Lokavt


– Filtreli Gauloises, lütfen.
– 1.90, lütfen.
– 1.90 mı? Dün 1.70’ti.
– Zam geldi. Her şeyin fiyatı artıyor.


“Bütün bilgeliğimiz aşağılık önyargılardan oluşur; geleneklerimiz kölelik, sınırlama ve baskıdan ibarettir. Uygar insan köle olarak doğar, yaşar ve ölür; doğduğunda kundağa sarılır, öldüğünde tabuta konur. İnsanlığını korudukça, kurumlarımız tarafından zincire vurulur…”


– Seni marullar arasında düşünemiyorum.
– Neden? Ben de seni makineler ve patron müsveddeleri arasında düşünemiyorum. Kutsal işyerinde. Seni yiyip bitiriyorlar Mathilde. Karımı yutuyorlar. Sonunda hepimiz düşmanlarımızın organlarına dönüşüyoruz, onların bağırsaklarına, taşaklarına… Karınları doyunca da, beni sokağa attıkları gibi seni de fırlatıp atacaklar.


– Siz ne iş yaparsınız?
– Ben kol işçisiyim.

– Nasıl yani?

– Kol emeği veya iş de diyebilirsin. Ben emeğim. O yüzden ücretimi ödeyerek beni çalıştırırsın. Üç aydır işsizim. İki çocuğum, bir de evlat edindiğim üçüncüsü var.
– Sen emeksen, ben neyim sana göre?

– Pek o kadar sermayeye benzemiyorsun.


“Evet, bunlar tarihten parçalar. Bunlara ne isim vereceğiz? Saatler mi? Onyıllar mı? Yüzyıllar mı? Bunların hepsi aynı şeydir ve zaman hiç durmaz. Sucuk patates püresi ile birlikte yenir. Zaman sucuk mudur? Darwin öyle düşünüyordu, gerçi sucuğun bir ucundan doldurulan malzeme öteki ucuna değişmişti. Marx günün birinde kimsenin sucuk yemeyeceğini düşünmüştü. Einstein ve Planck sucuğun derisini çıkarttılar ve sucuğun biçimi bozuldu.”


“O evi dolduracak kadar kalabalık değiliz. Bana bir çocuk vermenin zamanı geldi. Boş mekanlardan hoşlanmam. Karnımın boş olmasından, memelerimin boş olmasından hoşlanmıyorum. Fethedilmek, dolup taşmak istiyorum. Mathieu, dokuz ay sonra böyle kocaman olacağım.”


– Kahve içiyorsun… Hadi gel sana viski ısmarlayayım.
– Hayır, teşekkür ederim.
– Hadi! Artık devrimciler bile viski içiyor.


– Eminim ki zengin hippiler için ucuz turlar düzenliyorsundur. Veya Tanrı’yı arıyorsun.
– Buldum bile.

– Neye benziyor?
– O burada. Tanrı, ayakta sevişirken senin kafatasının tepesindeki nilüfer çiçeğini açtıran o sessiz patlamada. Öyle ki sen tohumunu tutup onun belkemiğinden yukarı her şeyi aşarak buraya yükselmesini sağlıyorsun. Büyük boşluğu yaratan bütün enerjilerin bileşkesi, amacı olmayan düşünce.

– Vay be! Kaba deyimiyle ikiye bölen cinsten sikiş desene!


– Politikayla ilgileniyorsunuz.
– Artık politikayla ilgilenmeye değmez.


Paranı hiç harcamazsan,
Arpan kalır her zaman.
Sakin olur hiç yanmazsan,
Mümkün değil kül olman.
Yalarsan tekme atan çizmeyi,
Hissetmezsin boynundaki ipi;
Sürünürsen yerlerde,
Parçalanmazsın hiç değilse.
Peki niye niye niye,
NEREDEN İNANDIN UÇABİLECEĞİNE?


– Peki rulet?
– Rulet mi? Rulet ölüm demek, zamanın duruşu, şans, Allah Baba’nın küçük bir topun içinde uzun beyaz sakalıyla her şeye hakim olduğu tek yer demek.
– Yani rulette kazanıyor musun?
– Hayır, kaybediyorum. Herkes kumarhaneye kaybetmeye gider. Kimse farkında değildir ama, en derin bilinçaltı istekleri kaybeden kişi olmaktır. Gerçek mutluluk her şeyi kaybetmektir.


– Emniyet kemerini bağlamamışsın.
– Sen de. Üstelik sigara da içiyorsun.
– Sigara içmek yasak mı?
– Hayır. Önümüzdeki yıla kadar değil.
– Peki ondan sonraki yıl?
– Ondan sonraki yıl arabadaki radyoyu dinlemeyeceğiz.
– Peki ondan sonraki yıl?
– Ondan sonraki yıl arabada kimse konuşmayacak.
– Peki ondan sonra ne olacak?
– Kimse hayal kurmayacak. Ondan sonra da savaş çıkacak. Daha doğrusu faşizm gelecek.


– Bay Certoux siz misiniz?
– Hayır, ben pislikler kralıyım. Ama isterseniz sizi Bay Certoux’ya götürebilirim.
– Peki.


“Suyun hissettiği bir şey var mıdır? Peki ya kaynıyorsa?”


– Gene geçmiş özlemi. Odun ocağı! Yaşlı insanlar! Bir dahaki sefer buraya at arabasıyla gelirsin herhalde.
– Senin düşünce biçimindeki yanlışlık devrimi gelecek için düşünmen. Devrim geçmişin intikamıdır. Sen şafağı görüyorsun, bense yaşlı bir ağacı. Eee?


“Hiçbir şey olmayacak o, büyük aşk boşluğu, ikiliğin yok edilişi, tekliğe dönüş. Zamanın hem en yoğun olumlanması, hem de olumsuzlanması anında, varlıkla yokluğun birleşiminde meydana geldi o. İkinin bire dönüşmesi; nilüfer çiçeği ile şimşek, vulvayla fallus, sağ elle sol el…”


– Mathilde haklı. Erkek olacak. Adı da Yunus olacak. Mathilde’in balinaya benzediğini düşünmüşümdür hep.
– Balinaya mı! Teşekkür ederim!
– Ruhen demek istiyorum. Sana müthiş bir kompliman yapıyorum. Kimse balinaları herhangi bir şey için suçlayamaz. Mathilde, Yunus geliyor. Bindiğimiz o güzelim aptallar gemisinden düştü. Denize düşünce de sen onu yuttun, çünkü iyi kalplisin. Yunus’un hayatını kurtardın ve şimdi onu dışarı çıkartacaksın. Onu, Yunus’u!


“Ah büyücü Marguerite, ah filozof Marco, ah hırsız Marie, ah keşiş Marcel, ah eski peygamber Max, ah kaçık Madeleine. Dileklerinizi iple bağlamak istiyorum, dağılmasınlar diye. İşe geri dönüyorum. Sömürüye. İpleri bağlayacağım, isteklerinizin alanı birleşecek, kötülüklerden korunacak. Üşüyorum.”


“Yirminci yüzyılda yaşıyorum Yunus. Benden istenen tek şey, her şeyi sessizce kabullenmem. Üretimini yaptığım şeylere dokunamıyorum. Ben kol işçisiyim, bisikletine atlamış giden bir kol işçisi.”


“Bu sabahın erken saatinde hava çok soğuk. Oysa yatağım ne kadar sıcaktı. Oyun daha bitmedi Yunus. Yürümeyi öğreneceğin zamandan başlayalım. Polis ve askerlerin senin gibi binlerce insana ateş ettiği ana gelelim. İlk okuma dersinden son demokratik karara kadar; önemli olan, tehlike ne olursa olsun teslim olmamak.”


“Senin işlerin yolunda gidecek mi? En iyiler sistematik olarak ortadan kaldırılıyor. Şunu söyleyeceğim: Artık hiç kimse bizim adımıza karar veremeyecek. Belki ilk seferde hiçbir şey olmayacak, onuncu seferde bir komite oluşturulacak, yüzüncüde grev olacak ve yüzbirincide senin için başka bir okuma dersi olacak Yunus. Bisikletime atlayıp işe gittiğim günler kadar. Hayır, daha fazla. Ömrümdeki günlerin sayısı kadar.”

“2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus”, John Berger
ve Alain Tanner
Metis Yayıncılık, Çeviren: Nigar Çapan

Dreileben


Goethe Institut’un İstanbul Modern işbirliğiyle “Ölüm Bizi Ayırana Dek” adıyla sunduğu Almanya’dan yeni filmler seçkisi 9 Haziran’dan bu yana devam ediyor. Programın en merak uyandıran gösterimlerinden biri ise ilk olarak bir televizyon projesi olarak düşünülmüş fakat Berlinale’de Forum bölümünde gösterildikten sonra büyük beğeni toplamış “Dreileben” üçlemesi. Son dönem Alman sinemasının iki büyük yönetmeni Christian Petzold ve Dominik Graf’ın yanı sıra son filmi “Unter dir die Stadt” Cannes’da Un Certain Regard dahilinde gösterilmeye layık görüldükten sonra ismi bu ustalarla birlikte anılmaya başlayan Christoph Hochhäusler’i biraraya getiriyor.


Alışılmışın dışında bir orijin noktasından can bulan proje, Hochhäusler’in deyimiyle klasik bir trilojiden ziyade kardeş filmlerden oluşuyor. Alman sinemasına Rönesans’ı getiren Berlin Okulu’nun bir parçası olan Petzold ve Graf’ın estetik anlayışı ve duyması gereken kaygılar üzerine yapılan bir seyahatten peydahlanan proje, her ne kadar farklı birer üslup geliştirmiş olsa da Alman sinemasına getirilen yeni bakışın oluşmasında aynı doğrultuda hizmet vermiş isimler. Bu sebeple Petzold başta olmak üzere hepsine ayrı ayrı saygı duymam gerekiyor sanırım. Zira lisemde Alman kültürünü tanıyacağız derken izlediğimiz filmler sonrasında, Alman yönetmenlerin hala sadece ve sadece “Drittes Reich” ve Doğu Almanya’nın komünist tarihi odaklı filmler çekebildiğini düşünmüştüm. Neyse ki daha sonra Rainer Werner Fassbinder’i fark ettim ve her şey daha güzel oldu. Ancak dönemsel olarak bu trende karşı koymaya çalıştığını hissettiğim ilk yönetmen, 2003 yapımı filmi “Wolfsburg” ile tanıdığım Petzold idi. İsminden de anlaşılacağı üzere otomobil şehri Wolfsburg’da geçen film, bir Audi çalışanının hayatını -bir ölüm üzerinden- et fabrikasında kalite kontrolcülük yapan bir kadınınkiyle kesiştirir. Belki yaygın kullanılmış mazmunlar değil bahsettiklerimiz, fakat filmin içine zerk edilmiş Marksist tekinsizlik atmosferinin de ötesinde bir sosyoekonomik anlam barındırdıklarını görmek çok zor değil. Zaten daha sonra -çokça bir film noir denemesi olarak lanse edilmiş- 2007 yapımı “Jerichow”u izlediğinizde Petzold’ün derdini kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Tätergeneration ile de, onların çocuklarıyla da hesaplaşmayı aslında çoktan bitirmiş bir ülkenin, girdiği çağdaş kapitalist düzenin de anlatmaya değer şeyler taşıdığını savunan bir yönetmen Petzold. Bunu yaparken bu filmde kirli bir servet sahibi olmuş Türk göçmeni Ali, onun o kirli parayı kullanarak anlaşmalı evlilik yoluyla adeta satın aldığı Laura ve bu ikilinin evinde çalışmaya gelen çulsuz Thomas’ı biraraya getiriyor. Kurulu düzenin çıkardığı ucubik bir para babası göçmen ve bu düzene entegre olamadıktan sonra onun tarafından dışlanan iki Alman… Bir “The Postman Always Rings Twice” uyarlaması olan “Jerichow”un aksine, karakter seçiminde nispeten daha büyük bir serbestlik yakaladığında ise Petzold’ün sistemin çatlaklarına ulaşması ve ara mekanlarda alışveriş merkezi anonsçusu, et fabrikası kalite kontrolcüsü şeklinde tanımlanabilecek karakterlerle asıl iddiasına yardım edebilecek anlamlar yaratması da daha kolay oluyor. Hatta bunu bazen doğrudan hayalet bir aileyi kullanarak bile yapabiliyor.

Hiç Graf filmi izlemedim galiba, sonuçta kimse bana film izleyeyim diye para vermiyor. Aksine parayı veren ben oluyorum. Hochhäusler ise “Falscher Bekenner” ile dikkatimi çekmişti. Cannes’dan yayılan şöhretini duyduktan sonra, bir kopyasını ülkeye getiren ve gösteren Randevu Film Festivali vesilesiyle izleyebildiğim “Unter dir die Stadt”ı da başarılı buldum. Aslında daha önce değindiğim o Marksist tekinsizliği en az “Jerichow” kadar başarıyla sunabilmiş bir yapıttı. Petzold gibi yönetmenler sayesinde yaygınlaşan bu yeni dalga Alman sinemasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz kolaylıkla. Tıpkı Benjamin Heisenberg ya da Valeska Grisebach’ın son dönemde ortaya koydukları gibi. Hochhäusler’in şansı ise 2006’da bir şekilde Petzold ve Graf’ın e-posta ortamında başlattığı muhabbette kendisine yer edinebilmesi olmuş gibi. Yanıtı tüm alıcılara gönder! Buradaki tüm tartışmaların, fikir teatilerinin ve daha fazlasının somutlaşmış hali ise “Dreileben” projesi…


Yarın ve 19 Haziran Pazar günlerinde Tophane’de üst üste gösterilecek bu üç kardeş film. Ayrıntılar için Goethe-Institut İstanbul’un ya da İstanbul Modern’in resmi sitesini kullanın. Burası öyle bir site olmadı…

Post Mortem (2010)


Festivalin kapanışını yapması için onurlandırdığım film Pablo Larrain’den “Morg Görevlisi” oldu. Aslında genel olarak nasıl başladığının veya nasıl bitirdiğinin önemi abartılıyor gibi geliyor. Fakat festivali bir dönemliğine hayatına yoğun bir biçimde soktuysan, bir süre onun anısıyla yaşamak istiyorsun ve hafızandakilerin en tazesine yöneliyorsun. İçinden geçtiğim dönem nedeniyle belki de, biraz acı bir tat bırakmasını istedim bu festivalin. Böyle bir arzun varsa ve gözüne bir Larrain filmi çarptıysa çok fazla tereddüt etmezsin. Ben de öyle yaptım…

Yönetmenin bir önceki filmi “Tony Manero” da iki sene önce festivali ziyaret etmiş ve bu sene “Torino Atı”nın yarattığı tepkinin bir benzeriyle sonuçlanmıştı. Film sonunda oyuncular akarken salonların yarısı çoktan boşalmış oluyordu, ancak kalanların çoğunun büyük bir tatmin yaşadığı yükselen alkıştan anlaşılabiliyordu. (Festival sonunda da Altın Lale’yi aldığı ödüllerin arasına ekliyordu.) “Morg Görevlisi”, belki öncelinin aksine -Kaan Sezyum deyimiyle- ‘birtakım şeylerden rahatsız olan insanların’ koşarak salonu terk etmelerine yol açabilecek düzeyde ağır sahneler içermiyordu. Örneğin oral seks sahnesine gelen tepkileri, festivalde yeteri kadar zaman geçirmiş biri olarak tahmin edebiliyorum birinci elden tecrübe etmesem de. Ancak “Torino Atı” düzeyinde bir okuma gerektirmese de, filmden tam olarak keyif alabilmek ve hikayeye dahil olabilmek için Şili yakın tarihinden bihaber olmama ön şartını arıyordu. Örneğin Mario ve doktor arkadaşlarının, yönetimi devralan Augusto Pinochet’nin ordusunun önünde muayenesini yaptıkları kadavranın Salvador Allende’ye ait olması zihninizde hiçbir şeyi uyarmıyorsa bu filmle pek fazla şansınız olmayacaktır.

Bir önceki filminde yaptığı gibi Pinochet rejiminin ilk günlerinden bir kesit almayı tercih eden Larrain’in hikayenin merkezine oturttuğu karakter gösterişsiz, sıradan ve apolitik bir morg görevlisi olan Mario. Hatta o günün şartlarında gerçek olamayacakmış gibi gözüken bir politik yönsüzlüğü var. Fantezilerini süsleyen karşı komşusu Nancy’nin evine girip onu bulamadığında, ama yine de içeri buyur edildiğinde içeridekilerin konuşmasını uzaktan takip edip bir tepki göstermeksizin çekip gitmesi yahut hastaneyi ele geçiren Pinochet askerleri adına albay tarafından Şili ordusuna kabulü ilan edildiğindeki belli belirsiz gülümsemesi faşist bir geçmişten geldiğine yorulabilir. Yönetmenin “Tony Manero”da hikayeyi bir faşistin -en azından bireysel bir faşizmin tutsağı olmuş bir karakterin- gözünden anlatmayı seçmiş olması da bunu güçlendirebilir. Hatta iki karakterin de aynı oyuncu (Alfredo Castro) tarafından oynanmış olması da bir veri sunabilir. Ama pek güçlü bir veri değil… Zira Larrain-Castro ortaklığı artık bir kader birliği haline gelmiş durumda ve Larrain’in üç filminde de başrolde aynı oyuncu vardı. Hatta Castro’nun “Tony Manero”nun senaryosuna da katkıları olmuştu ki Larrain gibi filmin tamamen kendi yaratımı olması arayışındaki bir auteur için çok yaygın bir durum değildir böylesine bir katılıma izin vermek. Larrain sinemasının alamet-i farikası olan tekinsizliği sergileme konusunda tanrı vergisi bir yeteneğe sahip Castro ve bu rolün de hakkını yeterince vermiş bana kalırsa.


– Ne iş yapıyorsun komşu?
– Memurum.

– Peki beni neden buraya getirdin?

– Hava atmak için.
– Bana niye hava atmak istiyorsun ki?
– Kişisel sebepler.

Çin lokantasında geçen bu konuşma ne kadar kritikti bilmiyorum. Aşktan ziyade bir saplantıya özne olmuş gibi gözüken deneyimsiz bir erkeğin, arzu duyduğu kadını elde etmek için evrensel olan ama filmde daha çok ‘bayağı’ gözüken yolları uygulayışını görüyoruz arka arkaya. Fakat bir yandan da ilk buluşmada “Evlenelim mi” geçebilecek kadar gerçeğin dışına taşabilen bir ritüel… Nancy ile yaşadığı ilk gerçek ortak anda, onu evine bırakmaya çalışırken kendisini komünistlerin yürüyüşünün içerisinde bulması ve Nancy’nin komünist arkadaşlarından birinin onları durdurup “Bu dökük arabanın içinde ne işin var Nancy” diye sorması. Politik yönsüzlüğüne paralel olarak hiçbir aidiyet hissedemeyen, komünistler için de faşistler için de ‘öteki’ olan bu adam gerçekten bir mahcubiyet hissediyor muydu? Menüdeki yemeklerin ismini okuyamazken arzuladığı kadını bir Çin lokantasına götürmeyi seçmesi, söylediği gibi bu mahcubiyetten kurtulma arayışı mıydı? Mario’nun verdiği beklenenden hayli sapmış tepkiler bunlara tam olarak bir cevap bulmamıza engel oluyor. Ya da izleyiciye hakikaten çok fazla yorum alanı bırakıyor…


Komünistlerle çevrili bir hayat süren, fakat daha Mario’yu “Bu yola girmeyelim” diye yürüyüşten uzaklaştırmaya çalışmasıyla bu hayattan hoşnut olmadığını gösteren Nancy ve vücudu delik deşik Allende’nin zorla yazdırılan adli raporda geçtiği üzere ‘intihar ettiğine’ inanabilecek kadar izole -veya birtakım kişisel sebeplerden ötürü fazlasıyla yanlı- Mario karakterlerinin yanında o günkü Şili toplumu için indikatör görevi görecek esas karakter ise Amparo Noguera’nın oynadığı Sandra karakteri. Allende’nin kadavrasını iç muayene için kesmeyi reddeden Sandra, buna rağmen Pinochet ordusunun idaresine geçmiş hastanede onlarla işbirliği yapmaya ve bir ordu çalışanı olmaya devam eder. Ta ki morga yanlışlıkla gelen bir komünisti hayata döndürdükten sonra, onun ve refakat eden hemşirenin ölü bedenleriyle karşılaşıncaya dek. Tasvip etmediği -ve doğrusu tasvip etmemek için insan olmanın yeterli olacağı- bir diktatörlükle yine de işbirliği yapmaya devam eden bir oportünist olarak Sandra o günkü Şili toplumunda yalnız değildi. Bunu hiçbir kötü düşünce içerisinde olamayacak bir karakter görüntüsü çizerken yapması, “Okuyucu”da Kate Winslet’ın canlandırdığı Hanna’yı anımsattı bana biraz. Fakat evlerinde komünist toplantıları yapılmasına rağmen, “Ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız” diyen Nancy’nin aksine bu savaşta gerçek bir tarafsız olarak zulme uğruyor Sandra. Kolektif suçluluk tartışmasına uzun uzadıya girmeyeceğim ama bu bağlamda “Kader diyemezsin, sen kendin ettin” demek lazım Sandra’ya. Hiçbir şey etmemiş gibi gözükmesine rağmen, işbirlikçilikten geri duramadığı için.

Teknik anlamda çok fazla konuşabilecek bir yetkinliğim yok, fakat 16 milimetre formatında çekilen film böylelikle biçimi içeriğe yaklaştırarak kompakt bir üslup yakalamayı başarmış diyebiliriz.

A Torinói Ló (2011)


Reha Erdem gösterimi sonrasında ağlamış. Ben uzun süredir ağlayamıyorum. Ağlayabilsem de ağlamazdım muhtemelen, o kadar da değil. Ama alkışladım… Friedrich Nietzsche ile bir süre ilgilendim, lisemin hemen her mezununun kendine engel olamadan yaptığı gibi. Ya da her dünya insanının yaptığı gibi. Öte yandan ancak her dünya insanının yaptığı kadar. Yine de filmin felsefi olarak nereye oturduğunu anlamama yetti bu kadarı. O yüzden gözünüzü korkak alıştırmayın. Altıncı günü geride bırakabilirseniz, bunun ödülü muhtemelen yolculuğun tüm o zorluğuna fazlasıyla değecektir.


“Even embers went out.”

Hepimiz Bilirkişiyiz


Bildirinin üzerine tıklarsanız büyür. Cuma günü 19:00’da Beyoğlu Belediyesi önünde başlayacak yürüyüş Emek Sineması’nda noktalanacak ve Cümbüş Cemaat, Tatavla, Hariçten Gazelciler, Süreyya Hardcore, FitiSound müziklerinin can verdiği 1. Geleneksel Emek Şenliği başlayacak. (Hayır, hem birinci hem de geleneksel olabilir.) Herkesi orada bulunmaya davet ediyoruz.

Irish Açılımı Vol. 6 – Zee Germans

Kafam biraz simülatif çalışıyor bugün, bölüme olan inancımı kaybettiğim günlerden biri olarak da alınabilir. Dünse biraz daha iyi bir gündü… Olabilecek en iyi şekilde başlamakla kalmadı, hız kesmedi ve uzun zamandır dost muhabbetlerinde özlemle anılan Spicoli ile geçirilen zamanla yeni bir boyut kazandı. Bu seneki festivalde ilk doubleheader beklenmedik bir şekilde geldi ve açığa çıkan bilet beni bulunca gidebildiğim İKSV’nin favori yönetmenlerinden biri haline gelen Mika Kaurismäki’nin 2009 yapımı filmi “Haarautuvan Rakkauden Talo”, Beyoğlu Sineması’nın tüm sabotaj çabalarına rağmen tarafımdan günün esas olayı olarak hatırlanacak “The Shock Doctrine” ile takip edildi. Naomi Klein’ın aynı adlı kitabını çokça duymuştum, fakat pek Belgesel Kuşağı tutkunu olmadığım halde beni ayartan kamera arkasında Michael Winterbottom’ın olmasıydı. Elinin değdiği fazlasıyla belli, fakat konvansiyonel dünya tarihine meydan okuyan ana metne de saygı duymak gerek. Her şeyden önce Milton Friedman ile başlayan, Chicago Boys yoluyla Şili’de harlanan Pinochet diktasından Katrina kasırgasına kadar uzanan modern tarihin kilometretaşlarını ‘felaket kapitalizmi’ altında anlamlandıran metin -mutlaka sorgulamalara izin verse de- izleyicinin dikkatini canlı tutmayı çok iyi başarıyordu. Fakat 3.4% eğimli Beyoğlu Sineması’nda sondan ikinci sırada olmanın dayanılmaz hazzına voltaj sorunları nedeniyle filmin beş defa bölünmesi eklenince işler tatsız bir hal aldı… Bu yüzden aşağıdaki Yıldırım Türker yazısı pek önemli aslında.


Gelelim günün yazı konusu olması planlanan kısmına. Böyle bir gün daha güzel tamamlanabilirdi kuşkusuz. Benim seçimlerimin, aynı zamanda bir sürü vazgeçimlerimin de bunu önlemiş olabileceği aşikar, yine de içimdeki iflah olmaz United aşığına hayır demekte zorlanıp kendimi James Joyce Pub’da bulmam sürpriz olmadı. “The Irish Centre” olarak anılan bir yerde bulduğum Alman populasyonu ise esaslı bir sürpriz oldu. Mekana girdiğim gibi “Das Weisse Band” filmindeki küçük çocuk karşıladı beni… Almanca konuşmak istesem zaten diplomayı alır giderdim uzaklara, sözde İrlanda merkezinde konuşmak zorunda kaldığım dönemler oldu. Telefona sarılıp Şansal-Douglas-Svetlin üçlemesini aramak her zaman yeğdir böyle durumlarda. Douglas’ın maça “bu gece barda, gönlüm hovarda” yakalanması şaşırtmazken, bundan iki sene evvel Wigan önünde şampiyonluğa koşarken Scholes-Giggs ikilisine saygısızlıkta sınırları zorlayan Şansal’ın onbirdeki Rafael-Gibson ikilisine imtina ile yaklaşması hoşumuza gitmedi. Gary Neville’a da saygıda kusur etmek istemeyiz, fakat elemanın ayakları o sakatlıklardan sonra artık gitmiyor. Sir Alex Ferguson’ın bunu görmek için Florent Malouda karşısında madara olduğu bir öğleden sonrayı beklemesi de kabul edilebilir gibi değildi bana kalırsa. “Yedeğini oynattı da ne oldu” diyenleri duyabiliyorum, oraya da geleceğiz. Fakat bu sezonki Gaz performansını ikinci Milan maçındaki asistiyle hatırlayacaklar görüş belirtmesin lütfen. Böyle durumlarda “Biz bu takımı 82 maç izliyoruz” argümanını cepten çıkarmak çok yanlış gelmiyor.

Wayne Rooney olmadan olmuyordu, fakat dünkü haliyle ne kadar olabilirdi? Yine burada da sağ bek pozisyonunda olduğu gibi Fergie’yi köşeye sıkıştıranın alternatifsizlik olduğunu görebiliyoruz. Chelsea maçı yazısı resmi olarak yalan olmuşken, o gün bahsetmeyi planladığım meseleye geleyim. Dimitar Berbatov’un United günlerine 10 üzerinden bir not verecek olursak, oyuncuya duyulan sempatiye bağlı olarak 6-6.5 spektrumunda salınacaktır notlar… Fakat Berba’yı eleştirirken gol sayısını birincil kriter olarak almak ne kadar manasızsa, tek forvet olarak çıktığı bir maçta ondan verim beklemek de aynı derecede manasız. Oyuna daha ziyade geriye gelip top alarak dahil olabilen, oyuncu karakteri nedeniyle pivotal bir rol oynama konusunda oldukça düşük bir kapasiteye sahip bu adam ilk günlerinden beri. Bulgaristan milli takımıyla olması gerekenden daha başarısız bir karneye sahip olmasını da buna bağlarım ben genelde. Ülkenin en iyi santrforunu en uca dikmediği takdirde onu ziyan ettiğini düşünen dar bir zihniyet yakmıştır ulusal kariyerini. Dün de ivedilikle sonuca gidilmesi gereken bir maçta Rooney muhtemelen tam verimle oynamayacakken Berbatov’u yedek kulübesinde tutup Nani-Valencia kanatlarıyla sahaya çıkmak yanlış değildi. Yıllar sonra ‘goalscoring midfielder’ tanımını futbola geri getiren, oyun içinde bu seviye için hiçbir alanda ‘idare eder’ derecesinin üzerinde nitelik taşımasa da her an gol bulabilecek Darron Gibson tercihi çok doğruydu. Hele ki Chelsea maçında Paul Scholes’un ne kadar yıprandığını görmüşseniz, bu tercihle daha barışık olabilirsiniz. Ribery-Robben ikilisine karşı mevcut kadroda kullanılabilecek iki isim kesinlikle Evra-Rafael idi. Bu zorlu Chelsea-Bayern dönemecinde Sir’ün rotasyon yaptığını söylemek de adil bir teori olur, fakat bana pek öyle gelmiyor ve çıkan kadronun da -belki- Park Ji-Sung dışında bu maçın ideali olduğunu düşünmekteyim.


Gibbo’nun bu maçta golü olduğunu Şansal’a söylememin üzerinden beş dakika geçmeden gol gelince neye uğradığımı şaşırdım. Genelde santranın ardından orta yuvarlağın hemen önünden bir Tayfur Havutçu vuruşu çıkarır (dilimizdeki ‘kaleyi yokladı’ tabiri böyle bir günde icat edilmiştir), bunun üzerine birkaç denemeyle daha taraftar sabırlarını sınadıktan sonra o denemelerin çoğunlukla en absürdünde golü bulurdu. Ritüel bu şekilde işlerdi. Dün adını anarak ortamdaki tüm Almanlar’ın yüzünü ekşitmeyi başardığım bir Michael Rensing talihsizliği var Bayern’in yakın geçmişinde, fakat Hans-Jörg Butt da artık bu kalibrenin çok uzağında bana kalırsa. Yanımdaki eleman “Olli Kahn gibi birinin yerini kolay kolay dolduramazsın” dese de Manuel Neuer ve Rene Adler’in bu amaca daha fazla hizmet edebileceği açıktı. Sadece kalede değil sol bek bölgesinde de yanlış kartları oynadı Bayern. Marcell Jansen gibi bir yeteneği takıma kazandırmayı başarmışken -ki tüm Bundesliga’yı arka bahçesi olarak kullanan bir kulüp için bu transfere başarı demek hayli ironik- Danijel Pranjic gibi üst düzey liglerde pozisyonsuz kalacağı ortada olan bir adam için bu oyuncuyu salıvermek kuşkusuz yanlış bir karardı. Holger Badstuber yeteneksiz bir eleman değil fakat dünkü maçın ağırlığını kaldırabilecek isim olmaktan ne kadar uzak olduğunu görmek de zor değil. İşte ikinci ve üçüncü gollerin yaratıcısı olan adam da Nani ya da Luis Antonio Valencia değil, 1989 doğumlu bu genç sol bekti bana kalırsa.


Fakat United’ın karşısındaki takımın adı Bayern, SAF’in yanındaki kulübede oturan adamın adı Louis van Gaal olunca senin takımındaki zayıflıkların da hasır altında kalması pek mümkün olmuyor. 3-0 sonrası Daniel van Buyten’in müdahaledeki zamanlama hatası geniş bir kulvarı Rafael’in hizmetine sunduğunda, genç Brezilyalı’nın elinde eşleşmeyi bitirme fırsatı da vardı. Ancak vadedilmiş topraklarda ilerleyen Rafael, bu maçın adamı olmadığını en çok da bu pozisyonda gösterdi ve topu bir süre geveledikten sonra arka direkteki Nani’yi ya da penaltı noktasına koşu yapan arkadaşını düşünmek yerine kaleyi anlamsız bir şutla ‘yokladı’. Bu pozisyonun dönüşünde maç boyunca sallanan ve sahada maçı yaşamayan belki de tek isim olan Michael Carrick’in işgüzarlığı cezasız bırakılmadı. Yukarıda Badstuber ismini eleştirirken dün özelinde bir yanlış görmüyorum van Gaal tarafında. Sadece bu seviyede yerli oyuncular bulmanın her zaman zor bir iş olduğunu, bunu Jansen’de bulan Bayern’in oyuncuya hak ettiği değeri vermemesinin acı verici olması gerektiğini belirtmek istemiştim. “Badstuber tecrübesizdi de Rafael mi tecrübeli olan” diye soranları böyle savuştururum, fakat Ronaldinho karşısında hayata küsen Rafael görüntüsünün dün Fransız önünde gayet sağlam duran Rafael görüntüsünde bir etken olduğu da benim görüşümdür. Badstuber, Valencia seviyesinde bir adama karşı bile test edilmemişti kısa kariyeri boyunca. Rafael içinse Franck Ribery’ye karşı oynamak tahayyül edilemeyecek derecede bir tecrübe değildi santradan önce…


Rooney-O’Shea değişikliği ve Arjen Robben’in golü sonrası Giggs-Berbatov hamlelerinin geldiği dakikalar da sorgulanmakta. Ben özellikle John O’Shea tercihinde büyük hayal kırıklığı yaşadım. Sezon boyunca sakatlıklar nedeniyle sağ bekte görev bulmuş Fletcher-Carrick ikilisinden birinin -muhtemelen ikincisinin- sağ beke çekileceğini ve Rooney yerine direngen bir orta saha elemanının -tercihen Scholesy- şans bulacağını düşünüyordum. Bayern gibi bir rakibe karşı 35 dakika skoru tutabileceğini düşünecek kadar iyimser olduğuna inanmak istemiyorum Fergie’nin. Bir de maçın ardından Rafael’in atıldığı pozisyonda hakemi çevreleyen Bayern oyuncularını eleştirirken, bugün Alman basınında büyük yankı bulan ‘tipik Almanlar’ tabirini kullanan Fergie’nin Almanlar’ın tipik özelliklerinden çok da haberdar olmadığının bir kanıtıdır. Maç sırasındaki ikinci isabetli tahminim de bir haftalık sürece sığan bu iki hakem hatası üzerine Fergie’nin basın toplantısının renkli geçeceği yönündeki oldu. Bu arada evet, ikinci sarının fazlasıyla ağır olduğunu düşünüyorum. Gerçi maç sonrası maçla ilgili herhangi bir görüntü izlememe alışkanlığımı sürdürüyorum, ikna edilebilirim halen…


Çok güzel bir hafta olmadı United açısından… Lakers-Celtics serisindeki efsanevi geri dönüşün yaşandığı dördüncü maçı, geçen seneki 4-1’lik utanç verici Liverpool mağlubiyetini yaşadığım James Joyce Pub’daki acayip listeye eklenecektir bu kara hafta da. Yine de ölmekten iyidir.*

2003’te İngilizler elendikten sonra Juventus-Real Madrid eşleşmesi dışında izlemeye değer pek bir şey kalmamıştı. O zamanki İtalyan futbolu da bugünküyle karşılaştırılamayacak bir seviyedeydi ki İtalyan sporunun çizdiği grafik düşünülünce anlaşılmayacak bir durum değil. Yine izlenecek pek bir şey kalmadı gibi. Barcelona-Inter? İlgilenmiyorum.

* Sanırım Ayça Şen’in kötü geçen bir günün ardından söylediği bir sözdü.

Yıldırım Türker – Emek’i Yıkıyorlar – Radikal, 5 Nisan 2010

Emek’i yıkıyorlar!
Türkiyeli sinemaseverlerin hemen her birinde mutlaka derin izler bırakmış bir mekândır. İnsanı hayali bir geçmiş resminde ağırlar. Her şeyin daha hafif ve uçucu, renklerin sepyayla hareli, insanların ille de hülyalı olduğu bir geçmiş resmine. Perdenin iki yanındaki art nouveau meleklerden almıştır ilk adını: Melek.
Emek, sinemadır. Birçok sinema delisi için sinema denince akla gelendir.
1924 yılında başlıyor serüveni. 1958 yılında Emekli Sandığı’nın mülkiyetine geçtiğinde adı Emek oluyor.
Emek Sineması da umursamaz otorite karşısında hep diken üstünde bir varoluş sürdürmüş mekânlardandır.
Rant ve sadece rant üstüne kurulu şehircilik serüvenimizde ikide bir üstüne hesaplar yapılır, Beyoğlu’nun bu koskocaman adasında yapılabilecek kârlı yatırımlara engel olarak görülür.
Mülkiyet bekçileri gözünde beş paralık değeri yoktur. Oysa kapsadığı alan (onlar ‘işgal ettiği’ demeyi tercih eder) çok değerlidir. Orada büyük yatırımlarla büyük kazançlara gebe ‘shopping mall’lar, yepyeni ticaret mabetleri açmak varken kazancıyla zar zor ayakta durabilen bir sinemaya arka çıkmak elbette şımarıklık olarak değerlendirilecektir.
Ben beni bildim bileli her on yılda bir Emek Sineması’nın yıkılacağı haberiyle sarsılırız. Sonra yenilenir, karşımıza yeni ses düzeni, değiştirilmiş koltuklarıyla çıkıverir.
Emek Sineması’yla sinemasever arasındaki ilişki, bu nedenle hep gerilimlidir.
Evet, artık 875 koltuklu sinemaların ayakta kalması çok güç.
Evet, ultra-süper-mega ticaret merkezlerindeki 100-200 kişilik yatar koltuklu sinemaların yanında hantal, loş ve uğultulu kaçıyor.
Ama Emek Sineması, bu şehirde yaşayanların, bu şehirden geçenlerin, bu şehir hakkında düş kuranların anılarında bambaşka bir yer tutar.
Ben, o koltuklarda seyretmiş olduğum yüzlerce film arasında gezinerek yazıyorum sözgelimi bu yazıyı. Orada seyretmiş olduğum Passolini’leri, Cassavetes’leri dün gibi hatırlarım. Tarkovski’yle tanışmamın hangi koltuğunda gerçekleştiğini de. ‘Andrei Rublev’i başka hangi sinemada aynı büyüyle seyredebilirdim?
‘Dantelci Kız’ filminin sonunda ağlamaktan kalkıp da çıkamadığım sinema da Emek’tir.
Bütün sevdiklerimle kol kola film seyretmişliğim vardır orada. Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş olduğum bir yerdir.
Emek Sineması’nın yok edilmesi bu şehirde büyümüş, bu şehirde yaşamış olanların anılarına apaçık saldırıdır.

Belediye sen nesin?
Şimdi öğreniyoruz ki hiçbirimizin ruhu duymadan Emek Sineması’nı yok etmek için çoktan yola koyulmuş kimileri.
Hem de öyle ki, önce yalanlarını hazırlamışlar. Son ana kadar uyanmayalım diye.
Türkiye Mimar Mühendisler Odası’nın Yürütmeyi Durdurma talepli dilekçesinden durumu takip edelim.
1. Türkiye’nin ve İstanbul’un son yıllarda ticari anlayışların baskısı altında alınan hukuksuz ve hatalı kararlar sonucunda hızla kaybetmekte olduğumuz kültür ve mimari mirasımızın en önemlilerinden birisi olan Emek Sineması ve 1884’te Mimar Alexandre Vallaury tarafından projelendirilerek Abraham Paşa tarafından inşa edilen Cercle d’Orient binasını da içeren İstanbul İli, Beyoğlu İlçesi, Hüseyinağa Mahallesi Sakız Ağacı Sokak 5 pafta 29, 30, 31, 32, 33 (eski 27, 28, 1) parselleri kapsayan adaya ilişkin olarak basında çıkan ‘Emek Sineması Yıkılıyor’ haberleri üzerine müvekkil Oda tarafından 20.11. 2009 gün ve 29.06.17249 sayılı yazı ile ilgili T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı İstanbul Yenileme Alanları Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kuruluna başvurulmuştur. Alınan yanıt ve iletilen kurul kararları üzerine sayın mahkemenize başvurulmak durumunda kalınmıştır.
2. Söz konusu adada …Melek Apartmanı, İskentini Apartmanı, İpek Sineması ile birlikte; bir asırdan fazla İstanbul’un kültür yaşamına damgasını vuran ve yalnızca İstanbul’un değil Türkiye’nin en eski ve görkemli sinema salonlarından olan… Son yirmi yıldır Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne de ev sahipliği yapmakta olan Emek Sineması ile Cercle d’Orient binası kompleksindeki en eski yapılardan birisi olan ve 1884’te Mimar Alexandre Vallaury tarafından projelendirilerek Abraham Paşa tarafından inşa edilen bina bulunmaktadır.
3. Bu yapılar özellikle de ‘Emek Sineması’ taşıdığı tarihi ve kültürel miras niteliğinin yanı sıra Türkiye için erken dönem betonarme bina olarak yapı teknolojisi ve endüstrisi açısından da miras niteliğini taşımakta olup bu niteliği ile de DOCOMOMO (Documentation And Conservation Of Buildings, Sites And Neighborhoods Of The Modern Movement) listelerine girmiştir.
4. …14.10.1978 gün ve 10538 sayılı kararla tescilli olan bu önemli alan; 16.06.2005 gün ve 5366 sayılı Kanun AMACINA UYGUN OLMAMASINA RAĞMEN Bakanlar Kurulu’nun 20.06.2006 gün ve 2006/10172 sayılı karan ile Yenileme Alanı olarak belirlenmiştir.
…Bütün bu bilimsel, kültürel ve sivil mimari mirasının korunmasına ilişkin gerekçelere tespitlere rağmen; İstanbul I nolu Kültür Ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun 25.06.2004 gün ve 1850 sayılı yazısında açıkça belirtildiği üzere gerekli izinler alınmadan 1993 yılında Emekli Sandığı tarafından Kamer İnşaat adında bir şirkete kiralanan; İstanbul II nolu Kültür Ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün 27.06.2007 gün ve 1196 sayılı yazısı ile dosyasında satışı ve tahsisi ile ilgili bilgi bulunmadığı bildirilen söz konusu adaya ilişkin BEYOĞLU BELEDİYESİ TARAFINDAN; ALANDAKİ GERCLE D’ORİENT BİNASI HARİÇ BÜTÜN TESCİLLİ YAPILARIN YIKIMINI VE TİYATRO DEKORU GİBİ SADECE CEPHELERİNİN YENİ MALZEME İLE İNŞASINI ÖNGÖREN ÖZELLİKLE DE YUKARIDA ÖZELLİKLERİNİ ARZ ETTİĞİMİZ EMEK SİNEMASI’NIN YIKILARAK SÖZ KONUSU YERDE İNŞA EDİLECEK BİR ALIŞVERİŞ MERKEZİNİN ÜST KATINA KOPYALANMASINI ÖNEREN VE BU KONUDA KAMU YARARI OLDUĞUNU ÖNEREN SÜREN AKIL ALMAZ BİR TEKLİFLE YENİLEME KURULUNA SUNULAN AVAN PROJELERİN T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI İSTANBUL YENİLEME ALANLARI KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARINI KORUMA BÖLGE KURULU’NUN, 09.10.2009 TARİH 973 NOLU KARARI İLE PRENSİPTE UYGUN OLDUĞUNA KARAR VERİLMİŞTİR.

Uzatmayalım. Belediye’nin yalan dolanının ardına saklanıp Emek’i yıkıyorlar.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, avan projeyi onayladı.
Böylelikle avan proje, artık imar planı hükmündedir.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Yenileme Alanları Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 25 Mart tarihinde uygulama projelerini kabul etti. İş bitti. Şirketin yıkıma başlaması an meselesidir.
Beyoğlu Belediye Başkanı, Emek yıkılmayacak derken, haydi kibarlık edelim, DOĞRU SÖYLEMİYOR!
Bizim de son örneğini Sulukule’nin ‘ıslahı’ projesinde gördüğümüz, kamu yararını tamamıyla kendi faydacı rant anlayışına göre tanımlayan Belediyecilik, hayatımıza düşmandır.
Belediyelerin temel görevlerinden biri, insanların ortak anılarını korumak ve sakınmak olmalıdır.
Şehir, öncelikle ortak anılardan oluşan bir bütündür.
Hayatımızı, geçmişimizi yağlı kâr bezleriyle silivermenin yollarını arayanlar.
Emek Sineması’ndan elinizi çekin!
Bu şehirdeki geçmişi silinebilir bulunan, Belediye’nin umursamadıkları, bir araya gelmek zorundayız.
Bundan başka Emek Sineması yok.

Wake Me Up When September Ends: Filmekimi 2009


Benim bir şekilde katıldığım altıncı Filmekimi olacak bu. İlk ikisi biraz kenarından köşesinden olmuştu gerçi, yine de beş yıl boyunca Biletix’e ödenen hizmet bedelleri bünyede alerji yaratmış olacak ki bu sene kalktım ilk kez Emek Sineması önünde kuyruğa girdim. Gerçi bir tanesinde kız arkadaşımı kuyrukta bekletmek gibi bir hayvanlık da yapmıştım yanlış hatırlamıyorsam. Yine de Biletix’in muhtelif yerlerimden defaatle kan aldığı gerçeğini değiştirmiyor bu… Bir haftasonu sabahına erken uyandık kuyruğa girmek için sonuç olarak. Uzun da sürdü bekleyiş… Kuyruk desen, o da Ağa Camii’ne kadar uzanıyordu biz biletlerimizi almış çocuklar gibi şen bir vaziyette evimize dönerken.

Tabi pek de öyle değildi durumumuz. Programın da en iyilerinden biri olmadığını düşünüyorum. Aşağıya gideceğim yedi filmi yazacağım, dışarıda kalanlardan sadece bir tanesi festivalde izlenmesi gereken bir filmdi benim için. Onun da sadece “East of Bucharest” ve “4 Months, 3 Weeks and 2 Days” sonrası herkeste gözlenen eğilimin bir sonucu olduğunu söyleyebilirim. Pişman olup olmadığıma Göktuğ ve İnan’dan gelen bildirimlere göre karar vereceğim sanırım… Programıma uyduramadım bir türlü. “No Serious Man” son gün kopyasında bir sorun çıkınca apar topar kaldırıldı listeden. Festival programı açıklandığında gözüme kestirdiğim ilk filmdi, üzülmedim değil. Şansımızı “Vengeance” ile deneyeceğiz… Benim için biraz zoraki bir tercih oldu kendileri ama ilginç bir deneyim olacak gibi görünüyor.


Göktuğ dedik, Lordlar Kamarası işte bildiğiniz. Festival döneminde oraya da göz atmak gerekir arada sırada… Kuyrukta da yoldaşlık etti sağolsun, bir de Fransız ablaya röportaj verdik ayaküstü. Nicolas Sarkozy sordu. Birkaç dakika ciddiyeti koruyabildik, sonra Carla Bruni’ye bağladık ister istemez… Tüm bunlar sonunda, üç buçuk saatlik bir uyku üzerine gelen üç buçuk saatlik bekleyişin karşılığı değildi elimdeki biletlerin ait olduğu koltuklar muhtemelen. İKSV hakkında derin eleştirilere de girecek bir durumum yok şu saatte, zaten çok dolu falan da değilim kendilerine karşı. Bilet olayının işleyişinden genel anlamda bihaberim, fakat bazı çarpıklıklar olduğunu görmemek mümkün değil. Lale Kart almak en kestirme yol olacak gibi, ama çok da emin değilim…

Yine de güzel deneyim oldu. İnsan da yavaş yavaş para kazanmaya başladığı dönemlerde mutluluk duyuyor cebinde fazladan kalan paradan. Ya da belli bir yaştan sonra aileye hizmet bedeli gibi uyduruk yüklemelerle gitmek istemiyor. Bu ikisinden biri…

Şansal sırada -isteği dışında gerçekleşse de- güzel bir metafor yarattı. Gideceği filmlerin listesini yazdığı kağıdın altında haftasonu maçlarından yapılmış güzel de bir kupon bulunuyordu. Hatta içe doğru kıvrılmıştı kağıdın bu kısmı. Fanatik gibi güzide bir gazetede çalışmaya başlayınca moda girmen de kaçınılmaz oluyor. Selam olsun diyerek blog ekibinden gelen kuponları paylaşıyoruz:


KUPONİKİ:
Bu kuponumuzun güzelliği hem az para yatırıyorsunuz, hem de gala olaylarına giremeseniz de üç adet taş gibi film izliyorsunuz. “Valhalla Rising” dar haftaiçi programında ortaya çıkan en büyük banko… Şaka bir yana, birçok kişinin dark horse adayı bu Nicolas Winding Refn filmi. Park Chan-Wook içeride yine kaybetmez.

Bu kuponla size cennetin anahtarını veriyoruz, arabanızın anahtarını gönül rahatlığıyla basabilirsiniz.

Nicolas Winding REFN – Valhalla Rising
Park CHAN-WOOK – Thirst
Costa GAVRAS – Eden Is West

Bildiğim bütün bahis klişeleri de bu kadar galiba. Fazla uzatmadan bu üç ortak film dışında katılım göstereceğimiz diğerlerini de ekleyelim. İnan’ın geniş kuponunda sistem yapmanız önerilir. İsimler büyük ama bir tanesi mutlaka tatmin etmeyecektir, tek maçtan yatmayın boşu boşuna.

GARANTİ KUPON (Sheed):
Michael HANEKE – The White Ribbon
Shane ACKER – 9
Olivier HIRSCHBIEGEL – Five Minutes of Heaven
Johnnie TO – Vengeance


GENİŞ KUPON (Robbie Fowler):
Ken LOACH – Looking for Eric
Woody ALLEN – Whatever Works
Höfer, Marculescu, Mungiu, Popescu, Uricaru – Tales from the Golden Age
Steven SODERBERGH – Che Part One: The Argentine
Steven SODERBERGH – Che Part Two: Guerrilla
Steven SODERBERGH – The Informant