Lektion 1: Die Integration


Dün gece eve döndükten sonra “Yenilsen de Yensen de” programının tekrarına rastladım, tanıdık bir simayı görünce de kanalı değiştirmedim. Fakat stüdyodaki tribünün Mesut Özil hadisesine yaklaşımı, sağ üstteki Iron Maiden tişörtlü elemanın “Mesut’u ıslıklayan ikinci jenerasyon, eve gidince çocuklarını da yuhalamış olabilir” esprisi dışında bana çok değerli gelmedi. (O espriye konu olan durumun da ancak çok az sayıda evde söz konusu olduğunu düşünüyorum, birazdan geleceğim zaten. Ama en azından komikti ve bir gerçeklik payı vardı.) Özellikle ilk söz alan katılımcı, hayli süslü kelimelerine rağmen bence temel bir konuyu gözden kaçırıyordu. Söylediğine göre Mesut’un golüne sevinmişti, çünkü Angela Merkel Dünya Kupası’nda olduğu gibi bir Türk’ün golünü alkışlamak durumunda kalıyordu ve bu ona içten içe dayanılmaz bir acı veriyordu. Mesut’un golüne sevinmişti, çünkü o gol tribündeki görmezden gelinen Türk nüfusunu tekrar gündeme taşıyordu. Oysa ki o kalabalık Mesut’un golüne sevinmek şöyle dursun, maç boyunca Mesut’u ıslıklamayı tercih ediyordu. Dolayısıyla Merkel de entegrasyonunu sağlıklı biçimde tamamlamış ve Alman toplumunun bir parçası olmuş ideal bir göçmen için çırpıyordu ellerini. Yani tribünde meşale yakan, Alman milli marşını ıslıklayan, entegrasyon sürecinde henüz çok az mesafe katetmiş ‘vandal’ Türkler için değil. Bu ayrımı yaptığımızda Merkel’in Mesut’u alkışlarken herhangi bir feragatta bulunduğunu çıkarsamak benim açımdan pek mümkün değil.

Ben de maç öncesinde bana sorulduğunda “Öyle bir durum olsa sevinmem herhalde, neden sevineyim ki” falan diyordum. Gerçekten de gol anında sevinmedim ama özellikle maç içerisinde hasıl olan ıslıklamalar nedeniyle, son düdük çaldığında öyle bir golün atılmasının çok isabetli olduğunu düşündüm. Sevindim yani bir anlamda…


Entegrasyon meselesi çok katmanlı bir mesele, fakat İstanbul Lisesi’nde dil kitaplarının daha ilk ünitesinde ele alınan bu konuya buradaki ve oradaki Türk nüfusunun bakışı çok doğru değil. Entegrasyon pratikte mutlaka tavizler içerecektir, fakat bunun tamamen bir ‘vazgeçiş’ şeklinde seyredip seyretmemesi de bireyin kontrolündedir temelde. Yani sağlıklı bir şekilde entegre olmuşken, eş zamanlı olarak kültürünü yaşamayı da sürdürmen bir ütopyadan ibaret değil. Özellikle İslam dininin Almanya’da hakim olan dine oranla sosyal hayatı daha fazla etkileyen vecibelerinin bir zorluk yarattığı ortada. Fakat bu zorluğun tezahürü ile ilk karşılaşmada ‘ben oynamıyorum’ demek de biraz kolaycılık gibi geliyor. Almanya’daki Türk azınlığın, şu anda entegrasyon sürecinde en az yol almış kitlelerden biri olmasında bu zihniyetin payı büyük. Elbette Sırp ya da Yunan halkın din kaynaklı sorunları minimize olmuş durumda. Aynı zamanda Türkler’in nicel olarak çok daha büyük bir populasyon olması, Alman toplumunun dinamikleri içerisine girmeden kendi komünitesiyle mutlu olma gibi bir opsiyon da sunuyor Türk azınlığa. Bunları da göz ardı etmemeliyiz, fakat asıl sorunun ‘entegrasyon’ mefhumuyla barışık olunmamasının altında yattığını da görmeliyiz.

İşte bu yüzden, cuma akşamı tribünlerden yükselen ıslık önemli. Hemen her majör sosyolojik olayda en kilit jenerasyonun üçüncü jenerasyon olduğu söylenir. Bahse konu olan büyük çaplı bir göç ya da Almanya örneğinden devam edecek olursak III. Reich gibi özel bir dönem olabilir. Orada da “Täter-Generation” olarak adlandırılan soykırımda aktif olarak rol alıp almamasından bağımsız olarak o dönemi yaşayan ve sürece yaparak ya da göz yumarak dahil olan birinci jenerasyonun, bu ağır sorumluluğun üstesinden gelmesi beklenmedi. Kendi annelerini veya babalarını yargılamak gibi yine ağır bir sorumluluğun hakkını vermeye çalışan ikinci jenerasyon için de şüphesiz ki bu kolay bir iş değildi. Fakat birinci jenerasyon artık yavaş yavaş sallanan sandalyelerine oturup, sosyal hayatta faktör olmaktan çıktığında oyuna giren üçüncü jenerasyon bunu atlatmalıydı.


Bugün birinci nesil göçmen ailelerin yaşadığı tüm diskriminasyona rağmen, o günleri atlatmış Alman toplumuna katılımı beklenen mevcut jenerasyonun futbol sahasına çıkan bir başarılı entegrasyon örneğine verdiği bu tepki entegrasyon sürecinin başarı düzeyini özetlemektedir. Burada özne olan Alman hükümetiyle, göçmen politikasının ana nesnesi olan Türk halkı arasında sorumluluğu paylaştıracak kadar ileriye gidemem, çünkü gereğinden fazla dışarıdayım. Ancak tüm alan araştırmalarının işaret ettiği, bu sancılı işleyen sürecin yakın zamanda büyük değişiklikler göstermeyeceği gerçeği… Alman hükümetinin yanlışları mutlaka olmuştur, Thilo Sarrazin gibi birçoklarının üst makamlarda görev aldığı da bir gerçektir. Ve kendisinin “Bir yabancı baş örtülü, Arnavut, Türk ya da Arap ise entegrasyonu mümkün değildir” şeklinde özetlenebilecek basmakalıp düşüncelerinin arkasına takılmış insanların Alman ulusunda azınlık olmadıkları da öyle. Fakat tüm bunları tekzip etmek yerine -gerçek anlamda- sokağa çıkmamayı, Türk mahallelerinde yaşayıp mümkünse orada iş bulmayı ve bürokratik ıvır zıvırlar dışında Almanca’yı hiç konuşmamayı tercih eden ve entegre olanları ‘zayıf milliyetçilik’ timsali gösterip stadyumda yuhalamayı doğru tepki olarak görenlerin kalesine atılmış bir golse Mesut’un golü, ben de ziyadesiyle mutlu oldum…

Bu arada bu tartışmayı Mesut örneği üzerinden geliştirmiş olsam da, kendisini sadece “başarılı biçimde entegre olmuş bir üçüncü jenerasyon” sembolü olarak kullandığımı belirtmeliyim. Bu böyle olmayabilir, zira Mesut’un yıllardır kendisi adına kararlar veren ve çok sevmediğimiz bir profesyonellik anlayışı olan babası olmasaydı Mesut duygusal bir karar verip köklerinin milli takımını seçebilirdi. Ya da Mesut futbolcu olarak bir kalibre daha aşağıda olsaydı ve babası da bunu görüp, onun hiçbir zaman Alman milli takımının as oyuncusu olamayacağına kanaat getirseydi Mesut bence yine Türk milli takımını seçebilirdi. Milli takım hadisesine tamamen profesyonel işlerinin bir parçası olarak bakanlar her zaman sinirimi bozmuştur. Son zamandaki “maddi-manevi” şebekliği de çok rahatsız etmiştir mesela beni. O yüzdendir ki Mesut’a öyle çok büyük bir sempati beslemiyorum. Fakat gerçekten de “Kendimi Alman gibi hissediyorum ve o yüzden burada oynamayı seçtim” açıklamaları babası tarafından yazılmış kelimeler değilse ve samimi bir arka planı varsa kendisine saygım büyük olur. O zaman da bir başka Almanya-Türkiye maçının arefesinde aynı soruya muhatap olursam yanıtım farklı olabilir. Fakat özellikle Bremen-Schalke geçişinde Özil ailesinin yaptıkları bu şekilde bakmama engel ve bunu milli takım olgusunu profesyonelliğin bir parçası olarak tanımlayan zihniyetin verdiği bir kariyer kararı olarak görüyorum. Mesut hakkında daha fazla şey okursam ve kafamdaki imajı değişirse ne olur bilemem…


Not: Mesut Özil, Fatih Akın ya da Nazan Eckes değilseniz entegrasyon biraz daha zor, onu biliyorum elbette… Tekrarlıyorum ki, Mesut sadece bir sembol ve aslında o sembol olmak için en doğru kişi olmadığını düşündüğümü son paragrafta açtım.