğu gibi, o zaman da Final-Four CINE 5 ekranlarından şifreli olarak yayınlanıyordu yanılmıyorsam. Türkiye Ligi maçları için decoder vardı evde neyse ki, o sayede tamamını izleyebilmiştim organizasyonun. Beklenen, önceki iki yılın şampiyonları Kinder Bologna ve Olympiakos’un final oynamasıydı aslında başlangıçta. Finalde sürpriz bir takım olacaksa, Münih’e belki de en büyük seyirci desteğiyle gelmiş, Carlton Myers, Arturas Karnisovas, Damir Mulaömerovic, Gregor Fucka, Marko Jaric Lima gibi oyunculardan oluşan gayet görkemli bir kadroya sahip TeamSystem Bologna olurdu bu takım muhtemelen. Dörtlüyü tamamlayan Litvanya ekibi Zalgiris Kaunas ise underdog bile değildi neredeyse… Zaten buraya kadar gelmeleri bir Külkedisi masalıydı başlı başına. Fenerbahçe, Tau Ceramica, TDK Manresa, Kızılyıldız, Varese ve iki Rus takımı Saratov ve Samara ile birlikte Euroleague organizasyonunun o sezonki çaylak grubunu oluşturuyorlardı sezon başında. Bunlardan hangisinin ön plana çıkacağı konusunda da bir tahmin hakkı olsa, kimse bu hakkını Zalgiris için kullanmazdı sanırım. Ancak bir sezon önce daha küçük çaplı bir sürprize imza atıp, finalde İtalyanlar’ın süper gücü Stefanel Milano’yu alt ederek Saporta Kupası’na uzanan bu kadro birkaç takviyeyle Avrupa’nın 1 numaralı organizasyonunda en son noktaya kadar ulaşıyordu.


Takviye demişken, aslında bir Litvanya takımı için gayet önemli isimlerin kadroya katıldığını söyleyebiliriz. Ancak o sezon zaten olağan dışı bir sezondu. NBA’de süregelen lokavt krizi nedeniyle sezonun oynanması riske girmişti ve bu ligdeki düşük ölçekte kontrat sahibi oyuncular Avrupa seçeneğini değerlendirmeye başlamıştı. Birçoğu da küçük çaplı bir süperyıldıza dönüştü eski kıtada. Shammond Williams da Ülkerspor’a gelmişti hatta sanıyorum o dönemde. Önceki sezon New York Knicks ile 27 maça çıkmış veteran shooting guard Anthony Bowie ve Boston Celtics forması giymiş oyun kurucu Tyus Edney Kaunas’a getirildi. Bu oyuncuların önderliğindeki takımda Jonas Kazlauskas’ın iyi bir de yerli kadrosu vardı. Bunların çoğu o gün için isimsiz oyunculardı pek tabi, Avrupa sadece bir sezon önce Saporta Kupası başarısında başrolü oynayan Saulius Stombergas’ın ismine aşinaydı muhtemelen. Dönemin kalburüstü uzunlarından UCLA mezunu Çek Jiri Zidek de kadrodaki önemli isimlerdendi. Aslında Zidek’in şampiyonluğa katkısı sahaya koyduğu oyundan da fazlaydı. O dönem Murat Murathanoğlu’nun da sıkça vurguladığı gibi Edney, 1995 yılında NCAA şampiyonluğunu kazanan takımda Zidek ile birlikte yer alıyordu. Avrupa’ya geri dönüş kararı alan Zidek ile anlaşan Zalgiris, bunun arkasından Zidek’in önerisiyle Edney ismine yöneliyordu. Zidek’in teklifine devam eden lokavt sebebiyle daha sıcak yaklaşan Edney, o dönemde Litvanya’nın yerini haritada bulabilecek durumda bile değildi muhtemelen. Belki de hikayesi en güzel şampiyonlarından biridir Euroleague’in bu takım. O yüzden parantez açmak istedim. Biraz da Olympiahalle üzerinde oynanan maçlara değinelim…

Ondan önce Zalgiris’in grup aşamasından sonra önce Ülkerspor, sonra da Efes Pilsen’i elediğini not düşelim. Bizimkiler kerametin Stombergas’ta olduğunu düşünmüş olacak ki, oyuncunun yolu her iki kulüpten de geçti. Ama özellikle Efes Pilsen’de geçirdiği sezonda bekleneni vermekten çok uzaktı gibi hatırlıyorum. O sıralar 7 numaranın uğursuzluğuna inanırdım bizim takım için. Charles Smith?

İlk maç Bologna derbisi. Tıpkı bu sezonki ilk yarı final mücadelesi gibi. Salonda büyük bir gerginlik var, eller titriyor, sert savunmaların etkisiyle de şutlar kaçıyor. Skor 62-57 Kinder lehine. Ettore Messina bir kez daha finalde. TeamSystem olan Bologna’da Myers ve Jaric’e skorda yardımcı olan pek kimse yok. Jaric de o zamanlar Latsis yine hafızama güvenecek olursam… O zamanlar toy olan Fucka ve Andrew Betts gibi adamlar Radoslav Nesterovic’e ilaç olamazken, Predrag Danilovic ve Antoine Rigaudeau gibi dönemin büyük yıldızlarına Hugo Sconochini ve Alessandro Abbio gibi güvenilir rol oyuncuları yardımcı oluyor. Derken iç karartıcı reklam kuşağı başlıyor, İtalyan taraftarlardan koltuğuna çökmüş olanlar dışında pek kimse salonda kalmıyor. Maçı pazarlamak için tek yol, Avrupa devi Olympiakos’un sahaya çıkacak olması. Arjan Komazec, Dragan Tarlac, babanın telaffuzuyla ölümsüzleşen Anthony Goldwire, Dimitris Papanikolaou, Panagiotis Fassoulas, Milan Tomic, Johnny Rogers ve Fabricio Oberto gibi bir kadro, İspanyol takımı olsa “Los Galacticos” uygun görülürdü heralde… Ancak maçta kimsenin beklemediği acayip şeyler oluyor, Bowie-Edney ikilisine kenardan adsız sansız bir 10 numara destek çıkıyor ve kıpkırmızı salonda üçüncü çeyrekle beraber çıt çıkmıyor. Taraftarların yüzleri de forma renklerine uyumlu bir hal alıyor maçın bitiminde. Bir avuç Zalgiris taraftarı ise gördüklerine inanamıyor muhtemelen.


Bunun üzerine finalde İtalyan devine karşı Zalgiris galibiyeti, kulağa Hollywood senaryosu bile olamayacak kadar saçma geliyor. Ama ilk yarıda bir tokat da Kinder yiyor. Rigaudeau ikinci yarıda maçı tek başına geri getirmeye çalışıyor. Danilovic ve Abbio kayıplarda iken, Sconochini büyük katkı koyuyor kenardan gelip. Zaten pozisyonuna göre kalıplı bir oyuncudur, sanırım bir mismatch yakalamıştı o maçta da… Herkes son saniyeye kadar Kinder’in döneceğine inanıyor, ya da Zalgiris’in Avrupa’nın en büyüğü olacağına inanamıyor. Sconochini faul çizgisinden, Rigaudeau üçlüğün dışından sürekli üretiyor. Fakat karşıda iki oyuncu ile yenemeyeceğin bir “takım” var. Kupa töreninde Edney, neyi başardıklarının pek de farkında gözükmüyor. Eski takım arkadaşı Zidek, ona teşekkür ediyor muhtemelen. Salondaki yeşilliler de Zidek’e… Aslında Kinder hücum ederken gelen ıslıkların büyük bir kısmının sahibi TeamSystem taraftarları. En az Zalgiris taraftarı kadar mutlu dönüyorlar memleketlerine, bozulan ezeli rakiplerinin façası ne de olsa…


Dağınık bir yazı oldu aslında, bu da öyle bir anı işte. MM gibi “Anthony Goldwire” diyebilmek istiyorum. Maçın tamamına YouTube üzerinden ulaşılabilir, fakat pek pratik gözükmüyor. Normal adamın yapacağı iş değil 12 tane 10 dakikalık videoyu ardı ardına izlemek. Maçın tamamının linkini edinmeye çalışacağım. Buraya bir yerlere eklerim o zaman… Yalnız kadrodaki oyuncuların yaş dağılımına bakıyorum da veteran Bowie ve kupayı kaldıran 27 yaşındaki kaptanı bir kenara koyacak olursak rotasyonun tamamı 23-25 yaş aralığında. “Kolej takımı hüviyetinde” demek istemişimdir hep bu blogun bir köşesinde zaten…

Zalgiris Kaunas 1998-99:
4 Tyus Edney (1.78, 25, G) – 5 Mindaugas Zukauskas (2.01, 23, F) – 6 Giedrius Gustas (1.90, 18, G) – 7 Saulius Stombergas (2.03, 25, F) – 8 Marius Basinkas (1.98, 17, F) – 9 Eurelijus Zukauskas (2.18, 25, C) – 10 Dainius Adomaitis (2.01, 24, F) – 11 Jiri Zidek (2.12, 25, C) – 12 Tomas Masiulis (2.03, 23, F) – 13 Darius Maskoliunas (1.94, 27, G) – 14 Anthony Lee Bowie (1.98, 35, G) – 15 Kestutis Sestokas (2.02, 22, F)

Türkiye’nin Eurovision Tarihi

Bir Eurovision dönemine daha girmiş bulunuyoruz.
Her sene mayısın ikinci haftası televizyonda Eurovision tarihimiz incelenir. Artık bunu kısmen de olsa yazıya döküp her an ulaşılabilir bir kaynağa aktarmanın vakti geldi. Eurovision tarihimizin bazı kilometretaşlarından bahsetmeye çalışacağım. Arada kaçırdığım birçok şey olacaktır, o döneme canlı tanıklık edemeyişime veriniz.

Bu yazıyı, bir bölümü okuduktan sonra altında onunla ilgili şarkıyı izleyebileceğiniz şekilde yazdım.

1975: İlk Deneyimler

1973’te TRT’nin Eurovision Şarkı Yarışması’nı yayınlamaya başlamasının ardından, 1975 yılında İsveç Stockholm’de ilk katılımımızı gerçekleştirdik. Şarkı hepimize tanıdık ama ilk Eurovision şarkımız olduğunu herkes bilmez: Semiha Yankı – Seninle Bir Dakika.

Daha o ilk yılımızda Eurovision’un, müzikten çok politika işi olduğu ortaya çıkacaktı. Yunanistan yarışmadan çekilmiş, nedeni olarak da Türkiye’nin katılımını göstermişti. Semiha Yankı 19. oldu. Ancak şarkı ülkemizde gayet de sevilecek, bugünümüze unutulmadan gelecekti.

1980: Aman Petrol Canım Petrol 

1980 yılına gelindiğinde, Ajda Pekkan “Petrol” şarkısıyla dünyanın seksenlerde alacağı halin haberini önceden vermişti. Bu kez Hollanda’nın Den Haag kentinde düzenlenen yarışmada yine kayda değer bir derece elde edilememiş olsa da, şarkı kimsenin dilinden düşmeyecekti. O dönem katılan Fas’tan alınan 12 puan ilk 12 puanımız olacaktı. Ayrıca Türkiye-Fas ikilisi birinci İrlanda’ya hiç puan vermeyecekti. Ajda Pekkan’ın estetik ameliyatlarıyla gündeme gelmek dışında pek bir vasfını bilmeyen yeni jenerasyon, bu videoyla ona karşı belki biraz saygı kazanacaktır. Hakikaten zamanının güzel kadınıymıs. Sesi de güzelmis. İzleyelim…

1985: TURKEY – TWELVE POINTS

Fas’tan alınan 12 puanla 5 yıl idare ederken, MFÖ’nün “Diday Diday Day” şarkısıyla katıldığımız 1985 Eurovision’da İsviçre jürisinden alınan 12 puan, bir Avrupa ülkesinden aldığımız ilk 12 puan oldu. Ancak şarkı Türkiye’de kalıcılığını koruyamadı. MFÖ grubu 1988 yılında geri dönmek üzere Eurovision macerasını noktaladı. Grubun sonraki dönemlerde nasıl bir başarı grafiği çizdiği hepimizin malumu. İlk olarak Mazhar-Fuat-Özkan adını kullanan grubun, bu yarışmada adının kısaltılmasıyla MFÖ adını aldığı söylenir.

 


1986: Ve İlk 10’dayız

1986 yılı Eurovision tarihimizin başka bir köşe taşı olacaktı. Klips ve Onlar grubunun seslendirdiği “Halley” şarkısıyla elde edilen dokuzunculuk o güne kadar elde ettiğimiz en başarılı sonuç olacaktı. Hatta öyle ki, 1997 yılına kadar da böyle kalacaktı.

Fikrimce en iyi Eurovision şarkılarımızdan birisi bu parça. Projenin içinde kimler olduğuna bakınca bu başarının tesadüf olmadığı da ortaya çıkıyor. Melih Kibar’ın bestelediği, sözlerini İlhan İrem’in yazdığı şarkıda Klips ve Onlar grubuna vokalde Candan Erçetin eşlik ediyor. Türkiye elemelerine grup, esas vokali Seden Kutlubay ile katılsa da Eurovision’a Candan Erçetin ile birlikte gitti. Seden Kutlubay özel nedenlerle Eurovision’a gitmedi. Doğruluğunu teyit edememekle birlikte sınavlarını ve erkek arkadaşını bahane ettiği söylenir.

Seden Kutlubay’ın kim olduğuna gelince…

Bugünkü adı (yani evlendikten sonra) Seden Gürel. Doksanları yaşayanlar iyi tanırlar. (“Seni lapacı, seni yıkamacı yağlamacı” desem?)

Burada sadece 23 yaşında olan, kafa bantlı, kıvırcık saçlı Candan Erçetin adlı hanım kızımız yıllar sonra sandalyeye ters oturacak, otobüsün içinde “Dünyada ölümden başkası yalan” diyecek, Türk popunun unutulmazları arasına girecekti.


1988: Yine Yeniden MFÖ

1988 yılında İrlanda’da yapılan Eurovision ile ilgili ilk gözüme çarpan ayrıntı kullanılan sahne. Daha önceki yıllarda sabah programlarını andıran sahneler, bu sefer yerini bilim kurgu filmlerini anımsatan ışıklandırmalı bir sahneye bırakıyor. Hızla gelişen teknoloji Eurovision’un da görüntüsünü hızla değiştirmiş, bir bakıma bügünkü halinin temelini atmış. İzleyenler bilirler, Eurovision sahneleri bügün tam bir ışık şovudur. Bu dipnotu verdikten sonra Türkiye’nin ne yaptığına bakalım.

Yukarıda da belirttiğim gibi MFÖ 1988 yılında ikinci bir Eurovision macerasına atılacaktı. Bu sefer daha oturaklı olduğunu düsündüğüm “Sufi” adlı parça ile 15. sırayı elde ettik. MFÖ ileride üçüncü kez katılmayı da denemiş, ancak elemeleri geçememişti. Yani Eurovision sahnesi MFÖ’nün sevdiği bir sahneydi.

1988 yılıyla ilgili bir başka ayrıntı da, Yunanistan’a verdiğimiz 3 puanla, politik düzlemde hoşlanmadığımız ülkelere karşılıksız puan verme klişemizin başlangıcı olmasıdır. En azından politik nedenlerle birilerine asla puan vermeme durumumuz yok. Eee, ne demiş MFÖ: “İnsan insanı sevmez mi Sufi?”

1990: Gözlerinin Hapsindeyim
Eurovision jürisi ne anlar ki müzikten. İşte başarısızlıkla dönmemize rağmen, pop müziğimizde unutulmaz bir parça daha kazandığımız bir yıl daha. Yugoslavya’nın Zagreb kentinde yapılan 1990 Eurovision Şarkı Yarışması’na Kayahan’ın “Gözlerinin Hapsindeyim” şarkısıyla katıldık. Şarkı da, Kayahan da sonraki yıllarda kalıcı olmayı başardı.
1990 yılı Türkiye’nin olaya biraz alakasız kaldığı bir yıl oldu diyebiliriz. Malumunuz o dönemlerde Berlin Duvarı yeni yıkılmıştı ve Doğu Avrupa’da bütün düzen yıkılıp yeniden kurulmakta idi. Şarkılar da çoğunlukla Avrupa’nin içinde bulunduğu değişimi anlatıyordu. Kayahan’ın son derece romantik “Gözlerinin Hapsindeyim” şarkısı ile katılmamız, Türkiye’nin siyasi olarak Avrupa’daki karışık ve değişken düzenden uzak kalmayı başarmasının bir ürünüdür fikrimce. Eğer bizde de herkes ana dili gibi Rusça konuşabiliyor olsaydı, “Gözlerinin Hapsindeyim” tarzı bir şarkıyla katılacağımızı sanmıyorum.

1991: Doksanların Yeni Popçuları

1991 yılı da Eurovision tarihimiz açısından dikkat çekici olarak nitelendirilebilir. İzel-Reyhan Karaca-Can Uğurluer üçlüsünün seslendirdiği, bir reklam cıngılını anımsattığını düşündüğüm “İki Dakika” adlı parça ile Roma’da 12. olduk. O güne kadar alınan en iyi ikinci derecemiz oldu.
Bu gencecik üçlüden ikisi ileride oldukça popüler olacaktı. Zaten aynı yılın sonunda İzel-Çelik-Ercan üçlüsü kuruldu. Hem İzel, hem de Reyhan Karaca listelerin 1 numarasına çıkabilen popçular oldular. Can Uğurluer ise müzikle uğraşmaya devam etmedi.

1991 yılından sonra bir süre Eurovision’da ne elde edilen başarı olarak, ne de şarkı ve sanatçının Türkiye’deki kalıcılığı açısından çok kayda değer bir katılım gösteremedik. Ta ki 1996’ya kadar…


1996 – 1997: Şebnem Paker – En Başarılı Türkçe Şarkı

1996 ile 1997 yıllarını birlikte incelememin nedeni çok basit. Bu iki yılda ülkemizi art arda Şebnem Paker temsil etti.

Şebnem Paker 1977 doğumlu. Yani 1996 yılında biz Eurovision’a 19 yaşında gencecik bir kız ile katıldık. Oslo kentinde düzenlenen yarışmada Şebnem Paker “Beşinci Mevsim” adlı parçayı seslendirdi. 12. oldu. Şarkı da, yorum da oldukça başarılı. Hatta en çok sevdiğim Eurovision şarkılarından birisidir “Beşinci Mevsim”. Fakat Eurovision konseptine çok uyduğu söylenemez.

TRT, alınan 12. sıraya aldırmadan bir sonraki sene tekrar Şebnem Paker’e görev verdi. (TRT’nin o zamanlar ‘bu sene de şu starı zengin edelim’ tarzı bir anlayışı yoktu.) Şebnem Paker bir yandan ilk Eurovision’dan sonra kayıt yaptırdığı Marmara Üniversitesi Müzik Eğitimi Şan Bölümü 1. sınıfa devam ediyor, bir yandan da tekrar Eurovision’a hazırlanıyordu. Arada burnundan estetik ameliyatı oldu. Bu sefer 20 yaşında, sahnede güzelliğiyle büyüleyen bir genç kız olarak temsil etti bizi Dublin’de. Grup Etnik’in çalıp Şebnem Paker’in seslendirdiği “Dinle” parçası ile üçüncü olduk. Ve Türk halkının uzun yıllara dayanan Eurovision’dan soğumuşluğu bir derece olsun geçti. Alınan bu üçüncülük, o güne kadar alınan en iyi dereceydi tabi ki. 2003 yılına kadar da böyle kaldı. Şu anda ise şimdiye kadar aldığımız en iyi ikinci derece olarak kayıtlarda. Kimseyi kötülemiyorum fakat, özellikle 2003’ten sonra onca paralar harcanarak, tüm ülkenin desteğiyle dahi elde edilemeyen bir dereceyi 20 yaşındaki genç bir kız, bu tip destekler olmaksızın aldı. Hem de Türkçe bir parçayla. Tabi o zamanlar jüri vardı, 2000’li yıllarda televoting sisteminde olduğu gibi tüm Doğu ülkeleri birbirlerini bu derece beslemiyordu… Fakat yine de Şebnem Paker’in özverisini hiçbir milyon dolarlık prodüksiyona değişmem. Ayrıca Şebnem Paker’in üçüncülüğü, şimdiye dek Türkçe bir parçayla alınan en iyi derece. Sanatçı daha sonra bestenin telif hakkı konusunda hukuki sorunlar yaşamış, Eurovision’dan sonra şarkıyı değiştirilmiş sözlerle seslendirmek zorunda kalmıştı.




2003: İlk Birincilik
 
1997’de elde edilen başarıya rağmen, 1998-2002 arası kayda değer herhangi bir katılım gerçekleştiremedik. Türk halkı hala Eurovision’a bir inanç duymuyordu. Ancak Sertab Erener gibi kalitesinden kimsenin şüphe etmediği bir isim bir şeyleri değiştirebilirdi. Nitekim değiştirdi de… Demir Demirkan’ın bestelediği “Everyway That I Can” ile Riga’da şimdiye kadarki tek birinciliğimizi almış olduk. 1975’ten 2003’e sadece iki kere ilk 10 arasına girdiğimiz düşünülürse, Sertab Erener’in bu başarısı tarihe çekilen bir set, yepyeni bir başlangıç niteliğinde.

2003 yılı Eurovision’da teleoylama uygulamasının zorunlu hale getirildiği ilk yıl olmuştu. Sertab Erener puanlamada Rusya’nın t.A.T.u. ve Belçika’nın Urban Trad gruplarıyla başa baş gitti ve sonunda kazandı. t.A.T.u.’yu yarışmadan önce esas favori olarak göstermek çok da yanlış olmazdı heralde. Birincilikte Sertab Erener’in sahne performansının ve dans şovunun payı büyük. Belçika temsilcisinin uydurma bir dilde yazılan bir şarkıyla katılması da hafızalarımıza kazındı.

Kazanılan başarı, sonraki yıllarda ülkemizde Eurovision’un büyük beklentilerle izlenmesini sağladı. Sertab Erener’e başarıyı getiren şarkının İngilizce olması da, yine yıllarca sürüp günümüze kadar gelen bir tartışmayı da beraberinde getirdi: İngilizce mi Türkçe mi?

 

2004: Eurovision Türkiye’de

2003 yılında kazanılan birincilikle Eurovision’u düzenleme işi 2004’te Türkiye’ye düştü. Abdi İpekçi’de sorunsuz, güzel bir Eurovision gecesi düzenlemeyi başardık. Meltem Cumbul ve Korhan Abay’ı sahnede Eurovision’u sunarken izleyen herkes, bundan 1-2 yıl önce kimsenin Türkiye için Eurovision’da hayal edemeyeceği yerlere gelmiş olmanın mutluluğunu yaşamıştır. Ukrayna temsilcisi Ruslana’nın “Wild Dances” ile kazandığı yarışmada, temsilcimiz Athena grubu “For Real” ile dördüncü oldu. Kendi evimizde tekrar birinci olmayı beklemek hayalperestlik olurdu tabi. Ancak alınan sonuç 2003’teki kadar olmasa da hepimizi mutlu etti. Ve yine İngilizce bir şarkı ile katılmış olduk. Yabancı dil artık tabu olmaktan çıkmış, hatta alışkanlık haline gelmişti.

2004’te gördüğümüz bir gerçek de, Athena gibi daha çok gençliğe hitap eden gruplar, Eurovision ortamında yıpranmıyor değil.

 

2005 – 2006: Yanlış Kararlar – Yanlış İnsanlar

Bu iki yıldan uzun uzun bahsedip neredeyse sonuna geldiğim yazımın dinamizmini bozmak istemiyorum. 2005’te Gülseren’in seslendirdiği “Rimi Rimi Ley” ve 2006’da Sibel Tüzün’ün seslendirdiği “Süperstar” şarkıları başarı getirmediği gibi, zaten Türkiye’de de kimsenin içine sinmemişti. 2005’te sahnede resmen Türk işi horon tepen Yunan temsilcisi Helena Paparizou, 2006’da ise rock müziğin Eurovision’daki ilk zaferi olarak Fin Lordi grubu kazandı.

2007: Shake It Up Shekerim

Son iki yılda alınan başarısızlıklardan sonra tekrar pahalı bir prodüksiyon yoluna gidildi ve Kenan Doğulu’ya görev verildi. Shake It Up Shekerim şarkısıyla tekrar İngilizce modamıza geri dönmüş olduk. Şarkı eğlenceliydi fakat yeterli miydi, bundan herkesin şüphesi vardı. Alınan dördüncülük şarkıdan çok, Kenan Doğulu’nun başarısıydı diyebiliriz. Ayrıca ilk 10 içerisinde olup da Ortodoks Hıristiyan olmayan tek ülke Türkiye idi. Yani teleoylamanın suyu çıkmıştı.

2008: Deli

Mor ve Ötesi grubunun “Deli” parçasıyla katılarak yedinci olduk. Athena’dan sonra Mor ve Ötesi ‘nde de Eurovision’un gençlerin dinlediği müzik grupları üzerindeki yıpratıcı etkisini gördük. Her şeye rağmen, Mor ve Ötesi’nin aldığı sonuç, şimdiye kadar Türkçe bir şarkı ile elde edilen en iyi ikinci derece oldu.

2009: Düm Tek Tek
İlk olarak yeni yıla Hadise ile girdik, ardından TRT tarafından aşırı erotik bulunduğu için yasaklanan tanıtım klibi çıktı. Sonrasında Hadise, Eurovision’da çok alışkın olmadığımız bir şekilde, iki üç şarkılık bir Avrupa turnesine çıktı. Hem de hip-hop kliplerinde dahi göremeyeceğiniz lükslukte bir otobüsle. Hiçbir masraftan kaçınılmadı mı desem, para boldu da n’apılacağı bilinemedi mi desem bilemiyorum. Sonuç olarak, 2008’de müzisyeninden dansçısına, kafilesinde tek bir dişi sinek dahi götürmeden yedinci olma başarısını gösteren Türkiye, bu sene Yunanistan modeline uyup bir Barbie kızla katıldı. Şarkı İngilizce’ydi, Türk müzik kulağına çok aykırı değildi. Özellikle Süper Lig stadlarında devre aralarının standart şarkısı olması, ikinci bir Shake It Up Shekerim krizi yaşamayacağımızın garantisini veriyordu. Mayıs ayı geldiğinde ise Hadise hastalanacak, bu durum sahne performansına dahi yansıyacaktı. Yine de 4. olmayı başardı ve Hadise Eurovision macerasından popülaritesini artırarak, daha duygusal bir deyimle alnının akıyla çıkmayı başardı.

Bu seneye dair başka bir önemli ayrıntı da, oylama sisteminin %50 jüri oyu ve %50 teleoylama şekline getirilmesiydi. 

2010: Manga

Yine bir rock grubuyla katıldığımız Oslo’daki finallerde aldığımız ikincilik, Eurovision tarihimizin en iyi ikinci sonucu olacaktı. Yine de nedendir bilinmez, bu sonuç çok fazla ses getirmedi. Manga’nın en büyük şanssızlığı, Eurovision’a normalde dalga geçilme kontenjanından katılan Almanya’nın bu sefer büyük bir kampanya yapmış olmasıydı. Uzun yıllar hüsrana uğrayan Almanya bu sefer Eurovision’u kazanacak, Manga’nın “We Could Be The Same” şarkısı aldığı başarıya rağmen çok fazla hatırlada kalmayacaktı.

2011:Yüksek Sadakat 

Sonuç oldukça netti: yarı finali geçemedik.

Serbest Çağrışım #1

Alessandro ABBIO
Alessandro DE POL

Köşenin adı zaten birçok şeyi anlatıyor, ayrıca bir girizgah yapmaya gerek yok sanırım. İtalyan basketbolundaki bu iki Alessandro’dan birinin adını telaffuz ederseniz, lafı hemen diğerine getirdiğimi görürsünüz… Yaparım bunu.

Fransa’da düzenlenen Eurobasket 1999 ciddi biçimde takip ettiğim ikinci uluslararası organizasyon olmalı basketbol anlamında. Bu iki adamı da orada yan yana gördüm ilk olarak, ama daha önce de hayatlarıma aynı zaman diliminde girmişlerdi. O zaman FIBA’nın tekelinde olan Euroleague organizasyonunda Abbio Kinder Bologna takımıyla top coşturuyordu. De Pol daha mütevazı bir ekipteydi, ancak o takımın benim gönlümdeki yeri çok ayrıdır. Horoz detayları barındıran kırmızı formasıyla 1 numaralı organizasyonda boy gösteren, çok sevimli ve çoğunlukla kapalı gişe bir salona sahip Carlo Recalcati yönetimindeki Varese Roosters. Andrea Meneghin, Gianmarco Pozzecco, Giacomo Galanda, Daniel Santiago, Veljko Mrsic, Francesco Vescovi gibi isimlerle bir arada oynamıştı işte bu De Pol. Hatta binbir zorlukla ulaştığım istatistikler güvenilirse eğer, o sezon takımın rebound lideri olarak bitirmiş Euroleague mücadelesini. Bu takımda Galanda ve Santiago gibi uzunların olduğunu, De Pol’ün ise 2.04 boyuyla kariyeri boyunca bir 3.5 numara olarak nitelendirildiğini belirtmeden geçmeyelim yeri gelmişken… Çok zevkli bir takımdı o. Bir dönem hastası olduğum Pozzecco’nun da en deli dolu yıllarına denk gelir. Hatta Reha Erus, Fanatik Basket’teki köşesinde her hafta Roma’dan bildirirdi Pozzecco ve saç stili hakkındaki yeni gelişmeleri. İşte öyle bir dönem…

Varese Roosters’ı başlangıç noktası olarak alıp İtalyan basketbolunun son yıllarda içinden geçtiği süreçler hakkında uzun bir yazı da yazabilirim ama şu ilk beşi bir kez daha koyayım… Birçok kişi için anlam ifade edebilir diye düşünüyorum ki bu kişilerden bir tanesi de blog kadrosunda… Bugünkü takımın kadrosunda da, Avrupa basketbolunda De Pol ve Abbio’nun konuşulduğu o yıllarda ülkemizde Kombassan Konyaspor’a uğramış Randolph Childress’ı görüyoruz. 37 yaşında ama takımın en önemli skor opsiyonu. İlginç bir detay oldu. Galanda demiştik… Tabi dolaştı kariyeri boyunca çokça, fakat şimdi 34 yaşında kürkçü dükkanında devam ediyor kariyerine… Bir de Misan Nikagbatse’yi tanıdım kadrodan. Mithat Demirel’in Alman milli takımındaki yedeği dersek ne seviyede bir oyuncu olduğu konusunda çıkarımlar yapmak mümkün olacaktır herhalde…

1998-99 Euroleague:
VARESE ROOSTERS (7-11)

5 Gianmarco Pozzecco PG 13.2 pts, 2.5 reb, 5.8 ast, 1.1 stl
11 Andrea Meneghin SG 12.9 pts, 3.0 reb, 1.6 ast, 2.2 stl
7 Veljko Mrsic SF 19.6 pts, 4.2 reb, 1.4 ast, 1.8 stl
9 Alessandro De Pol PF 8.9 pts, 5.2 reb, 1.9 ast, 1.6 stl
15 Daniel Santiago C 8.4 pts, 4.9 reb, 0.2 ast, 1.4 stl

De Pol 9 numarayı kimselere bırakmazdı hem milli takımda, hem de oynadığı kulüp takımlarında. Abbio isim olarak İtalyan basketbolu için daha yukarıda bir oyuncu aslında, Kinder Bologna formasıyla yakaladığı iki Avrupa şampiyonluğu da ona büyük kredi sağlamıştı. Fakat takımında 7 numara ile görmeye alışık olduğumuz Abbio, 12 giyerdi milli takımda… Muhtemelen kendisi ve De Pol ile aynı jenerasyondan gelme Gregor Fucka’nın varlığının bir payı vardır bu durumda. Abbio skorer guard oynardı, onun yedeği de garip bir amcaydı. Basketbolcudan çok balıkçıyı andıran stiliyle, haşmetli sakalıyla ve 13 numaralı formasıyla hatırlayabileceğimiz Michele Mian. Onun ve siyahi Damio Gay’in süreleri rotasyonda en kısıtlı olanlardı ama bugüne kadar dağarcığımızda yer etmiş ikisi de. Tabi esas oğlanlar Olimpiyat açılışında ulusal bayrağı taşıyacak kadar büyük bir saygınlığa erişmiş Carlton Myers, Meneghin ve Fucka idi o yıllarda. Meneghin ailesinin futboldaki karşılığı Maldini ailesi olur sanıyorum. Andrea’nın oğlu var mıdır, varsa ne durumdadır bilmiyorum tabi.

1990 yılında İtalya Fucka, De Pol ve Abbio’yu barındıran kadrosuyla U18 turnuvasında geleni geçeni yenmiş, finalde Sovyetler Birliği’ne 13 sayı fark atarak kupaya uzanmış. O dönemlerden basketbolu bırakana kadar da kaderleri genelde paralel bir yol izlemiş serbest çağrıştıran arkadaşların. Tabi De Pol Varese şehrine sadakat gösterirken, İtalyan basketbolunun düşen standartları sonrasında uzunca bir süre ACB arenasında boy gösterdi Abbio. Bir bakıma da arz-talep meselesi olarak bakmak gerekir tabi, çünkü son yıllarda De Pol rebound yeteneğini gösterebilecek atletiklikten uzaklaşırken pozisyonu da birçok kaynakta SF olarak geçmeye başlamıştı bile. Yıllar Abbio’ya biraz daha iyi davranmış gibi gözükmekte, ama o da Basket Livorno ile profesyonel kariyerine son vermiş gibi gözüküyor kaynaklarda.

Son olarak da o 1990 turnuvasına bakarken gözüme çarpan Türkiye takımını paylaşmazsam ayıp etmiş olurum:

Burçin BADEM, Cenk DURAKLAR, Derviş GÜNEY, Erkan KONAR, Murat KONUK, Cem KULAKSIZ, Levent Kazım ÖZSİMİTÇİ, Ufuk SARICA, Murat YENAL, Haluk YILDIRIM

Murat Konuk ve Cenk Duraklar’ı zaman zaman, Ufuk Sarıca ve Haluk Yıldırım’ı ise en şaşaalı dönemlerde gördük milli takımda. Yine de en verimli jenerasyonlardan biri sayılmaz sanırım.

David Rivers denince de Rashard Griffith gelir aklıma. Yapsak mı bunu?