Redemption Song


Sanya Richards’ın 400 metre birinciliği benim artık bir rutin haline gelen staj dönüşü uykuma denk geldi… Stajı Büyükçekmece’de yapıyorsanız ve ulaşımı üstlenen arkadaşınızın izin alması sebebiyle Büyükçekmece-Çapa arasını toplu taşımayla katetmek zorunda kalıyorsanız bu uyku koltukta otururken habersizce geliyor ne yazık ki… Anneanneye döndüm şerefsizim.

Richards, üst düzey şampiyonalardaki ilk bireysel altınına nihayet erişti dün gece. 2005’te Helsinki’de gelen gümüş kimseyi tatmin etmemişti, geçen yaz mutlak favori olarak geldiği Pekin’de Christine Ohuruogu ve Shericka Williams’ın arkasında kalıp bronzla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıydı. İlk kez bir madalyasına sevinebiliyor sanırım… Bu yaz da Berlin’de geçen yılki kadar büyük bir favoriydi, Ohuruogu dahil hiçbir rakibi de formda gözükmüyordu. Fakat bahsedilen isim Richards ise son ana kadar bir aksilik bekliyorsunuz. Osaka’da Behçet hastalığının da etkisiyle ABD elemelerini geçemeyip 400 metrede yarışamayan ve Dünya Şampiyonası altınına çok yakın olduğu şampiyonanın dışında kalan Sanya, bu sefer rahat bir biçimde uzandı o madalyaya. Yıllardır üzerinde yoğunlaşmış beklentileri de sonunda karşılamış olarak ‘taçsız kraliçe’ yaftasından kurtuldu Sanya.

“Sanya Richards ran a splendid race… It was a brilliant time. I think she wanted it a little bit more than the rest of us.”

Christine OHURUOGU

Bana da Lo-Lo-Lo…


Pekin’in en şanssız isimlerinden biriydi Lolo Jones. 100 metre engellinin mutlak favorisi olarak final koşarken, sondan bir önceki engele takılarak avuçlarında hissettiği olimpiyat altınını kaybetmişti… Benim yeni haberim oldu ama Dünya Şampiyonası’nda kendisini izleyemeyecek olmamızın müsebbibi de bir başka talihsizlikmiş. Amerika elemelerinde yarı final koşarken, bu kez de kolu yan kulvardaki Michelle Perry’nin koluna takılmış ve dördüncü engele çarpmasıyla onun için yarış ve dolayısıyla Berlin hayalleri romantik bir şekilde son bulmuş…


Lolo, bugün Berlin’de idi ve Eurosport için saha içi röportajları yapmakla görevliydi. Son iki yılda, kariyerinin zirvesindeyken yaşadığı bu Hollywood senaryosu tadındaki şanssızlıklara rağmen olabildiğince sempatik görünüyordu. Kendisini tebrik ediyorum, fakat bu “The Secret” kokan pozitif düşünce geyiklerini bir tarafa bırakıp acilen Tarihi Cağaloğlu Hamamı’na gelmesini öneriyorum.

Berlin


Berlin’de başladı Dünya Atletizm Şampiyonası ve ilk pazar akşamının ana yemeği her zaman olduğu gibi 100 metre erkekler finali olacak. Bugün elemelerde de şampiyona öncesi görüntüyü güçlendirecek şeyler oldu aslında. Usain Bolt, kendi serisinde iyi arkadaşı Daniel Bailey’nin birinci olmasına tam anlamıyla izin verdi. En büyük sorunu çıkışları olarak gösterilen Thunderbolt, bugünkü son elemede iyi de çıktı aslında… Fakat son 40 metre boyunca jog atan bir Bolt izledik arkadaşı yanında. Bailey var gücüyle koşarken, Bolt’un o lakayıt düz koşusuyla arkadaşıyla aynı sürede finiş görmesi bir kez daha düşündürdü ekran başındaki bizleri. Bunu ilk kez yapmıyor tabi ki. Ancak sabahki elemelerde aynı şeyi yapmaya çalışan vatandaşı Asafa Powell’ın nasıl madara olduğunu ve elenmekten burun farkıyla kurtulduğunu da aklımıza getirince Bolt’un insan olmadığına kanaat getirdik. Onu zorlayabilecek adam Tyson Gay gibi gözükse de, ben sakatlık benzeri ekstrem durumlar görmediğimiz müddetçe birincilik kürsüsünde kimi göreceğimizden adım gibi eminim… Vücut diline bakınca Gay’in de bunun farkında olduğunu görmek zor değil. Yine de bugün 9.98 koşan Gay’in bir mucize yaratmasını bekleyeceğim ben ekranda. Sonucu belli olsa dahi bir 100 metre finalinin verdiği hazzı sunabilen çok fazla spor olayı yok açıkçası…


Açılış gününde pistte 10 bin metre heyecanı vardı. Ne yazık ki Elvan Abeylegesse sakatlığı sebebiyle tamamlayamadı yarışı… Dürüst olmak gerekirse, biz bu şampiyonada herhangi bir madalyayı da hak etmiyorduk. Türkiye adına bir atlet, yılın en önemli spor organizasyonlarından birinde final koşacak ve bizim basınımız buna kaç puntoluk bir başlığı uygun görmüş. Açın bakın… Birçok spor tutkunu arkadaşımın böyle bir yarıştan haberi dahi yoktu. Sanki fikri çok da önem taşıyormuş gibi, Elvan’ın Türkiye formasıyla yarışmasını özümseyemediğini söylemekten vazgeçmeyen sözde spor yazarlarıyla dolu çevremiz… Neyse, umarım 5 bin metrede tüm bu insan bozuntularını utandırır Elvan bir kez daha.

10 bin finalinin bitişinde, biraz da Ertan Hatipoğlu’nun yönlendirmesiyle Meseret Defar’ın bitirici sprintini beklerken bir başka sürprizle karşılaştık. Son 3 bin metrede tempoyu forse etmesine rağmen, daha sonra güç kaybetmiş gözüken Kenyalı Linet Masai idi sürprizi yapan. Son yıllarda bayanlarda uzun mesafelere damga vuran Etiyopyalılar’ın ataklarına müthiş bir kontrayla cevap verdi Üsküdar Belediyesi sporcusu Masai ve Kenya’yı da eski günlerine döndürdü belki de. Defar’ın 5 bindeki etkinliğini göremedik oldukça yavaş geçilen bu yarışta… Yenilenen Olympiastadion’un yeni pistinin yapısı da sporcuları zorlayan bir başka faktör oldu aslında ki Elvan’ın sakatlığının arkasında yatan da bu olabilir. Tirunesh Dibaba’nın yokluğunda bir sürpriz beklenebilirdi, ancak böyle bir finişi tahmin etmek mümkün değildi… Meselech Melkamu’nun ikinci bitirdiği yarışta, dışarıdan gelen Masai’yi görmemesi ve altın madalya sevincini ellerini havaya kaldırarak erkenden yaşamaya başlaması da bize unutulmayacak bir kare verdi. Etiyopya’nın hayal kırıklığının bittiği yerde, Kenyalılar’ın sevinç gösterileri başladı. Diğer Kenya sporcusu Grace Kwamboka Momanyi’nin ismini de çok sık duyacağızdır mutlaka…

Gülle atmada Christian Cantwell ve Tomasz Majewski arasındaki mücadele de izlemeye değerdi. İki dev adam birbirlerinin limitlerini zorladılar ve 22 metreyi aşan son atışıyla Amerikalı sporcu altınla evine dönmeyi başardı. Almanya’ya ilk madalyasını kazandıran Ralf Bartels de günün en mutlularından olmalı.


“As soon as I finished the race, I believed that I had won. I was extremely happy that we had retained the gold.”

Vlasic Era


Başlığı görenler ilk olarak “Hangi Vlasic Era?” diyebilirler bugün yaşadığı ve yaşattığı şoku da düşünerek. Ben sadece Blanka’yı kastetmiyordum oysa ki… NTVSpor’un Pekin öncesi yayınlarından birinde tanık olmuştum Vlasic ailesinin yapısına. Basketbolcu olduğunu okuduğum annesini göremedik gerçi sözkonusu programda, belki çocuklarının daha sert olabilmesi için onları annelerinden ayırmış bile olabilir Baba Vlasic. Ama sporcu bir gen havuzundan çıktı yüksek atlamanın bu yeni yüzü, bunu kolaylıkla söyleyebiliriz… Josko Vlasic eski bir dekatloncu, TDK izin verirse belki de dekatlet. Hatta Akdeniz Oyunları için bulunduğu Casablanca şehri Blanka’nın isminin ilham kaynağı. Hayata 1-0 önde başlamış yani Blanka, ismini böyle büyüleyici bir şehirden aldığını düşününce görüntüsü çok da şaşırtmıyor beni. Zaten bu olimpiyatlarda bu açıdan favorim Estonyalı bir ablaydı, adını unuttum şimdi de bir ara eklerim buraya…


İki erkek kardeşi var Blanka’nın. Bir tanesi üniversiteyi basketbol bursuyla ABD’de okumaya hak kazanıyor. Ancak babası basketboldaki geleceğini parlak görmeyince kendisini apar topar Hırvatistan’a geri çağırıp cirit üzerine yoğunlaşmasını salık veriyor. Akabinde de bitmek bilmeyen bir kamp süreci… Küçük kardeş Nikola ise henüz ilkokul çağında, ancak ülkenin en büyük kulüpleri şimdiden onun peşinde, YouTube üzerinden birkaç videosuna da ulaşabilirsiniz muhtemelen. Luka Modric’ten esintiler sunan bu çocuğun da bir sakatlık yaşamadığı takdirde milli takım düzeyine ulaşabileceği yönünde genel görüş. Bir başarı hikayesi diyebiliriz Josko Vlasic’in yaptığına, tabi kendi hedefleri doğrultusunda. Babadan çok antrenör gibi gözüktü bana programda da, baskıcı yöntemler uygulamış olabileceğini de düşünmüyor değil insan. Vlasic’in bazı sözlerinden ben bu çıkarımı yapabiliyorum ama günahını da almayalım adamın yok yere.


Pekin’e çok iddialı gelmişti Blanka Vlasic, genel olarak da ikinciliği hazmedemeyen biraz kibirli bir hatun gibi gelmiştir hep bana. “Şu an için sadece bu deneyimin tadını çıkarmak istiyorum” gibi bir şey duyabileceğiniz biri değil yani. Olimpiyat Oyunları çok sık gerçekleşen bir olay değil biliyorsunuz, bu nedenle de spor aleminin en majör etkinliği. Bu bağlamda burada Belçikalı Tia Hellebaut’a kaybedilmiş altının kariyerinde dönüp bakmayı pek istemeyeceği bir sayfa olduğu aşikar. Ama Blanka henüz 24 yaşını doldurmadı, yani onu idolü Stefka Kostadinova’nın kariyerine benzer bir kariyere taşıyacak zamana sahip. İşe idolünün 1987 yılında kırdığı 2.09 metrelik rekor ile başlaması çok zor gözükmüyor, antrenmanlarda 2.10’un üstüne çıktığı da sır değil…


Olimpiyatlardaki bireysel yarışmalarda günlük ruh hali çok büyük bir etken olmakta, beden üzerinde de etkileri olabiliyor psikolojik durumun. Blanka’yı çok doğru bir psikoloji içinde görmediğimi söyleyebilirim bugün, yine de uzun atlamanın 1 numarası halen Blanka Vlasic. 30 yaşında 2.05 ile kariyerinin zirvesine ulaşan Tia’dan daha fazla potansiyeli olduğu ortada. Her ne kadar iddialı konuşmaktan çekinecek biri olmasa da, “En iyi yıllarıma daha var” cümlesini de çok sık duyuyoruz Blanka’nın ağzından. Pekin’de bir hayal kırıklığı yarattı mı, bunun için sağ çerçevede bir anketimiz de var zaten, ama bu güzel kadını önümüzdeki yıllarda çok konuşacağız. Selefi Stefka’nın da ilk olimpiyatında Seoul’den gümüşle döndüğünü hatırlatalım ve Blanka’nın Stefka ve rekorunu kırma ihtimali hakkında söylediği sözlerle bitirelim:


“Stefka is the most complete high jumper of all time. She has an unparalleled list of honours and her brightness was, and still is, immense. I want to be like her. She made her own history, and I am making my own history.”


“I need to be in good shape, able to do lot of jumps of high intensity. Regarding technique, there is nothing special I need to change. It’s more about circumstances and my physical ability in that moment.”

Bolt of Lightning


Birçok kişiye göre Olimpiyat Oyunları’nın gerçek anlamda başlaması atletizmin start almasına denk gelir. Şüphesiz yüzme ve cimnastik de en az atletizm kadar ilgi görür ama Olimpiyat’ın kazananı derken en çok da 100 metrenin kazananı kastedilir. Bu yaz ise durum biraz daha farklı gözüküyordu. Pekin bir fenomen yaratacaksa kuşkusuz bu isim Michael Phelps olacaktı. Bu gece de dahil olmak üzere uykusuz gecelerimin öncelikli sebebidir Phelps, yaptığı işi küçümsemem çok abes olur bu bağlamda. Ama bugün bir Jamaikalı geldi ve şovu Phelps’ten tam anlamıyla çaldı. Bugün kimse basketbolda ABD’nin onlar için en ciddi sayılan sınavda İspanya’yı blowout victory diye tabir edilen şekilde yenmesinden bahsetmiyor, Phelps de hedefine bu kadar yaklaşmışken bir anda ikinci plana düştü. Çünkü bu Jamaikalı insanlık dışı bir şey yaptı pistin üzerinde. Rüzgarın Oğlu son 15 metresinde sadece “En fazla ne kadar laubali olabilirim?” sorusuna cevap aradığı yarışı 9.69 ile dünya rekoru kırarak kazandı. Otoriteler bu temponun sonucunda 9.54 gibi bir derecenin mümkün olduğuna kanaat getirmişler. “En azından” diye de eklemişler!


Sıradan bir güne uyanmadık elbette. 4 yılda bir 100 metre finali izliyorduk, kesinlikle en cazip olay budur tüm sporlar içerisinde. İnsanoğlunun saatle imtihanı en yoğun 10 saniyenin yaşanmasına zemin hazırlar. Atletizm yayınlarını ilk kez bilinçli bir şekilde takip ediyordum, sene 1999. Maurice Greene’in yaptığı 9.79’luk dereceyi izlediğimde bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum, çocuklarıma anlatabilecektim bunu. Sakatlıklarla sarsılan Greene bir numaralı isim olmaktan uzaklaşınca bir boşluk oluştu atletizmin bu en büyük sahnesinde. Hatta 2003 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda St. Kitts and Nevis Adaları’ndan bir adam geldi, birinci kulvarda 10.07 koşup altına uzandı. Bunu yapan Kim Collins idi, bir kenara yazın bu dereceyi.

Elemeleri izliyoruz, komşu blogdan Çağlar ile de konuşuyoruz bu arada. Sıra Usain Bolt’un serisine geldiğinde, kendisinin insan olmadığı gerçeğinde birleştik. Hatta ben oraya buraya “Korkuyorum” diye de yazdım. Öyle bir koşmuştu ki Bolt elemesinde, eğer saate bakmıyorsanız tahmininiz 10 saniye altında bir dereceden çok uzak olduğu yönünde olur. Zira son 25 metrede bariz biçimde yürüdü Rüzgarın Oğlu. Ben de o sırada “Tyson Gay kendini finale atabilecek mi?” sorusuna odaklandığımdan kronometre ile işim yoktu. 9.85’i gördüğümde ne yapabilirdim ki başka, basbayağı insan değildi karşımdaki. TRT spikerinin yarattığı bilgi kirliliğinden dolayı dokuzuncu isim Collins mi olacak, yoksa Gay mi diye düşündük bir süre. Meğer hiçbir zaman bir dokuzuncu olmamış. Gay 1 yıl kadar önce duble için koşacağını söylediği Pekin’de büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu yani… Sakatlığının etkilerini tam olarak üzerinden atamadığı, öte yandan eski formunda olmadığı aşikardı. Ama hatalı çıkış sonrası gözle görülür bir biçimde konsantrasyon sorunu yaşamasa en azından finalde görürdük Tyson’ı zannımca. Su içti, pozisyonunu en son o aldı, iki elini havaya kaldırıp belki de Tanrı’dan yardım istedi. Bunlar da bünyedeki güvensizliğin vücut diliyle açığa çıkması anlamına geliyordu benim için. Yine de finalde görmek hoş olurdu.


Finale gelmiştik işte… Daha önce defaatle izledim Bolt’u. Adı ilk anılmaya başladığı günden beri Cüneyt Koryürek’in dilinden düşmüyordu Usain Bolt. Hatta muhtemelen de ilk rahmetliden duymuşuzdur ismini. Gerçekten farklı bir stili vardı. Büyük adımları ile yaptığı muazzam dereceleri bile basit gösterebiliyordu. Greene’de bunu göremezdiniz mesela, tüm yüz kaslarıyla yaptığı işin sıradan bir şey olmadığını gösterirdi, majör organizasyonlar sonrası bir süre Golden League tarzı organizasyonlarda yarışmazdı hatta, o büyük efor üzerine… Greene sonrası çıkan ilk parlak sprinter olan Asafa Powell için de bu geçerli. O yüzden elemelerde bu kadar formda gördüğümüz adamın, aşırı bir stres içerisine girmediği takdirde kazanacağını öngörebilmek için falcılık gerekmiyordu. Stres? Usain’e uzak bir kelime olduğu her hareketinden belli zaten… Asafa’nın kötü çıkışı sonrası yarışın ilk yarısında yeni bir alternatif aradım içimden. Biliyorum 5 saniye topu topu, ama insan beyni bu, düşünüyor. Michael Frater? Yok. Marc Burns? 10 saniye altına inebiliyor muydu ki o? Bu elemeler boyunca iyi derecelerle göze batan diğer isimleri düşünemeden, Usain Bolt bir üst vitese taktı. Hani Amerikan yapımı araba yarışı konulu filmlerde olur, bir düğmeye basarsın ve araba motoru adeta parçalayarak inanılmaz bir hıza ulaşır. Usain Bolt da o düğmeye bastı işte ilk 50 metre sonunda, ‘fast and furious’ idi o andan sonra. Son 15 metrede ise kollarını açtı, göğse üç yumruk vurdu… 1999’da tanıklık ettiğinin efsanevi bir şey olduğunu hayal eden çocukla alay ediyordu adeta. O hayallere de cam kırılması efekti eşlik ediyordu. Sevmiyorum seni Usain Bolt!


Bu adamın temiz olduğunu varsayarsak inanılmaz bir noktaya taşıdı kısa mesafe yarışlarını. ABD orijinli bir arkadaş olsa şu yaptıklarından sonra kimse doping almadığına inandıramazdı beni. Justin Gatlin’de de yanılmamıştım en son, çok sevdiğim Marion Jones’un yaşadıklarından sonra hiçbir şekilde güvenim de kalmamıştı ABD sprinterlerine. Maurice Greene istisnai olmak kaydıyla. Ama Usain başka bir şey, sanıyorum bu dereceleri lekeli rekorlar olarak anılmayacak yıllar sonra. En azından öyle hissediyorum. Yanında koşan Richard Thompson’ı 9.90 altına indirmesi bile başlı başına bir mucizeyken, bu tempoda koşulan finalin sonuncusu Darvis Patton kaç koşmuştu peki? 10.03! “Yanlış yer, yanlış zaman” demek istiyorum kendisine, Paris’te altın madalya anlamına geliyordu bu derece… 200 metrede de çok farklı şeyler yapabilir Lightning. Çarşamba gününü sabırsızlıkla bekliyorum. O zamana kadar Phelps’in mucizeleriyle idare edelim. Yalnız yüzmesiyle, henüz başında olduğumuz atletizimi ve basketboluyla Sydney ve Atina sonrası ilaç gibi geldi Pekin. TRT’ye rağmen herkesi ekran başına davet ediyorum, Eurosport varsa ne ala tabi…


Aşağıdaki sözler de 10.03 koşup ancak sonuncu olabilen Amerikalı Patton’ın açıklamaları… Ben dün Tirunesh Dibaba’yı LeBron James’e benzetmiştim, çok da içime sinmemişti açıkçası benzetme. Doğrusunu Patton yapmış:

“He’s like a LeBron James, you’ve got a young guy who’s doing things that haven’t been done before. The guy just broke the Olympic record and the world record. He’s just having fun. It’s everyone trying to catch up to Usain Bolt. Even his own countrymen are trying to catch up to him. He’s in a league of his own. How do you deal with Jordan? How do you deal with LeBron? He’s a freak of nature. You guys saw it for yourselves. I just happened to have a front-row seat.”