Bir Hazırlık Maçından Fazlası


Dün gece Birleşik Devletler’deki World Football Challenge kapsamında iki süper güç Chelsea ve AC Milan’ın mücadelesini izledik. Açıkçası turnuvada izlediğim ilk maç beklentilerimi minimuma indirmişti. Chelsea, Milano’nun diğer ekibiyle karşı karşıya gelirken Zlatan Ibrahimovic’in de uzun süre kenarda oturduğu maçta kontrolü bir an olsun elinden bırakmamıştı. Buna rağmen Inter’in genç kalecisi Vid Belec’in yardımlarıyla gelen Didier Drogba golü ve tartışmalı bir karar neticesindeki Frank Lampard penaltısı dışında pek bir aksiyon yoktu karşılaşmada. Maç sonunda yatağıma uzanırken de aklımda ne vardı derseniz… Belki Charlize Theron.


Dün seremonide Theron’un yerini Carmelo Anthony aldı belki ama bu sefer de temaşaya hizmet edenler sahada top koşturan oyuncular oldu. Açıkçası Chelsea her iki maç öncesinde de kağıt üzerinde çok daha sağlam gözüken taraftı. Inter maçında oyunun kontrolünü eline geçirdi ve bunu gösterdi bir şekilde. Ancak o maçta da bir pozisyon kısırlığı yaşadılar. Chelsea’de alışık olmadığımız bir şey değil aslında bu, faturayı Carlo Ancelotti’ye kesmemek gerek. Zaten kesilecek bir fatura var mı, o da tartışılır. Bahar geldiğinde Avrupa’da devam ediyor olman, her şeyden önce rijit bir orta sahanın varlığıyla mümkün olabiliyor. Geçen maçta Essien-Mikel-Lampard üçlüsünden oluşuyordu Chelsea’nin orta saha hattı, kanatlarda ise Malouda-Kalou ikilisi Drogba’yı destekliyordu. Dün daha klasik bir 4-4-2 gördük sahada, fakat orta dörtlünün her iki kanadı defansif yönü gelişmiş hatta kariyerlerinin önceki dönemlerinde daha ziyade bek olarak görev yapmış isimlere emanet ediliyordu. Zhirkov-Mikel-Lampard-Belletti dörtlüsü de görüp görebileceğiniz en dirençli orta sahalardan biri anlamına geliyor. Buna rağmen Chelsea tüm hücum organizasyonlarını Ashley Cole ve Jose Bosingwa’nın bindirmeleri sonrası yapılan varyasyonlara bırakmış gözüktü ki, hücum anlamında Ancelotti’nin yeni bir formül düşünmesi gerektiğine yorulabilirdi bu… Tabi onlar için gündemin ana maddesi John Terry’yi tutabilmek şu günlerde. Ben Chelsea istemediği müddetçe Terry gibi bir adamın Manchester City’ye kaptırılacağını düşünmüyorum.



Milan cephesi için zorlu bir yıl olacak kuşkusuz. Drama yaratmaya düşkün futbol basını vakit kaybetmeden Post-Zlatan ve Post-Cristiano dönemlerini açtı Inter ve Manchester United adına. Ama bu tabiri kullanmamızı gerektirecek durumdaki tek takım Milan gibi gözüküyor benim bakış açımdan. Yine de dün beklediğimden oldukça iyi buldum Rossoneri’yi. Forvet hattında Alexandre Pato’nun yanına ideal isim Edin Dzeko olabilirdi. Dün Marco Borriello da bir noktaya kadar o işi kotarabileceğini gösterdi. Pato’nun tek forvet olarak kullanılması çok mümkün görünmüyor, zaten kendisi de bu işi yapabilecek özellikleri taşımadığını ifade etmişti geçenlerde La Gazzetta dello Sport’a yaptığı açıklamada… Çift forvetli bir sistemde de Ronaldinho’nun takımın üzerine ekstra bir yük olarak bineceğini görmek zor değil. Dün izlediğim Andrea Pirlo, son 7-8 ayda izlediğim en iyi Pirlo idi kesinlikle. Eskiden daha sık görmeye alıştığımız o derinlemesine paslarından birkaç tane izletti Amerikalı taraftarlara. Bunun arkasında onu çok isteyen eski teknik direktörü Ancelotti’ye karşı oynaması da var mıdır, bilemiyorum. Ama Pirlo’nun olası kaybıyla, taraftardan zaten bir süredir çıkmakta olan çatlak sesler üst boyutlara ulaşabilir. Ben Pirlo’nun Milan’daki misyonunu tamamladığına ve her şeyden önce bu isteksiz haliyle yarardan çok zarar getireceğine inanıyorum. Alınan ücret doğru kullanıldığı takdirde Milan geçen seneye göre güçlenmiş olarak bile çıkabilir bu transfer döneminden. Tabi City olayları sonrası kafası karışan Kaka’nın standartlarının çok altında bir sezon geçirmiş olması böyle bir kıyas yapmamıza izin veriyor. O yüzden tırnak içinde bir güçlenme olacak bu…


Tabi en büyük sıkıntı savunma hattındaydı. Orta sahada Clarence Seedorf yine dudak ısırtan bir performans koydu Chelsea karşısında, Mathieu Flamini de bu takımın uzun vadeli planlarında yer alabilen ender isimlerden… Ama savunmada çok büyük bir boşluk gözüküyordu ve geçen kış yapılan Thiago Silva transferi oraya güzel bir nokta atışı oldu. Yeterli mi, pek sayılmaz… Alessandro Nesta’nın sakatlıksız bir sezon geçirmesini umamazsınız şu şartlarda. Oguchi Onyewu bu yılki Konfederasyon Kupası’nın yarattığı yıldızlardan oldu, ancak daha hiçbir şey ispatlamış değil. Bana kalırsa da karavana olma ihtimali yüksek bir transfer… Böyle bir ortamda David Trezeguet’yi almaya çalışan Milan’ın, Juventus’a para yanında Kakha Kaladze’yi önerdiğini görmek de ilginç oluyor. Dün beklerdeki Oddo-Zambrotta ikilisi de, yedekten gelen Marek Jankulovski de futbollarının doruk noktasını uzun zaman önce geride bırakmış isimler. Savunmada da çok sık adam kaçırıyorlar son yıllarda, ki kadayıf kıvamındaki orta sahasıyla Milan’ın beklerinden öncelikli isteği hücum olmayacaktır.


Leonardo’nun işi kolay olmayacak, dünkü gençler arasında da Torino’dan gelen Ignazio Abate dışında göz kamaştıran bir yetenek gözümüze çarpmadı. Ancak ben az önce de dediğim gibi Pirlo’nun gönderilmesi ve yerine Abate’ye şans verilmesinin takım için daha hayırlı olabileceğini düşünüyorum. Pirlo Chelsea’de ne yapar? Orta saha için Michael Essien ve John Obi Mikel gibi rakipleri olacak, Lampard’ın kredisi kimsede yok… Böyle bir ortamda Barcelona’da çok iyi bir durumdayken getirilen Deco’nun rekabet edemediğini gördük. Pirlo’nun da işi çok kolay olmayacaktır bence, en azından geçen sezonun genelindeki görüntüsüyle. Ama dün gece süper top oynadı. Tam bir keman tutkunu kendisi, her şey olabilir…



Bu arada esasında maçın tamamını bir şekilde bulup izlemenizi öneririm, onu yapamıyorsanız gollere ulaşın. Hiç de hazırlık maçı havasında geçmedi. Yuri Zhirkov’u da kutlayalım, bu yazın en beğendiğim imzalarından biri oldu. Chelsea umarım kullanabilir onu sezon boyunca. Neden umuyorsam bir United taraftarı olarak?

More News from Nowhere #5

– Jens Lekman, domuz gribine yakalanmış. Karantina durumları var, ama hayati bir tehlike yokmuş galiba. Geçmişler olsun, severiz.

Baygınlık öncesi yaşadıklarını kendine has bir şekilde yorumlamış:

“People’s eyes were kind but determined, they read ‘Poor you, I really wish you all the best but if you come near me or my kid I will have to stab you with this plastic fork.’

[…]

Now I’m in quarantine for ten days. I can see the summer through my window and it’s just perfect. Summer is always best through a window.”



– Lula da Silva ile “Kupa da Kupa” dedim buna da…


– Michael Owen, bir nevi Feyyaz Uçar’ın Fenerbahçe transferi sonrası Beşiktaş taraftarı psikozuna sokacaktır Liverpool sevenleri. Bizim de çevremizde sayıca çok fazla hastası bulunmakta. Hem takımın, hem oyuncunun… Kirletmeyeceğiz adamı, paniğe gerek yok. Henrik Larsson rolüyle geliyor bence, geçen sezonki görüntüsünden sonra fazlasını beklemek herkese haksızlık… Bu yaz Martin O’Neill’ın Owen konusunda bir arzusu olduğunu duymuştuk, neden sonra oradan da ses çıkmadı uzunca bir süre. Ben onu Hull City, Stoke City falan gibi takımlarda göreceğimize inandırmıştım kendimi ki çok büyük sürpriz oldu bu… Owen için de öyle olmuş:

“A few days ago I never really had it in my wildest dreams.”


– Ronaldo-Gourcuff-Kaka-Benzema-Barry-Jimenez-Milito-Lucho-Tymoschuk-Cannavaro olarak dizdim Avrupa’da bu yazın büyük transferlerini… Kağıt kalem kullanmadım pek, gözden kaçanlar olmuştur mutlaka.

Vincenzo Montella da futbola nokta koymuş. Tipik İtalyan santrfordu. Fütursuz bir herifti, egoistti falan ama bir renkti. Özlüyoruz böylelerini de…

Galliani Oğlunu Sat(a)madı!


Milan taraftarı Kaka’yı sattırmadı, bunun başka bir açıklaması yok. Galliani’ye kalsa Kaka şu an İngiltere sınırları içinde olabilirdi. Verilen para hakikaten inanılmaz. Bu ekonomik şartlarda bu kadar para verilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ama Araplar işte, bir elleri yağda bir elleri balda. 120 milyon euro diyen var, 96 milyon pound diyen var. Tam olarak ne kadar olduğu önemli değil, ancak ben olsam satardım. Tüccar kafası falan değil bu, giderim sonra Diego’yu, Agüero’yu, Hamsik’i, Ribery’yi almaya çalışırım mesela. Zaten Bordeaux’da harikalar yaratan ve tam olarak da Kaka’nın mevkiinde oynayan Gourcuff’un da kiradan çağrılacağı konuşuluyor. Ronaldinho da var orda. Öte yandan Milan’ın defansta bu kadar problemi varken ve Kaka’dan gelecek parayla hem defansın kralını alabileceğini, hem de Kaka’nın yerinin rahatlıkla doldurabileceğini de hesaba katmak lazım. Zaten Galliani de bu sebeple sıcak baktı sanırım ilk anda transfere. Sizin görüşlerinizi de merak ediyorum bu konuda, yorumlara buyrun. Yazıyı da Fiorentina maçında, herkesin ‘Kaka’nın Milan formasıyla San Siro’daki son pozu’ olarak yorumladığı fotoğrafla bitirelim.

Miccoli, Frei ve Hatırlattıkları


Yüzler çabuk eskiyor yeşil saha üzerinde. İnsanlar da sürekli yeni isimleri görmek, yeni umutlara filiz vermek istiyor bünyesinde. Bu hayatın her alanında böyle aslında, insanın hamurunda olan bir eğilim bu… Yine de bazen eski oyuncuları görmek gerçekten paha biçilmez duygular yaşatıyor. Fabrizio Miccoli’yi Roma karşısında izlerken de bu duyguları yaşadım. Miccoli sempati duyduğum bir isimdir, değeri tam olarak verilmeyenlerden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Modern futbolun artık onun gibi 10 numaralara sırtını döndüğü gerçeği önümüzde. Yine de bu inatçı adam, nereye gitse kendini sevdirerek ayrıldı. Belki 90 dakika boyunca pres yapan, rakibi bunaltan bir orta saha oyuncusu değil. Ama yüreğini her zaman ortaya koyan bir futbolcu, sırtını yeteneğine yaslayıp da işi oluruna bırakan bir futbolcu değil yani. Onu her gördüğümde Cristian Brocchi gelir aklıma. İkisi de İtalya’nın yetiştirdiği önemli yeteneklerdendir bence, ama buna rağmen büyük takımlarda göze girememişlerdir. Brocchi zaten futbola Milan altyapısında başlamıştı. 3 yıllık bir ayrılık var, onun dışında hep Rossoneri’nin malıydı. Zaman zaman kadroda kendine yer buldu, zaman zaman da kiralık olarak Çizme’nin farklı bölgelerinde futbolunu oynadı. Milan kadrosundayken de antrenman topçusu hüviyetindeydi genelde, kupa maçlarında boy gösterirdi en fazla.


Rato Miccoli de Brocchi’nin Juventus versiyonu bir bakıma, Juventus formasıyla sadece Galatasaray’a attığı golle aklımda gerçi. O maçın da Juve için gazozuna maç havasında olduğundan söz etmeli. Benfica’da geçen 2 sezon dışında İtalya kazan, Miccoli kepçe… Ama gittiği her yerde de bir iz bırakabilmiş bir adam. Geçen sezon transfer olduğu Palermo’da vasat bir sezon geçirmişti, bu sezon farklı olabilir. Gerçi Roma maçı ne derece ölçü olur bilinmez, zira Roma’nın savunma hattını gördükten sonra Can-Yasin tandemi bile çok kötü gelmedi bana. Simone Loria’nın Can Arat’tan pek de bir farkı yoktu zira. Yanında da her sene birkaç kez kendini gösterip bizi şaşkına çeviren Christian Panucci. Tamam bırakalım oynasın da, Roma’da ya da milli takımda değil. En azından artık değil… Miccoli önderliğindeki Palermo da golleri bulmakta zorlanmadı bu savunmaya karşı, savunmaya sıfır katkı veren bek ikilisinin de etkisi vardır tabi. Bir yanda Cicinho, diğer yanda John Arne Riise. Fabio Simplicio ve Mark Bresciano da müthiş top oynadılar ama Roma’nın ideal savunma hattı karşısında aynısını görebilir miydik, şüphelerim var. Neyse efendim, özellikle Miccoli’nin o ilk golü sonrasında yaşadığım hazzı paylaşmak için girdim bloga da. Maç değerlendirmesine dönmesin. Bacağında Che Guevara dövmesini taşıyan, kızına Hindu dilinde bir isim koyan bu radikal adamın önünde bir kez daha eğilmiş olalım saygıyla. Ona da, Brocchi’ye de “Belki başka bir dünyada” diyip bir diğer emektara geçelim…


Alexander Frei’ın sakatlığını zaten biliyoruz, yürek burkan bir andı. Turnuvanın evsahibi İsviçre’nin sahadaki mutlak lideri, henüz ilk maçın 45. dakikasında gözyaşları içinde oyundan çıkıyordu. Bütün stadyum yaşadığı hayal kırıklığını bir kenara koyup kaptanını alkışlıyordu. O mağrur kaptan bu talihsiz yaza rağmen hayata devam ediyor. Doktorların öngördüğü iyileşme sürecinin de ilerisine gidip, beklenenden önce döndü sahalara Frei. 29 yaşında bu geri dönüşü bu kadar çabuk yapabilmek bile bir başarı öyküsü. Evet o da 29 yaşında, tıpkı Miccoli gibi. Ama yüzü çabuk eskiyenlerden. Özellikle Steven Gerrard’a tükürmesi sonrası her gün uluslararası spor basınının ilk sayfalarında yer edindi kendisine. Hala ilk olarak o tükürüğü çağrıştırır Frei ismi geniş kitlelerde. Yerel ligde kalitesini gösterdikten sonra Rennes formasıyla Ligue 1’un altını üstüne getirmişliği vardır. Gol krallığı yaşamıştır burada. Sonrasında ise Almanya’yı ve Nordrhein-Westfalen’i tercih etmiştir. Kafasında nasıl bir Borussia Dortmund tasarlamıştı bilemiyorum ama kulüp onun transferinden önce de bir oyuncu çöplüğü haline gelmişti hafiften… O geldikten sonra da aynen devam ettiler. Geçen sezonun ilk yarısında sakatlık nedeniyle takımını yalnız bırakmıştı, ama bundan çok da şikayeti yok gibiydi.


Ancak bu sezon farklı bir Dortmund izliyoruz şu ana dek. Yapılan takviyelerle oluşturulan kaliteli kadro, göze hoş gelen hücum futbolu… Frei da Jürgen Klopp’un getirdiği bu yeni havaya ayak uydurmuştu, hiç şüphesiz bu güzelliğin bir parçası olmak istiyordu. Bu akşamüstü oyuna Nelson Valdez’in yerine girdi, skor 2-0 Schalke lehineyken. Sonra üçüncü gol geldi. Savunmada birkaç hata yapsa da Neven Subotic attığı golle ilk ışık hüzmesini gösterdi takımına. Sonra ise Frei sazı eline aldı. 71. dakikada mükemmel bir gol attı, fark artık 1 idi. Schalke oyuncuları neye uğradıklarını şaşırmışlardı, önce Christian Pander ikinci sarı karttan atıldı, arkasından da Jakub Blaszczykowski’ye yaptığı insanlık dışı müdahale sonrasında Fabian Ernst. O direkt kırmızıdan atıldı tabi, pislik herif… Yani her şey Dortmund’un lehineydi artık, hatta belki hakem de. Zira Frei’ın ilk golünün mükemmeliyeti ne kadar tartışmaya kapalıysa, nizami olmadığı da o derece aşikardı. Yarım metreye yakın ofsaytı kaçırdı yan hakem. Son dakikada gelen penaltı düdüğü ise puanı müjdeliyordu sarı-siyahlı taraftara, zira topun gerisinde Frei vardı. Mladen Krstajic’in yaptığı hata sonrası kazanılmış haklı bir penaltıydı, Frei’ın ise Krstajic’e acımaya hiç niyeti yoktu. Her zamanki penaltısını attı, ters köşeyi yaptı. Ralf Fährmann köşeyi doğru tahmin etse de bir şey değişmezdi ya… Sonuçta yönetimin uğruna Mladen Petric’i gönderdiği Mohamed Zidan ıslıklar eşliğinde kenara giderken, bir stadyum dolusu insan eski kahramanlarını alkışlıyordu yine.

Dortmund şu anda dördüncü sırada ve fazlasını da vadediyor. Öte yanda Palermo’nun hücum hattı da parmak ısırtacak cinsten. Bakalım adamlarımız 30 yaş arefesinde kariyerleri adına fark yaratacak bir sezon geçirebilecekler mi? Ya da artık hak ettikleri saygıyı biraz olsun görebilecekler mi?

Yedi Farkı Bulmak İstemek Ama Bulamamak



İki resim arasındaki yedi farkı bulmakla ne zaman öldürmüşüzdür küçükken, başlık buna gönderme… Biraz karışık gözüküyor da açıklama yapmak istedim. Çağlar Yıldız‘ı okuyordum, Ronaldinho’nun 80 numarada karar kıldığını gördüm. Resim de oradan arak zaten direkt, bu saatte Google bile işkence… Clarence Seedorf 10 numarayı bırakmak istemediğini açık ve net ifade etmişti. “Ben Manuel Rui Costa’yı bekledim o formayı almak için, o da sırasını bekleyecek” demişti kısaca, gelenekçi yaklaşmıştı olaya. Bazı yıldızlar egolarını bir kenara koyup jestler yaparlar böyle durumlarda, Seedorf kesinlikle öyle bir yıldız değil. En son bu yaz milli takımda gördük ikinci plana atılmaktan hiç hoşlanmadığını. Neyse hayırlı olsun diyelim. Ronnie’nin bir şansı daha olabilir, en azından gelecek sezon öncesi. Zira Seedorf’un Juve ile dirsek temasında olduğu yönündeki söylentiler de ayyuka çıktı son günlerde. Ulan Seedorf!

“When I was playing for Inter, I used to wear the number 10. And when I moved to AC Milan, I could not continue using it because it belonged to Rui Costa. When he left the club, I was able to wear my favourite number, so I think that this example should prevail this time as well.”

Ben Ronaldinho’dan 11 veya 20 tercihi bekliyordum aslında. Alberto Gilardino’nun boşalttığı 11 numaralı formaya Brezilya Milli Takımı’ndan da aşina kendisi. Seedorf’un geri adım atması, ancak Nike’ın baskıları sonrası olabilirdi. Biliyorsunuz R10 markasına büyük yatırım yaptılar son yıllarda. Belki Nike çok ısrarcı olmamış, belki Seedorf ancak bir siyahın olabileceği kadar inatçı olmayı başarmış, bilemiyorum. Ama 80 tercihini ustaya yakıştıramadım. Daha bir ay öncesinde arkadaş muhabbetlerinde Semih Erden’i tiye alıyordum 86 numaralı formayı aldı diye. “Bayağı yaratıcı davranmış bizim Tuncay’ da” diyordum… Peki şimdi nasıl bakacağım o adamların suratına. Semih’i seven Fenerbahçeli bile bulmak zor, kimse de itiraz edip Semih’in zekasını hafife aldığımı söylemedi haliyle. “Ronnie’nin yaratıcı zekası da biraz eksik sanki” denmez ki şimdi aynı ahaliye. Neyse, “Bu olmadı işte Ronaldinho” der susarım.


İki resim arasında yedi fark çıkar mı bilmem ama üstteki üçlünün altındakiler biraz sönük kalmış gibi. Ama Pato-Kaka-Ronaldinho, Boston’daki Big Three’nin futboldaki açılımı haline gelebilir. R80’i sahada görmek lazım tabi bir.

Son Rossonero San Siro’da

Ronaldinho San Siro’nun zeminiyle de tanışmış. Binlerce taraftar da onu bu özel gününde yalnız bırakmamış. Bu fotoğraflardan şunu çok net olarak görüyoruz ki, o gülümseme geri gelmiş. Hem Milan, hem de Ronaldinho için devran dönüyor mu ne?

Bu arada bu transferi yakından takip edenlerin başında da Brezilya Milli Takım Antrenörü Dunga geliyordu. Haberler onun için iyi… Adriano Galliani, Pekin için Ronnie’ye yeşil ışık yakmış:

“If he had already been a Rossoneri, we would not have let him go, but as he is joining us later we will let him go to the Olympics.”



Yüzyılın Transferi Mi?


Yeni başlangıçlardan söz açılmışken, Ronaldinho’nun transferi tüm dünya üzerinde yankı buldu. Manchester City’nin de talip olduğu yıldız oyuncu artık Rossoneri’nin malı. Bu alışverişte 22,5 milyon euro çıktı kulübün cebinden, çoğu kişiye göre de çok makul bir transfer Milan için. Geçtiğimiz yıllarda Chelsea’nin teklifi üç haneleri bulmuştu, bu yıl Man Citeh’nin de 22,5 sayısının üstüne kolayca çıkabileceği biliniyor. Transferde Barcelona kendisine Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’na varan başarılar getirmiş Ronaldinho’nun isteklerini ön planda tuttu, bu yüzden de başından beri Milan’la olan görüşmeler üzerine yoğunlaştı. Ticari açıdan çok doğru gözükmese de bu davranış, futbol dünyasındaki saygınlığını biraz daha perçinledi Barça’nın.


Ronaldinho’nun Milan kariyerinin neye benzeyeceğini hepimiz merak ediyoruz. Yine Ronaldinho ve içinde bulunduğu psikoloji belirleyecektir bunu. 2006 Dünya Kupası’ndaki büyük beklentiler ölüm fermanı olmuştu neredeyse, bugüne kadar da toparlanabilmiş değil. Ancak yeni bir kulüpte son şansını denemek isteyecektir. Henüz 28 yaşında ve kariyerini ayağa kaldırabilirse yine en çok konuşulan isimlerden biri olabilir. Bu transfer insanlara aynı istikamette yapılmış bir transferin kahramanı Rivaldo’yu hatırlatmış olabilir ama Ronaldinho’nun durumuna daha optimist yaklaşılabilir. Zira, Rivaldo geldiğinde Milan ne sistem olarak Rivaldo’ya çok uygundu, ne de eldeki oyuncu kadrosu Rivaldo takviyesine ihtiyaç duyuyordu. Kulüpte bugünkü tablo ise biraz daha farklı. 2007’de Avrupa’nın en büyüğü olmayı başardılar yine belki ama uzun süredir Rossoneri, kendi standartlarının altında sezonlar geçiriyor. Yaşlanan savunma yeni isimlere ihtiyaç duyuyor, Andriy Shevchenko sonrası forvette aranan kan bulunamıyor. Yani Ronaldinho ve Milan’ın son yıllardaki çizgileri paralel davranıyor. Her iki taraf için de bu transfer yeni bir atılım imkanı doğuracak. Savunma konusundaki sıkıntılar ne ölçüde giderilebilir bilmiyorum, ancak Flamini-Pirlo-Gattuso orta sahasının önündeki Ronaldinho-Pato-Kaka üçlüsü çoğu takıma korku salmaya yetmiştir.


Karşı cepheye bakacak olursak, Almanya’daki Dünya Kupası’ndan belki de en çok etkilenen kulüp olduğunu görüyoruz Barcelona’nın. Ronaldinho’dan yoksun Barcelona hiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Lionel Messi’nin iyice serpilmesi, Giovani Dos Santos ve Bojan Krkic gibi oyuncuların yarattığı umut ışıkları yetmedi o havayı yakalamaya. Yine de sorunlu bir Ronaldinho’ya sahip olmaktansa eldekilerle devam etmek anlaşılabilir tercih. Barcelona, Ronaldinho’ya güvenip yola çıkmaması gerektiğini düşünmüştür zaten kulüp olarak. Pep Guardiola da Ronaldinho’ya sıradan bir oyuncu gibi yaklaşınca Ronnie’nin gidişi kaçınılmaz oldu. Barcelona’nın Hleb transferi ancak ikinci sayfalardan duyurulabildi belki ama takıma katkı sağlayacağı ortada. Savunma konusunda Milan gibi bir darboğaz içinde sayılmazlar, Samuel Eto’o’nun olası transferi sonrası La Liga’da yokları oynayan Thierry Henry’ye forveti emanet etmeleri çok mantıklı gözükmüyor. Aşağıdaki fotoğrafa rastladım bir yerde de pek kimse kalmamış o şaşaalı günlerden bugüne, tıpkı Milan gibi yeni bir çağ başlatıyor Barça da Guardiola yönetiminde. Bakalım dünya futbolunun en büyük aktörlerinden olan bu iki kulüpte gelecek neler getirecek?

Avrupa Transfer Piyasası

Avrupa futbol piyasasında önemli gelişmeler oluyor son günlerde. Mourinho’nun Inter ile anlaşmasından sonra Lampard ile de büyük ölçüde anlaşması gündeme oturdu. 3 yıl üst üste şampiyon olan Inter bu yıl gözünü Avrupa’ya dikmiş gibi görünüyor. Bolton’ın Elmander transferi ve Manchester City’nin 19 milyon pound karşılığında Jo’yu kadrosuna katması Premier Lig’in gelecek sezon daha da renkli geçeceğini gösterir gibi. Büyük ölçüde Lampard’ı kaybeden Chelsea teknik direktörlük görevine Scolari’yi getirmesi dışında sessiz kalsa da sessizliğine önemli bir hamleyle noktayı koydu. Bugün Chelsea kulubü Deco ile anlaştığını resmi siteden duyurdu. Scolari ve Deco hamlelerinden sonra takımın defansif ağırlıklı oyun sisteminin de değişeceği kesin gibi. Chelsea’nin yaptığı hamlelerin Deco ve Scolari ile sınırlı kalacağını sanmıyorum. Ronaldinho, Eto’o ve Adriano’nun da gelecekleri belirsiz. Her geçen gün transfer piyasasındaki hareketlilik artacağa benziyor. Özellikle Milan’dan önemli bir hamle gelmesi kesin gibi. Daha çok renkli transferler olacak bu sezon…