The Color of Money

Liverpool-Chelsea maçında biraz kafamızı dağıtalım, dönüşte bu olaydan bahsederiz. En çok da Neil Robertson’a üzülüyorum, bugün manşetlerde Eddie Charlton’ın 1975 yılındaki finalinden sonra ülkesi adına dev bir adım atmış bu parlak çocuk olmalıydı…

SansürSensin: http://www.youtube.com/watch?v=NvBdq3A3Qpk

More News from Nowhere #11: Alemitu Bekele


Normalde bu dönemlerde biraz daha aktif dinlenme moduna geçiyordum, bu yarıyılda sekiz tane falan proje yapmam bekleniyor ki blogun belini doğrultamıyoruz doğal olarak. Kendi belimiz de daha iyi durumda değil ya neyse. Sorarım size, öğrencilerine ‘spring break’ vermeyen üniversite olur mu? Bunu tartışalım…


Güzel gidiyor play-off muhabbeti şu ana kadar. Kamuoyunun ugly game yaftası yapıştırdığı maçlar benim en sevdiklerim oluyor ekseriyetle. Dün gece biraz uykudan feragat ettim ve Magic-Bobcats maçına takıldım mesela. Larry Brown’ın sarkık liberolu, adam markajlı sistemiyle ilk çeyrek sonunda 18-14 gibi absürd bir skor oluştu. Yine de benim play-off basketbolundan anladığım da aşağı yukarı böyle bir şey. En azından birkaç sene önceki Suns-Mavericks konferans yarı finallerinden çok daha yakım kafamdaki tanıma böyle ‘çirkin maçlar’. Lakers-Thunder serisinden de acayip derecede zevk alıyorum paralel olarak, desteklediğim takım hala şampiyonluk senesindeki görüntüsünü aratsa da. Tabi ikinci maçın son çeyreğini biraz dışarıda tutmam gerekir, faul düdüklerinin şut denemelerini sayıca geride bıraktığı 6 dakikalık bir seans yaşadık ki düşman başına… “Sen o düdüklere kurban ol, takımın maçı o sayede aldı” diyenlere saygı duyuyor, şapka çıkarıyorum. Ama konumuz o değil. İlerleyen turlarla birlikte hakemlerin standartlarını oturtacağını ummakla birlikte birer adet Lakers-Thunder ve Nuggets-Jazz maçının heba edildiğini de söylemek zorundayım. Yakışmıyor…


Bir geceyarısı operasyonuyla bu işlerden anlayan birisini bağlamazsak play-off sırasında çok fazla yazı okuyamayacaksınız yine burada. Dönemsel yürek patlamaları yaşanacaktır elbette… O yüzden Dr. Gürkan Kubilay’ın mükemmel anasayfa tasarımıyla batug.com olabilir adresiniz. Ben de 2-0 ile Oklahoma City’ye taşınan bizim seriyle ilgili bir yazı gönderdim. Tık!


Evladım Mark Allen, kendisinden şüphe duyanlara, yorum yoluyla saçına, tipine yakışıksız benzetmelerle sataşanlara en güzel cevabı verdi. İlk turda talihsizce kaçan bir yeşille 147 hayallerini erteleyen Kuzey İrlandalı çocuğumuz, ikinci turda Mark Davis önünde Crucible tarihinin ilk 146’lık serisine imza attı. Kariyerinde otuzuncu kez Sheffield’da bulunan Steve Davis ne kadar büyük bir efsane olduğunu Mark King’i geçerek gösterirken, bir başka eski şampiyon Graeme Dott da kifayetsiz Ryan Day’in biletini kesti ilk turda. Steve Davis’in karşısında son şampiyon John Higgins olacak, ilk seans da fazlaca uzun framelere tanıklık etmiş olsa da çok heyecanlıydı. Yakalamak lazım bir şekilde… O’Sullivan-Williams erken final gibi. The Rocket ilk turda bolca sol el çalıştı ve çok kısa bir bölüm dışında yükselen Çinliler’den Liang Wenbo’nun maçın içine girmesine izin vermedi. Bu sezonun belki de en formda oyuncusu olan Mark Williams ise ilk turda beklenenden fazla zorluk yaşadı Marcus Campbell önünde. Campbell da o ‘sakallı tavernacı’ imajıyla benim için idol gibi bir şey olurdu heralde snooker kariyeri düşünsem, göbek de kontrolden çıkmış vaziyette zaten… Neyse ki farklı bir kariyer düşünüyorum, derslere zaman zaman takım elbiseyle girip uzaklara bakıyorum. Geri dönelim. Selby-Hendry maçı da güzel olacak. The Golden Boy da ilk turu zorlu geçirenlerden, 1991 doğumlu Zhang Anda bu oyunun gördüğü en başarılı Çinli bile olabilir. Bunu efsane karşısındaki ilk dünya şampiyonası maçında da gösterdi. Stephen Hendry kişisel sempati olarak aktif oyuncuları listelesem… Dominic Dale, Mark Allen, Ronnie O’Sullivan, Ken Doherty, Stephen Hendry. Evet, ilk beşimde yer buluyormuş. Şutör guard olur muhtemelen.


Şike söylentileriyle başı derde giren Stephen Maguire, aynı dertten muzdarip Stephen Lee önünde iyi bir görüntü verdi. Fakat çeyrek final için tercih edilebilecek bir isimdir şu şartlar altında. Hatta bana kalırsa favori de değil The Pocket Dynamo karşısında ikinci tur maçında. Yürüyedur be çocuk, bir haftadır bilgisayarımın duvar kağıdını süslüyorsun. Guy Love!


Yedek kulübesinde Mert Nobre’den medet uman Beşiktaş bir yana, sağ beki 17 milyon değerinde olup forveti sakatlanınca David N’Gog’a kalan Liverpool nedir? Tehlikenin farkında mısınız? Peki ya Tuna Kiremitçi’nin Cumhuriyet gazetesinde yazması?

Kupa Beyi Selby


Güzide okulum final haftasında çeşitli antikalıklarıyla başıma binbir türlü bela açarken kendimi bir gün fotokopi savaşlarında koşuştururken, bir başka gün AutoCAD sınavında çöp adam çizip eğitim sistemine çok büyük hakaret etmiş gibi gözükmeye çalışırken yakalıyorum. Bu süreçte takdir edersiniz ki blogun varlığını tamamen unuttuğum zamanlar oluyor. Ama bugün değil… Biraz snookerdan bahsetmek istiyorum ve bunu 140 karakterlik parçalara ayırarak yapma eğilimim takipçilerimden çok iyi tepkiler almadı…


Bir sıralama turnuvası olmayan, fakat kesinlikle takvimin en prestijli turnuvalarından olan Masters, Wembley’de pokerstars.com sponsorluğunda başladı. Katılımın davet üzerinden gerçekleştiği bu turnuvada Wembley -turnuvanın adının da vadettiği üzere- oyunun ustalarına ev sahipliği yapıyor. Oyuncuların bu ustalıklarını bugüne kadar ne derecede gösterdikleri tartışılabilir. Hele bugünün ilk çeyrek final mücadelesinde Ryan Day ve Stephen Maguire bizlere öyle kötü bir snooker izletti, pot başarı yüzdesi o kadar aşağılara düştü ki biraz temel bilgi takviyesiyle bundan daha iyisini yapabilecek kadar bilardo oynayan arkadaşlarım olduğuna yemin edebilirim. Özellikle Day, bu turnuvanın çeyrek finalde gördüğü en kötü bireysel performansa imza atmış olabilir. Bunu ilk turda Joe Perry’yi frame vermeden safdışı bıraktıktan sonra yapınca Perry hakkında endişeye kapılıyorsunuz ister istemez. Gerçi o gün Day’in de performansının çok üst düzeyde olmadığını, sorunun adeta maça gelmeyen Perry’de olduğunu okuduk bazı yazarlardan ama… Yine de utanç verici bir maçtı Masters tarihi için bana kalırsa bugün izlemeye çalıştığımız. Eurosport Türkiye ekranlarında maçı renklendiren Emre Yazıcıol ve Emre Özcan ikilisine geçmiş olsun demek gelir en fazla elimizden de.


Oyun kalitesini bir tarafa koyarsak, özellikle sporu yönetenlerin uzun bir süreden sonra değişmesinin ve dart sporuna yaptığı katkılarla büyük övgü toplayan Barry Hearn’ün kontrolü eline almasının snooker için büyük bir şans olduğu düşüncesinin ilk somut geri dönüşlerini aldık bu turnuvada… Bunu UK Championship ya da The Crucible gibi daha geleneksel ve ağır başlı turnuvalara taşımak ne kadar mümkündür, onu çok da bilmiyorum fakat Masters boyunca oyuncular sunulurken kendi seçtikleri bir müzik eşlik etti bu sunumlara. İlk gün Kasabian’dan “Underdog” tercih eden Mark Selby alkışlarımızı alırken, Ding Junhui ve sıradanlığı aşamayan “Eye of the Tiger” seçimi sonrası Çinli’ye bir mesafe koyduk ister istemez. Daha önceki bir yazımızda Hearn’ün sporun kendisi kadar, sunulma biçiminin de kitleleri peşine takmasında büyük pay sahibi olduğu yönündeki düşüncelerinden bahsetmiştik. Bu konuya çok kafa yorduğunun göstergeleri yavaş yavaş geliyor. Turnuva boyunca hakim olan alışılmadık sıcak havanın, olağandan fazla karşımıza çıkan oyuncu dialoglarının kredisini de Hearn’e verebiliriz diye düşünüyorum. Günün son maçını izleyenler ne dediğimi daha iyi anlayacaklardır.


Tamamen plansız bir biçimde yazdığım açık bu yazıda madem ki rüzgar bizi Allen-Selby kapışmasına sürüklemiş, oradan devam etmek uygun olacak. Bu maç üzerinden turnuvada geride bıraktığımız dönemde yaşananlara da değinelim… Şarkısını seçtiği Kasabian gibi Leicester çocuğu olan Mark Selby, bu turnuvanın gediklilerinden değil ama en başarılılarından. Açıkçası ‘gedikli’ kelimesini kullanmaya yönelik arzuma ket vuramadığımdandır önceki cümlenin uzaması da. Selby buraya sadece iki kez geldi fakat ikisinde de final oynamayı başardı. Masters performansıyla doğru orantılı bir kariyeri olduğu söylenemez, bu yüzden antrenman takvimini bir gözden geçirip sıralamada önem taşıyan diğer turnuvalara formunun zirvesinde girmeyi deneyebilir. İsabetli bir hareket de olur gibi gözüküyor fakat kendisi bu şekilde bir isim de yapmayı başardı diyebiliriz. Kupa Beyi Selby ilk turda da istim üstünde bir rakiple karşı karşıya geldi ve sıralamada üzerinde yer aldığı Ding karşısına bu gerçeğe rağmen tıpkı müziğinin söylediği gibi ‘underdog’ olarak çıktığını söyleyebiliriz. En azından benim için, sezonun ilk yarısını muhteşem geçiren ve özellikle UK Championship finali ile tavan yapan bir form yakalamış Ding önünde favori olmaktan uzaktı. Bunun üzerine 6-1 olarak şekillenen maç skoru sansasyonel olmaktan da öteydi. Diğer tarafta Mark Allen ise 2009 yılının en iyi maçlarından birkaçına imza attıktan sonra yeni yılda potansiyelini başarıya çevirmekte ısrarlıydı. Turnuva öncesinde pool oyuncusu olan bir arkadaşını kaybeden Allen’ın ekstra bir motivasyon kaynağı vardı. Geçen sene içerisinde iki büyük usta Ronnie O’Sullivan ve John Higgins’e karşı müthiş performanslar ortaya koyan ve The Crucible’ın altı çizilecek isimlerinden olan Allen, meydan okuyan karakteri ve oyun tarzıyla gözüme girmeyi de başarmıştı. Net biçimde bir favori belirleyemediğim bu sporda Jamie Cope sonrası ilk kez bir genç bu denli ışık vermişti bu anlamda. O yüzden maç öncesi saflarım belliydi.


Selby’nin kazandığı ilk üç frame Afrika Kupası nedeniyle güme gitti, fakat benim de ekran karşısına geçmemle oyuna yön veren isim olarak diğer Mark ön plana çıktı. Daha sonra oyunun kırılma anı Wembley’e kilometrelerce uzaklıkta yaşandı. Şöyle özetleyeyim bilmeyenler için: İnönü-Akatlar istikametinde türlü uğursuzluklarıyla nam salmış güzel bir arkadaşımız yeni tanıştığı bu oyunda Allen’ı desteklemeye karar verir ve olaylar gelişir. Şaka bir yana, Allen’ın yaptığı geri dönüş sonrası, önce spider kullanarak pot yapmaya çok yaklaştığı kırmızıyla kaybettiği frame, ardından da deciderda sol cebi kapatan siyah nedeniyle sıkışan masada re-rack kararına yaklaşılırken yaptığı cesur ama bir o kadar da gereksiz hamle bu denli istediği maçı kaybetmesine yol açtı. Bu arada Selby’nin inanılmaz şanslı bir pottan yardım aldığını da söylemeden geçmeyelim… Her ne kadar Kuzey İrlandalı çok iyi bir vuruşla bu şanslı vuruşun yarattığı tahribatı bir ölçüde azaltsa da oyunun kontrolü o noktada tamamen Selby’nin eline geçmişti.


Allen buna rağmen Masters’da da ilk turdaki Higgins galibiyetiyle hangi seviyede olduğunu bir kez daha gözler önüne sererek iz bıraktı. Son vuruşları yaparken çok zorlandığını belirttiği ve mental açıdan kendisi için bir hayli zor geçen o ilk tur maçında rekabetçi kişiliğinden taviz vermemesi birçok şeyi söylüyor bu genç adam hakkında. Hala verdiği kararların her zaman en iyisi olduğunu söyleyemeyiz. Karşısında o konuda adeta kendisinin antidotu görünümündeki Jester from Leicester’ı bulması da yardımcı olmamıştır fakat bugün kazanabileceği bir maçı kaybetmesinde verdiği birkaç yanlış kararın etkisi çok büyüktü… Bu arada bugün fark ettim de Allen’ın eski sevgilisi Reanne Evans -ki kendisi şu anda snooker oynayan en iyi kadın olarak kabul ediliyor- yanılmıyorsam bu sene ilk kez düzenlenen özel bir turnuva olan Six-Red World Championship’te Aralık ayı içerisinde Higgins’i yenmeyi başarmıştı. İkilinin bir de çocuğu var bu ilişkilerinden… Sanırım o da gelse Higgins’i yenebilir şu sıralar.


Yarı finalde ne olur? Ben turnuva başında O’Sullivan-Maguire finali öngörmüştüm. Bahis oynamadığım için böyle tahminlerim genelde havada kalırdı fakat bu sefer size kanıtlarıyla geldim. Türkiye’de daha önce bir örneğine rastlamadığım ve bu sebeple büyük bir şans olarak gördüğüm yeni kurulmuş bir blog var yaşamını sürdüren. Buradan ulaşabilirsiniz… Biraz gezinirseniz benim tahminlerimin o yönde olduğunu da göreceksiniz. Diğer yarı final adaylarımdan Shaun Murphy, ilk turda çok kaliteli bir maç sonrasında oyunun efsanelerinden Stephen Hendry’nin geri dönüşüne izin vermezken daha sonra bir başka eski günlerini arayan isme elenmekten kurtulamadı. Mark Williams, Roket’in karşısına çıkacak… Salı günü uğradığım The Irish Centre’da Neil Robertson’a karşı iki frame boyunca izleyebildiğim, çeyrek finalde de kendisine rakip olamayacağı çok ortada olan Peter Ebdon’ı rahat geçen O’Sullivan şu anda en iyi oyununu oynuyor turnuvanın bana kalırsa. İlk turda en az Hendry kadar şanssız bir isimdi zaten Robertson. Ryan Day’in elini kolunu sallayarak çeyrek finale yürüyebildiği bir ortamda bu adamların bu performanslarıyla resim dışında kalmaları fikstürün bir azizliği oldu kesinlikle… Bu andan sonra Williams’ın O’Sullivan’ı çok kötü bir gününde yakalamadığı takdirde finale çıkmasını uzak bir ihtimal olarak görüyorum. Diğer yarı final için artık favorim Maguire değil, fakat bugünkü pot yüzdesini çok yukarılara taşıyıp iyi bir rakip olacağını düşünüyorum Maguire’ın ve yarı finalin daha belirsiz tarafı olarak o eşleşmeyi görüyorum. Kazanan Maguire olursa, O’Sullivan televizyon kariyerinden yaptığı fedakarlığın karşılığını alacaktır. “Big Brother” evine katılması için aldığı teklifi bu turnuva için son anda geri çevirdi Ronnie. İngiliz basını da ona seçiminden dolayı yüklenmek için fırsat kolluyordu açıkçası. Fakat Ronnie, bu önemli fırsatı geri çevirerek bir anlamda götürücülük misyonunu üstlendiği bu sporun bu son derece prestijli turnuvasına katılmayı tercih etti. Ona yakışan klas bir davranıştı ve bunun ona olumlu bir şekilde geri dönmesini isterim. Zaten bir sporda bu ölçüde bir dominasyon kurup yine de antipatik olamayan üç adam sayarım yetiştiğim dönemlerden: Valentino Rossi, Ronnie O’Sullivan ve şu saatte hatırlayamadığım bir adam daha… Hem açık kapı olsun Michael Jordan, Lance Armstrong, Michael Schumacher ve Roger Federer taraftarlarına da…


Euroleague yazacağım finaller bittikten sonra. Avustralya Açık heyecanı da kapıda, izin verildiği müddetçe takip ederiz.

Olmadı Marsel…

More News from Nowhere #9

– Çocuklar iki haftadır yazı yazmamışız, konu eksiğimiz var, hemen başlayalım…


– Ne zamandır eve de uğramıyorum okulun yoğunluğundan, bugün hazır bir kaçamak yapmışken birkaç güzel maç izlemek istedi deli gönül. Ne yazık ki, Türk televizyonlarının hayattan soğutan ‘rakiplerimizi tanıyalım’ haftasına denk gelmişiz… Hayır, Atletico Madrid bilmediğimiz bir takım mıdır? Bilmeyen varsa da söyleyelim, Madrid’in diğer takımı top oynamıyor. Galatasaray’ın da iddia edilenin aksine iyi kura çektiğini düşünüyorum, bir sonraki tur daha düşündürücü olabilir ancak Everton’ın da bu sene pek havasında olduğunu söyleyemiyoruz. Yine de Sporting’i eleyeceklerdir, sonrasında da Galatasaray’a Atletico’dan fazla sorun çıkaracaklardır. Tabi bunlar benim düşüncelerim…

– Türk televizyonları demişken burada daha önce bahsetmiştim devlet kanalının Bundesliga’nın yayın haklarını almasının sonuçlarından. İlk aşamada Ramazan ayındaki iftar özel programları sebebiyle üçüncü kanala sürülen Alman liginin en önemli kapışmalarından olan Hamburg-Bremen maçı da TBMM engeline takıldı bugün. Nord-Süd Gipfel sonrası Nordderby de yalan oldu sayelerinde… Artık saçma sapan maçları Kerem Öncel anlatımıyla dinleyeceğim diye TRT’ye takılmayacağım. Bundesliga yazısı bekleyenler varsa kusura bakmasın…


– UK Championship üst düzey bir turnuva oldu, herhalde şampiyonanın kalitesine yakışmayan tek maç da ironik biçimde final oldu. Fikstürde heyecanın doruk yaptığı dönemlerden birindeyiz ve ocak ayındaki Masters da ilaç gibi gelecek. Bu arada veteran Jimmy White da heyecan yarattı Wembley buluşması öncesinde, wild card için Liang Wenbo çok daha güzel bir isim olurdu açıkçası. Gerçi bu verilen kararı da çok anlamsız bulmuyorum, Jungle Jimmy’nin malum yarışma sonrası yaptığı sükseyi de düşününce. Zaten Wenbo uzun yıllar Wembley’de olacaktır bundan sonra. Açılış gecesinde Mark King’i yenip yoluna devam edebilir her şeye rağmen… Onun için de çok hoş bir tecrübe olmaz öte yandan. İlk turdaki tüm eşleşmeler güzel doğal olarak da O’Sullivan-Robertson eşleşmesine dikkat!

Geride bıraktığımız turnuva hakkında ben bir yazı yazacaktım ama Higgins-O’Sullivan maçının sadece son bölümüne yetişebildiğim için pek de yeterli görmedim kendimi o açıdan. Maçı izledim ama araya da başka şeyler girdi sonra, İnan yazsa okurduk. Akılda kalanlar arasında en önde gelense 8-2’den geri geldiği bir günde son snooker için masaya dönmeyip rakibinin elini sıkmaya giden bir Ronnie O’Sullivan. 13. framedeki hadise sonrası bir John Higgins mağlubiyeti gelseydi en basit haliyle yazık olurdu, fakat Roket bir anlamda şampiyonluğunu engelledi o geri dönüşüyle büyük rakibinin… Zira finalde Ding Junhui karşısında en kötü oyunlarından birini sergiledi, genelde turnuvanın ortasında yaşadığı ve bir şekilde üstesinden gelebildiği mental düşüşlerini o büyük yarı final sonrası oynanan finale bırakınca beni çok şaşırtmayan bir yenilgi aldı Higgins. Ama o kahverengi de kaçmayacak artık…


– Lakers maçına baktık biraz, sezonun ilk toplu konuşması bir test yayını vazifesi gördü. Böyle başarılı kadrolar kurunca normal sezona odaklanmak taraftar için de pek kolay olmuyor açıkçası. Luke Walton’ın sakatlandığını, Ron Artest’in savunma katkısıyla play-off için umut verdiğini fakat üçgene tam olarak adapte olamadığını, Jordan Farmar’ın şut sokmaya ve daha aklı başında oynamaya başladığını, Pau Gasol’ün de rebound konusunda kendini aştığını duymuştum. Kontrat sezonunda yatışta hız kesmeyen Lamar Odom’ın yeni sözleşmeye imza attığı ve bir Kardashian ile evlendiği bir yazın üzerine sezona konsantre başlamasını bekleyen yoktu herhalde. Yanılmamışız… Andrew Bynum’ı bir de şu zorlu fikstürde görelim derim ben. Rakamları güzel ama iyi uzunun sayılı olduğu şu ligde kalbur üstü takımlara karşı verdiği performansı görmeden ikna olmam çok kolay değil.

Neyse ki böyle bir zamanda geliyor Christmas ve bizim için Starbucks’ta sınırsız toffee nut latte içebilmekle olduğu kadar, gecenin ana menüsü olan Lakers maçının heyecanıyla da güzelleşen bir dönem. Scrubs’ın dördüncü sezonundaki “My Hypocritical Oath” bölümünde Dr. Cox’ın Christmas gecesinde nöbeti boyunca eve gidip Lakers-Heat maçını izlemek dışında bir şey düşünmediğini hatırlıyoruz mesela, bizim için de böyle bir şey bu. Geçen seneki Celtics maçının tadı hala damağımızda. Artest’in de gerçek Laker olduğu gece anlamına gelebilir bu maç. Gelmeli de… Tophane’de 20-25 kişilik bir grup olarak buluşacağımızı tahmin ediyorum. Nedir, ne değildir bilmek isteyenler LakersTR forumlarına yönlenebilir. Gerçi şu anda işlevsel değil kendileri, ama kısa sürede düzelecektir. Sorusu olan buradan da yazabilir zaten, nedir ki…

“Listen up. I have been cursed to work the night shift with you chuckleheads, which means I have to tape the Lakers-Heat game. And seeing as no one in the history of this germ box has ever made it through a shift without saying “Oh my God, oh my God, did you see what happened last night on America’s Fattest Fatties? A 900 pound woman lost a pound and a half and cried for twenty minutes!” Be warned: If you utter a word about the score of the game, it will be your last.”


– Türk Telekom daha da kötü takım olmuş be… İzlemeyin!

Lamayn Wilson benim takımımın oyuncusu olsa sahaya yakın bir yerde konuşlanıp, suratına tükürürüm sanıyorum… Kenarda Galatasaray Cafe Crown döneminde de çok eleştirdiğimiz, ülke basketbolunun en aciz coachlarından Murat “Liselim” Özyer oturunca, Ercüment Sunter’in görev değişimine de sevinemiyorsun. Bu kadar kötü yönetilen bir şirket olsa bugüne kadar iflasını ilan ederdi… Türk Telekom arkanda olunca paranın çok da önemi yok belki ama yıllardır o bütçenin karşılığında kurulan takımlar, ısrarla Steve Nash diye yutturulmaya çalışılan Tutku “Tutku Açık Milli Takımda Neden Yok” Açık, kadroya alınıp benchin en sonunda oturmaktan öte bir misyon verilmeyen turşuluk guardlar ve her şeyden önce E-Sunt faktörüyle o kadar soğumuşuz ki yarın kapansa üzülmeyecek durumdayım… Zaten Türk Telekom markasına da kılım ne zamandır, isabet olur…


– Mark Hughes gitmiş, yerine gelen isim de Roberto Mancini olmuş… Craig Bellamy’nin liderlik ettiği bir oyuncu grubunun kararı protesto ettiği söyleniyor. Bellamy gelecek hocanın kendisine aynı şansı muhtemelen vermeyeceğinin farkında sanırım… Ben Hughes’a çok güvenen biriyimdir, burada birkaç kez bahsettim. Hatta ilk menajerlik yıllarında hep Alex Ferguson sonrası dönem için aday olarak gördüğüm bir adamın City ile imzalaması da hiç hoşuma gitmemişti. Bugünden sonra çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama kendisine güvenimde bir azalma meydana gelmedi. Evet, kötü bir dönem geçirildi ve City’nin şu anda olması gerektiği yerden aşağıda konumlandığını söyleyenlere katılmamak mümkün değil. Fakat burada geçen senenin başındaki Robinho transferi yazmıştık, Hughes’un karakter olarak başkasının yaptığı bir plana uygulayıcı olarak dahil olup başarıya gitmesi mümkün değil. Yapılan transferlerde fikrinin alınmaması konusunda yöneltilen sorulara ılımlı cevaplar verip, bu seviyedeki oyuncuların transferine üzülecek değilim minvalinde açıklamalar yapmış olsa da karar ona bırakılsa Robinho gibi bir adamla çalışmak istemeyeceği o gün de bilinen bir durumdu. Sonrasında kovulacağını bildiği bir maçta Emmanuel Adebayor’u yanında oturtup, güvendiği Roque Santa Cruz ve -şimdi arkasından ağlayan- Bellamy gibi oyuncuları sahaya sürmesi beyhude bir hareket olmamalı.

Mancini, selefine oranla çok daha oportünist bir çizgi gösteriyor teknik direktörlük kariyeri boyunca. Ada’daki İtalyan modasının da asistiyle güzel yere kapak attı Mancini, Arsenal ve Liverpool bu haldeyken takımı üçüncü sıraya taşıması benim için büyük sürpriz olmaz. Ama Hughes’un başarısızlığını savunanlara bir argüman da olamaz…


– Sabah ders var, uyku trenini kaçırmışa benziyoruz. Serinin 2005 versiyonundan bu yana ara vermiştim Championship Manager/Football Manager sabahlamalarına… Oyun nerelerden nereye gelmiş, bir ‘maşallah’ çektikten sonra Ipswich Town’ı alarak Roy Keane’in menajerliğine meydan okuduk vakit kaybetmeden. Keane ile düşme hattının hemen üzerine zincir atmış takımı 23 maç sonunda dördüncü sıraya taşımakla övünmeyeceğim, zira hedefimiz büyük. Liam Trotter, Connor Wickham ve Zavon Hines gibi isimlerle sonraki 10 yılın takımını kuruyoruz. Go Tractor Boys!

Kazanan Neil Robertson, Peki Snooker?


Neil Robertson-Ding Junhui finali sporun global bir anlam kazandığına yorulabilir miydi? Aslında hayır. Üst düzey oyuncular arasında Ada dışından sadece dört tane isim sayabiliyoruz. Onlardan ikisi de finaldeydi işte. Olasılık dersinden kalmamış olsam hesap da yapardım ama düşük bir olasılığın gerçekleştiğini söyleyebilirim. Bir diğer Çinli Liang Wenbo ve Hong Konglu Marco Fu da sıralama turnuvalarında finaller oynamış sporcular. Hatta Avustralya’nın da birkaç yüzyıl önce kraliyet kolonilerinden oluştuğunu ve kültürden fazlasıyla etkilendiğini düşünecek olursak bir ulusa özgü olduğunu düşünebiliriz snooker sporunun. Bu da ‘kertenkele hayvanı’ gibi bir şey oldu ama… Bence snooker daha büyük kitlelere ulaşacaksa karar vericilerin bu konuda belli faaliyetler içine girmesi gerekir. Özellikle açılım konusunda Uzakdoğu’daki potansiyel de göz önüne alınarak çok uzaklara gidiliyor, fakat Kıta Avrupası hala takvime çok fazla elit turnuva sokamıyor. Bu yıl içerisinde de Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya uğruyor snooker sadece… Gerçi bu anlamda atılan adımların karşılığı ilgisizlik olunca bir motivasyon kaybı yaşanmış olabilir. Seyir zevkini almak kolay değil, benim ilgilenen arkadaşlarımın çoğu da zamanla tutkunu olduklarını söylüyorlar. O yüzden yılmadan her yere götürmek lazım bu sporu. Herhalde snooker için en büyük nimet de Eurosport.

Eurosport yorumcusu Dave Hendon güzel bir cümle kurmuş bu sorunlardan bahsederken: “Birçok geleneksel spor yıllar boyunca sporun özünü değiştirmeden, sadece onu sunuş şeklinde düzenlemeler yaparak ayakta kalmayı başardı.” Örneğin dünkü finalde bir 9. frame vardı ki… Snooker izlemeye başlamak için dün geceki maçı seçmiş biri varsa, o 57 dakikalık framein sonunda televizyonu kapatmış ve hayatından sonsuza dek çıkarmıştır snooker kavramını. Tek bir kahverengi için onlarca güvenli vuruş yaptı iki sporcu da. Kolay değildi, ben de o sıralarda konsantrasyonumu kaybettim açıkçası. Bunda maçı Emre Yazıcıol’un sunumuyla televizyon koltuğumda değil, küçük bir Justin.tv ekranı karşısında izlemiş olmamın da payı vardır. Ama turnuva boyunca gerçekten güzel bir anlatım vardı Eurosport Türkiye cephesinde. Özellikle efsanevi Higgins-Robertson yarı finalini efsanevi yapan unsurlardan biri de buydu. Mesela bu güzel anlatım Türkiye’de snooker için bir avantajdır. Fakat bunu görebilecek bir yetki mercii var mıdır, emin değilim. Bir başka problem de dünkü maçın yerel saatle 8’de oynanması ve Robertson işi bu kadar erken bitirmese 1’e kadar devam etme ihtimalinin mevcut olması. İlgisine muhtaç olunan Avrupa’da daha da geç saatlere tekabül ediyor bu tabi. Televizyonu açık tutmak için sağlam sebeplere ihtiyaç duyduğun saatlere…

Sıralamanın eski topraklarından iki sporcunun yarı finalde nispeten daha genç isimlere elendiği, yıllar sonra iki uluslar arası sporcunun final oynadığı (1985 British Open: Silvino Francisco-Kirk Stevens finali), finalistlerden birinin deciderdaki siyah ile belirlendiği, en iyiler arasına girecek bir başka Higgins-O’Sullivan maçına sahne olan ve hak edilmiş bir şampiyonlukla tamamlanan güzel bir turnuvaydı. Güneyden gelen kasırga bu şampiyonlukla birlikte dördüncü sıralama turnuvası zaferine ulaştı ve en başarılı denizaşırı oyuncu unvanını da James Wattana’dan devraldı. Yarı finalden beri de bu elemanı destekliyordum ve John Higgins gerçeğine ve diğer ikilinin yüksek formuna rağmen Avustralyalı’nın kazanacağını düşünüyordum. Ya da inanıyordum diyelim… Sevindim.

More News from Minor Heaven and Mubarak International Stadium

Ding Junhui-Peter Ebdon maçı var şu anda. Dün Tarja Turunen konserinden eve döndüğümden beri bloga bir şeyler karalamak var aklımda, hatta sadece bu yüzden spor aktivitesi atlamamaya çalıştım bugün imkanlar el verdiğince… Tartışmaya açık fiillerin neredeyse tamamının ayrı yazılması gerekliliğiyle yüzleşmek de her defasında geriyor beni. Dost Elver diye de adam vardı, ama kim olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok…


Tarja Turunen dedik, herhalde bir perşembe gecesi Jolly Joker gibi bir yerde verilebilecek en iyi performansı verdi Diva. Özellikle gece boyunca giydiği ikinci elbisesiyle, beyazlar içinde bir tanrıçadan farksızdı ve çok da büyük olmayan konser alanına fazlasıyla hakimdi. Bu kadının bile sahne performansına laf eden ergenler görmüştüm sanal alemde, her biriyle yüz yüze görüşmek, kendilerine hal hatır sormak isterim… Nightwish günlerine tam olarak sırtını çevirmeyen, seyircisini ziyadesiyle tatmin eden bir setlist de vardı. Buna karşın birçok hayranının onu Nightwish ile birlikte kanlı canlı sahnede göremediği için üzgün olduğunu söyleyebilirim nispeten dışarıdan bakan biri olarak… Yine de mevcut bateristin Jukka Nevalainen’den daha iyi olduğuna kanaat getirdik. Solo albümünde onu Nightwish ile birlikte sevmiş kitleye biraz yumuşak gelen bir sound hakimdi, çok da doğal olarak. Dün Mike Terrana’nın konser ortalarına doğru gelen solosu ilaç oldu o anlamda… Zaten kendisi kısa bir dönem de olsa Yngwie Malmsteen ile birlikte çalmış bir amcaymış ufak bir araştırmadan sonra fark ettiğim kadarıyla, kanaatimizin yerinde olduğunu söyleyebiliriz.


Snooker yazınca Mithat’tan tepki görüyorum, o yüzden Glasgow GP için tek yazı hakkımı final sonrasında kullanmayı düşünmekteyim. O’Sullivan-Higgins maçını kaçırmak, üzerine bir de maçın decider ile sonuçlandığını öğrenmek de turnuvaya bağlılığımı olumsuz yönde etkiledi. Kimi destekleyeceğimi de bilemedim. Parma Maniac ve Svetlin‘den gelen tepkilere rağmen hala Mark Allen denen çocuğa olan sempatim sürmekte. Bir başka sevdiğim isim olan Jamie Cope’u yenince de hoşuma gitti, fakat O’Sullivan-Higgins maçının galibi karşısında işinin zor olacağı belliydi. Nitekim bugün sadece tek frame alabildi Wizard of Wishaw’dan… Stephen Hendry, Ali Carter ve evsahiplerinden Stephen Maguire olumsuz anlamda şaşırtanlardan oldu. Robert Milkins’in Cinderella hikayesi de şu dakikalarda sonlanmaktadır diye tahmin ediyorum… Neyse uzatmayalım. Çinli ve Mark Williams da formda gözüküyorlar fakat John Higgins’in favori olduğu turnuvada, benim içimden formunu tekrar bulmaya başlamış gözüken Neil Robertson şampiyonluğu geçiyor. Güzel bir yarı final olacak o ikili arasındaki…


Mısır’da çok güzel bir turnuva devam ediyor. Turnuvanın tarihi sebebiyle bazı önemli oyunculara takımlardan izin çıkmamasına rağmen çok yetenekli gençler izledik. Eurosport da yayınlarıyla turnuvanın hakkını fazlasıyla teslim ediyor. Zaman zaman orijinal dil seçeneğine başvurmayı tercih etsem de spiker kadrosu da iyi iş çıkarıyor aslında… Bugün beş oyuncunun, iki teknik direktörün atıldığı, uzatma içerisinde 5 dakikada gelen 3 golle şekillenen unutulmayacak bir maç izledik. Turnuvanın başından beri buralara gelebileceğini göstermişti Macaristan. İtalya’yı yenerken uzatmadaki çok önemli iki golün sahibi Krisztian Nemeth kadar, müthiş paslar ile bu gollerin yaratıcısı olan iki orta saha oyuncusuna da minnettar olmalılar. İlk pası veren sanırım Marko Futacs idi, ikincisinde ise turnuva boyunca dikkat çeken Vladimir Koman’ın müthiş ara pası idi bahse konu olan… Sampdoria’nın oyuncusu kendisi, fakat Bari’de kiralık. Takip etmek gerek…


İtalya ve Macaristan bu jenerasyonlarıyla geçen yıl 19 yaş altı Avrupa şampiyonasının yarı finalinde de karşılaşmış, kazanan oyuna sonradan giren Martin Forestieri’nin attığı golle İtalyanlar olmuştu. O kadrodan Alberto Paloschi, Stefano Okaka Chuka, Andrea Poli gibi tanıdık isimler burada olmamasına rağmen iyi direndiler. Maçın en kritik dakikalarını rakiplerinden 1 ya da 2 kişi eksik götürmelerine rağmen, o dakikalarda dahi gol için daha arzulu takım görünümünde olmayı başardılar. Bir İtalyan takımında çok sık göremeyeceğiniz bir manzarayla ödüllendirdi bu çocuklar maçı izleyenleri. Michelangelo Albertazzi ve oyuna sonradan giren Eusepi-Bonaventura ikilisi not defterine adı düşülen oyunculardı benim adıma. Karşılaşmanın hakemi Oscar Ruiz’in kart seçimlerini kısmen de olsa sorgulamak gerek. Özellikle alt yaş kategorilerinde otoriteyi kart yoluyla sağlamaya çalışmak çoğu zaman işlerin çığırından çıkmasıyla sonuçlanır. Bu turnuvada da gördük ki birilerinin Güney Amerikalı hakemlere bunu bir kez daha hatırlatması gerekir.


Günün ikinci maçı sonrası ilk maçın gölgede kalmaması mümkün değildi. Gana ve Güney Kore de iyi top oynadılar. Yetenek anlamında rakibinden aşağıda olduğu açıkça görülen Güney Kore’nin her kategoride olduğu gibi yine seri paslarla, topu koşturarak oynadığı güzel oyun sonuca gitmeye yetebilirdi. Bu yönde Gana kalecisinden gelen ikramlara rağmen mümkün olmadı Güney Kore galibiyeti. Yine de bu ülkenin bir ekol yaratmaya doğru emin adımlarla gittiğini söyleyebiliriz. Her turnuvada disiplinli biçimde o karakteristik futbollarını sahaya sürebildiklerini görüyoruz ki yola onlardan çok daha önce çıkmış olmamıza rağmen, o yolun yarısını bile kat edememiş olduğumuzu görmek de hoş olmayan bir tat bırakıyor ağızda. Fatih Terim’in basın toplantısını izleyerek günü bitirmiş olmak da çok yardımcı olmuyor. Bu arada daha çok Abedi Pele’nin oğlu Andre Ayew için ekran karşısına geçmişken, Ransford Osei de güzel bir sürpriz oldu. Twente’de kiralık oynuyor ama kulübü Maccabi Haifa’ya yakın zamanda iyi bir bonservis ücreti kazandıracağını tahmin etmek çok zor değil. Ayew zaten Sir Alex Ferguson’ın ilginç biçimde ümitvar olduğu Gabriel Obertan’ın kayıplara karıştığı Lorient’da yaptıklarıyla bile kalitesini gösterebilmişti… Olympique Marseille forması için bana kalırsa hala erken, zaten Didier Deschamps da öyle düşünüp ikinci lige kiralamış bir seneliğine…


Bu yarıyıl biraz daha fazla bölüm dersi var. Bu da projesi, sunumu, ödevi bol bir süreç anlamına geliyor… Arada gelir yazarız. Tam preview mevsimi aslında, biliyorum. Ama zaman el vermeyebilir, ne verir zaman gösterecek. Böyle bir çıkmazla bitirmek de istemezdik yazıyı ama elden ne gelir…

The Rocket

Son Dünya Şampiyonası finalini kim bozabilir diye sormuş, Ronnie O’Sullivan ismine koymuştuk vurguyu. Fakat yarı finallerin diğer ayağında sürpriz vardı ve Liang Wenbo, 3 numaranın sahibi Shaun Murphy’yi eleyerek kendi evinde finale çıkmıştı. Sıralama turnuvalarında ilk kez başarıyordu bunu Çinli ve bu sayede klasmanda muhtemelen 13. sıraya kadar yükselmiş olacak. Böylece de Ding Junhui’yi altına alıp ülkesinin 1 numarası olacak bir süreliğine.

Fakat onun da Cinderella hikayesi bir yere kadar gidebildi. Geçen sezon burada Ricky Walden’a finalde yenilerek hayal kırıklığına uğrayan The Rocket, aynı ölçüde favori çıktığı finali bu sefer affetmedi. Roket gibi başladı sabah seansına ve ilk 3 framede ağır bir dominasyon kurdu. 6-3 girdiği öğle seansında konsantrasyonunu biraz olsun kaybetmişe benziyordu. Çinli de fırsat kolluyormuş, oyununun güzel yanlarını gösterdi bize bu sürede. Anladığımız kadarıyla Wenbo da, henüz O’Sullivan seviyesinde olmasa da bir maverick… Yani kesinlikle kuralına göre hareket etmiyor, beklenmedik anlarda hiç düşünemeyeceğiniz riskli vuruşlar yapabiliyor. Bunların sayısı özellikle son bölümde biraz fazlalaşmış olabilir, ancak ileride bu yetenekler daha kontrol edilebilir bir hal alırsa Wenbo’yu buraları kovalarken görebiliriz istikrarlı olarak… Çok etkili direkt vuruşları vardı, birkaç güvenli vuruşu Ronnie’ye bile dudak ısırttı. Ama öte yandan da mesela en kritik framelerden birinde, olmadık bir zamanda kırmızıları dağıtmayı tercih etti. Hayal bile edemeyeceği bir masa bıraktı Ronnie’ye, namının hakkını verip hızlıca bitirdi o da… Bu seviyede biraz eğreti duran bir hataydı, ancak köşelere yönelen kırmızılardan biri deliği bulsaydı da yaratacağı etki bambaşka olacaktı.

Ödül töreninde de Ronnie fazlaca sempatikti yine, fakat Çin’deki bürokrasi herkese biraz baygınlık getirdi. Çiçek için ayrı çağırıyorlar, ödül için ayrı çağırıyorlar. Çek vereceğiz, bir daha gel… Çekilir çile değil hakikaten. Ama Çin’deki ilgi önemli bu spor için, onlar da kullanıyor sonuna kadar bittabi. Ronnie de Arsenal taraftarı olmasa çok iyi çocuktur, sevindim iyi başlangıca. Burada ilk kez kazanıyor.

Shanghai ile sıra kaybedenler de omuz sakatlığından dolayı erken veda eden Stephen Maguire, formsuz gözüken Mark Selby ve Ali Carter olacaklar. The Whiston Warrior da yarı finalde kendi hatalarıyla kaybettiğini, şu anda istediği seviyede olmadığını söylemiş. Ryan Day iyi gözüktü, sevdiğim elemanlardan Mark Allen’ın Matthew Stevens’a elenişini biraz yadırgadım. Bu sene en az bir sıralama turnuvasında finali zorlamasını bekliyorum… Jamie Cope da ne zamandır tatsız.

Shanghai Noon


Snooker sezonunun ilk büyük turnuvası Shanghai Masters da bu oldukça yoğun spor takviminin bir parçası oldu şu sıralarda. US Open, Eurobasket, Dünya Kupası Elemeleri derken ilk turlar biraz geri planda kalmıştı ister istemez. Ancak dünkü Last 16 maçlarıyla birlikte biz de havaya girebildik. Özlemişiz… En çok da Ronnie O’Sullivan olmuş özlediğimiz. Tık!


Shanghai Masters Çin’de bu spora ilginin yoğunlaşması üzerine takvime eklenen ikinci Çin seyahati oldu. China Open gibi bu turnuva da yerel halkın ilgisini cezbediyor. Bu sene farklı olarak çeyrek finale iki Çinli sporcunun kalması da organizasyon için olumlu bir gelişmeydi. Ding Junhui “Star of the East” olarak anılan, ülkesinin yetiştirdiği en büyük snooker oyuncusu addedilen bir genç. Dünya sıralamasında da 13. basamakta şu anda… Onu adeta bu sporun yüzü olmuş O’Sullivan’a karşı izlemek, Çin seyircisinin turnuva öncesi beklentilerinden biriydi muhtemelen. Bu eşleşme çeyrek finalde gerçekleşti ve ilk frameden sonra ağırlığını koydu The Rocket. Buna çok üzüldüklerini sanmıyorum. Ronnie milliyetler üstü bir figür olmayı başardı zira. Öte yandan bir başka Çinli Liang Wenbo’nun sabah seansında turnuvanın son şampiyonu Ricky Walden’ı yenerek yarı finale çıkmış olması da onların -varsa- acılarını dindiren bir olaydı.


Wenbo da Junhui gibi 87 doğumlu, ancak kariyerindeki çıkış sezonu bu sene olarak kayıtlara geçecekmiş gibi duruyor. Bu yarı final, ranking title adı verilen üst düzey turnuvalardaki en büyük başarısı oldu şimdiden Çin’in 2 numarasının… Rakibi tabi ki küçümsenebilecek bir isim değil. Shaun Murphy de geçen sezonu iyi geçirmiş, The Crucible’da da finale kadar gelip kaybetmiş bir isim. O’Sullivan-Maguire ikilisi sonrası da onun adı geliyor klasmanda… Fakat tablonun diğer kısmındaki Higgins-O’Sullivan eşleşmesini görünce burada da şansının yanında olduğunu söylemek mümkün. Peter Ebdon’a sadece 1 frame vermesi yeteri kadar şaşırtıcıydı, üzerine çok formda gözükmeyen bir Ali Carter’dan simit yapması ise kesinlikle dikkate değerdi. Son şampiyonu yendikten sonra, bu turnuvada yine formda gözüken Murphy karşısında büyük bir fırsatı değerlendirmek istiyor. Ben pek şans vermiyorum açıkçası, İngiliz’in buraya kadar geldikten sonra görece zayıf bir rakibe kaybedip finalden olması mümkün gelmiyor. Son Dünya şampiyonası finalinin tekrarını bozabilecek tek isim yine Ronnie.

Yakın Plan: John Higgins


Dave Hendon: Bu spora kaç yaşında başladınız?
John Higgins: 9

D: İlk century kaç yaşında geldi peki?
J: 11

D: Kariyeriniz boyunca kaç tane ıstaka kullandınız?
J: 6

D: Snooker kariyerinizdeki en gurur verici anınız?
J: 1998 yılındaki ilk dünya şampiyonluğum

D: Peki en kötü an?
J: 2000 Dünya Şampiyonası yarı finallerinde Mark Williams’a kaybedişim

D: Şu ana kadar içinde bulunduğunuz en iyi maç?
J: 1998 finalinde Ken Doherty karşısında

D: Çocukluğunuzdaki snooker kahramanınız?
J: Steve Davis

D: Şimdiki spor kahramanınız?
J: Andy Murray


D: Oyunun stresinden kurtulmak için ne yaparsınız?
J: Sinema

D: Öyleyse favori filminiz?
J: Grease

D: TV programı?
J: The Wire

D: Müzik?
J: Oasis

D: Şarkı?
J: The Masterplan – Oasis

D: Kitap?
J: Trainspotting – Irvine Welsh

D: Yemek tipi?
J: Deniz ürünleri

D: İçecek?
J: Su

D: Tatil mekanı?
J: Mauritius

D: Asansörde birlikte kilitli kalmak isteyeceğiniz son kişi?
J: Alex Higgins

D: Kariyerinizin geri kalanı için hedefiniz?
J: Sadece gelecek turnuvamı kazanmak

* * *

Balık yiyip, su içen ilginç bir şampiyon… Bu arada eski şampiyonlardan Alex “Hurricane” Higgins ile bir akrabalık ilişkisi yok, inanması güç olsa da. Ne olursa olsun böyle spor kahramanlarının özel hayatı hakkında alınan bilgiler güzeldir, daha yakın hissettirir. Steve Nash’in favori grubunun Radiohead olduğunu duyunca ne yapacağımı bilememiştim mesela. Hayat ne tuhaf… Oasis candır tabi de, Higgo’nun asıl prim yaptığı nokta Andy Murray benim için. Her ne kadar bir yurttaşlık torpili kokusu alıyor olsam da… Bülend Özveren’e bağlamadan bitirelim yazıyı apar topar. Eurosport yorumcusu Dave Hendon’a saygılar…