More News from Nowhere #9

– Çocuklar iki haftadır yazı yazmamışız, konu eksiğimiz var, hemen başlayalım…


– Ne zamandır eve de uğramıyorum okulun yoğunluğundan, bugün hazır bir kaçamak yapmışken birkaç güzel maç izlemek istedi deli gönül. Ne yazık ki, Türk televizyonlarının hayattan soğutan ‘rakiplerimizi tanıyalım’ haftasına denk gelmişiz… Hayır, Atletico Madrid bilmediğimiz bir takım mıdır? Bilmeyen varsa da söyleyelim, Madrid’in diğer takımı top oynamıyor. Galatasaray’ın da iddia edilenin aksine iyi kura çektiğini düşünüyorum, bir sonraki tur daha düşündürücü olabilir ancak Everton’ın da bu sene pek havasında olduğunu söyleyemiyoruz. Yine de Sporting’i eleyeceklerdir, sonrasında da Galatasaray’a Atletico’dan fazla sorun çıkaracaklardır. Tabi bunlar benim düşüncelerim…

– Türk televizyonları demişken burada daha önce bahsetmiştim devlet kanalının Bundesliga’nın yayın haklarını almasının sonuçlarından. İlk aşamada Ramazan ayındaki iftar özel programları sebebiyle üçüncü kanala sürülen Alman liginin en önemli kapışmalarından olan Hamburg-Bremen maçı da TBMM engeline takıldı bugün. Nord-Süd Gipfel sonrası Nordderby de yalan oldu sayelerinde… Artık saçma sapan maçları Kerem Öncel anlatımıyla dinleyeceğim diye TRT’ye takılmayacağım. Bundesliga yazısı bekleyenler varsa kusura bakmasın…


– UK Championship üst düzey bir turnuva oldu, herhalde şampiyonanın kalitesine yakışmayan tek maç da ironik biçimde final oldu. Fikstürde heyecanın doruk yaptığı dönemlerden birindeyiz ve ocak ayındaki Masters da ilaç gibi gelecek. Bu arada veteran Jimmy White da heyecan yarattı Wembley buluşması öncesinde, wild card için Liang Wenbo çok daha güzel bir isim olurdu açıkçası. Gerçi bu verilen kararı da çok anlamsız bulmuyorum, Jungle Jimmy’nin malum yarışma sonrası yaptığı sükseyi de düşününce. Zaten Wenbo uzun yıllar Wembley’de olacaktır bundan sonra. Açılış gecesinde Mark King’i yenip yoluna devam edebilir her şeye rağmen… Onun için de çok hoş bir tecrübe olmaz öte yandan. İlk turdaki tüm eşleşmeler güzel doğal olarak da O’Sullivan-Robertson eşleşmesine dikkat!

Geride bıraktığımız turnuva hakkında ben bir yazı yazacaktım ama Higgins-O’Sullivan maçının sadece son bölümüne yetişebildiğim için pek de yeterli görmedim kendimi o açıdan. Maçı izledim ama araya da başka şeyler girdi sonra, İnan yazsa okurduk. Akılda kalanlar arasında en önde gelense 8-2’den geri geldiği bir günde son snooker için masaya dönmeyip rakibinin elini sıkmaya giden bir Ronnie O’Sullivan. 13. framedeki hadise sonrası bir John Higgins mağlubiyeti gelseydi en basit haliyle yazık olurdu, fakat Roket bir anlamda şampiyonluğunu engelledi o geri dönüşüyle büyük rakibinin… Zira finalde Ding Junhui karşısında en kötü oyunlarından birini sergiledi, genelde turnuvanın ortasında yaşadığı ve bir şekilde üstesinden gelebildiği mental düşüşlerini o büyük yarı final sonrası oynanan finale bırakınca beni çok şaşırtmayan bir yenilgi aldı Higgins. Ama o kahverengi de kaçmayacak artık…


– Lakers maçına baktık biraz, sezonun ilk toplu konuşması bir test yayını vazifesi gördü. Böyle başarılı kadrolar kurunca normal sezona odaklanmak taraftar için de pek kolay olmuyor açıkçası. Luke Walton’ın sakatlandığını, Ron Artest’in savunma katkısıyla play-off için umut verdiğini fakat üçgene tam olarak adapte olamadığını, Jordan Farmar’ın şut sokmaya ve daha aklı başında oynamaya başladığını, Pau Gasol’ün de rebound konusunda kendini aştığını duymuştum. Kontrat sezonunda yatışta hız kesmeyen Lamar Odom’ın yeni sözleşmeye imza attığı ve bir Kardashian ile evlendiği bir yazın üzerine sezona konsantre başlamasını bekleyen yoktu herhalde. Yanılmamışız… Andrew Bynum’ı bir de şu zorlu fikstürde görelim derim ben. Rakamları güzel ama iyi uzunun sayılı olduğu şu ligde kalbur üstü takımlara karşı verdiği performansı görmeden ikna olmam çok kolay değil.

Neyse ki böyle bir zamanda geliyor Christmas ve bizim için Starbucks’ta sınırsız toffee nut latte içebilmekle olduğu kadar, gecenin ana menüsü olan Lakers maçının heyecanıyla da güzelleşen bir dönem. Scrubs’ın dördüncü sezonundaki “My Hypocritical Oath” bölümünde Dr. Cox’ın Christmas gecesinde nöbeti boyunca eve gidip Lakers-Heat maçını izlemek dışında bir şey düşünmediğini hatırlıyoruz mesela, bizim için de böyle bir şey bu. Geçen seneki Celtics maçının tadı hala damağımızda. Artest’in de gerçek Laker olduğu gece anlamına gelebilir bu maç. Gelmeli de… Tophane’de 20-25 kişilik bir grup olarak buluşacağımızı tahmin ediyorum. Nedir, ne değildir bilmek isteyenler LakersTR forumlarına yönlenebilir. Gerçi şu anda işlevsel değil kendileri, ama kısa sürede düzelecektir. Sorusu olan buradan da yazabilir zaten, nedir ki…

“Listen up. I have been cursed to work the night shift with you chuckleheads, which means I have to tape the Lakers-Heat game. And seeing as no one in the history of this germ box has ever made it through a shift without saying “Oh my God, oh my God, did you see what happened last night on America’s Fattest Fatties? A 900 pound woman lost a pound and a half and cried for twenty minutes!” Be warned: If you utter a word about the score of the game, it will be your last.”


– Türk Telekom daha da kötü takım olmuş be… İzlemeyin!

Lamayn Wilson benim takımımın oyuncusu olsa sahaya yakın bir yerde konuşlanıp, suratına tükürürüm sanıyorum… Kenarda Galatasaray Cafe Crown döneminde de çok eleştirdiğimiz, ülke basketbolunun en aciz coachlarından Murat “Liselim” Özyer oturunca, Ercüment Sunter’in görev değişimine de sevinemiyorsun. Bu kadar kötü yönetilen bir şirket olsa bugüne kadar iflasını ilan ederdi… Türk Telekom arkanda olunca paranın çok da önemi yok belki ama yıllardır o bütçenin karşılığında kurulan takımlar, ısrarla Steve Nash diye yutturulmaya çalışılan Tutku “Tutku Açık Milli Takımda Neden Yok” Açık, kadroya alınıp benchin en sonunda oturmaktan öte bir misyon verilmeyen turşuluk guardlar ve her şeyden önce E-Sunt faktörüyle o kadar soğumuşuz ki yarın kapansa üzülmeyecek durumdayım… Zaten Türk Telekom markasına da kılım ne zamandır, isabet olur…


– Mark Hughes gitmiş, yerine gelen isim de Roberto Mancini olmuş… Craig Bellamy’nin liderlik ettiği bir oyuncu grubunun kararı protesto ettiği söyleniyor. Bellamy gelecek hocanın kendisine aynı şansı muhtemelen vermeyeceğinin farkında sanırım… Ben Hughes’a çok güvenen biriyimdir, burada birkaç kez bahsettim. Hatta ilk menajerlik yıllarında hep Alex Ferguson sonrası dönem için aday olarak gördüğüm bir adamın City ile imzalaması da hiç hoşuma gitmemişti. Bugünden sonra çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama kendisine güvenimde bir azalma meydana gelmedi. Evet, kötü bir dönem geçirildi ve City’nin şu anda olması gerektiği yerden aşağıda konumlandığını söyleyenlere katılmamak mümkün değil. Fakat burada geçen senenin başındaki Robinho transferi yazmıştık, Hughes’un karakter olarak başkasının yaptığı bir plana uygulayıcı olarak dahil olup başarıya gitmesi mümkün değil. Yapılan transferlerde fikrinin alınmaması konusunda yöneltilen sorulara ılımlı cevaplar verip, bu seviyedeki oyuncuların transferine üzülecek değilim minvalinde açıklamalar yapmış olsa da karar ona bırakılsa Robinho gibi bir adamla çalışmak istemeyeceği o gün de bilinen bir durumdu. Sonrasında kovulacağını bildiği bir maçta Emmanuel Adebayor’u yanında oturtup, güvendiği Roque Santa Cruz ve -şimdi arkasından ağlayan- Bellamy gibi oyuncuları sahaya sürmesi beyhude bir hareket olmamalı.

Mancini, selefine oranla çok daha oportünist bir çizgi gösteriyor teknik direktörlük kariyeri boyunca. Ada’daki İtalyan modasının da asistiyle güzel yere kapak attı Mancini, Arsenal ve Liverpool bu haldeyken takımı üçüncü sıraya taşıması benim için büyük sürpriz olmaz. Ama Hughes’un başarısızlığını savunanlara bir argüman da olamaz…


– Sabah ders var, uyku trenini kaçırmışa benziyoruz. Serinin 2005 versiyonundan bu yana ara vermiştim Championship Manager/Football Manager sabahlamalarına… Oyun nerelerden nereye gelmiş, bir ‘maşallah’ çektikten sonra Ipswich Town’ı alarak Roy Keane’in menajerliğine meydan okuduk vakit kaybetmeden. Keane ile düşme hattının hemen üzerine zincir atmış takımı 23 maç sonunda dördüncü sıraya taşımakla övünmeyeceğim, zira hedefimiz büyük. Liam Trotter, Connor Wickham ve Zavon Hines gibi isimlerle sonraki 10 yılın takımını kuruyoruz. Go Tractor Boys!

Irish Açılımı Vol. 4 – For Fuck’s Sake


Irish Açılımı Vol. 6 yazmışım dün gece eve döndüğümde fakat arada, şu sıralar Genç Subaylar‘ı götüren Berk “Tweener” Gürçay’ın da yer aldığı bir buluşma da olmuştu. Hatta öncesinde bizim çocuklar Pascal Nouma ile de fotoğraf çektirme şansı bulmuşlardı, oradan hatırladım buluşmayı… O gün Chelsea yine kazanan taraf olmuştu, Liverpool’u 2-0 yenmişlerdi. Geride kalan sürede diğer zirve adayı Manchester United’ı da özellikle savunmada eksik yakalamış olsalar da yendiklerini göz önüne alırsak, Carlo Ancelotti’nin takımının lige beklediğim ağırlığı koyduğunu söyleyebiliriz. Petr Cech’in atıldığı, çok da iyi oynamadıkları bir Wigan maçı dışında çok fazla hayal kırıklığı yaratmadılar ve o maçtan bu yana da kazanıyorlar zaten. Defansı çok ileride kuruyorlar, orta sahaları yapısal olarak sağlam olduğu gibi muhteviyatında da bu seviyenin hakkını verebilen isimleri barındırıyor. Stamford Bridge’de her şey güzel yani…


Dün James Joyce seferini yalnız gerçekleştirdim. Aslında El Clasico heyecanını evde yaşamayı tercih edebilirdim, fakat maçın ikinci yarısıyla çakışan Woven Hand konserine biletimi çok önceden almıştım. Hafta arasında Barcelona’nın Messi-Ibra ikilisinden yoksun çıktığı Inter maçında oynadığı topu görünce de ‘bu seferkini izlemesem de olur’ diye düşünmedim değil doğrusu. O yüzden konserde ısrar ettim ki bu yıl verdiğim en doğru kararlardan biri olmuş… David Eugene Edwards özel bir adam ve İstanbul’a pek sık uğramıyor maalesef. Bu elemanları Woven Hand ya da 16 Horsepower olarak dünyanın herhangi bir yerinde yakaladığınız takdirde kaçırmayın derim. Yaptıkları müziğe paralel olarak sahnede de öyle bir spiritüel hava yaratıyorlar ki kendinizi bir konserde değil, bir ayinin ortasında gibi hissediyorsunuz… 16 Horsepower, sitesinde yaptıkları müziği “music from the old world, the new world and another world” olarak nitelemiş. Aynı grubun kurucularından yukarıda bahsettiğim David Eugene Edwards ve Pascal Humbert, Woven Hand projesinin de mimarları. Bu sebeptendir ki 16 Horsepower için verilen tanım bu yeni projeyi anlatma görevini de fazlasıyla yerine getiriyor. Yaşanması gereken bir tecrübedir yani. Gerçi kitlede eser miktarda da olsa gerizekalı vardı yine. Ara ara George W. Bush, Dick Cheney, Sarah Palin diye bağıran bir Amerikalı grup vardı mesela. Gerçekten bir anlamı var mıydı, sanmıyorum.


Neyse işin James Joyce kısmına geri dönecek olursak, Chelsea için işlerin iyi gittiğini söylemiştim. Ben mekana adım attığımda üst katta dolu tribünlere oynanıyordu maç. 35. dakika falandı sanırım… Bir süre bar kısmında widescreen ile takıldıktan sonra önce açlığımı, hemen üzerine de mekanın tavuklu sandviçine özlemimi fark ettim. Bu yüzden -Wisconsin bölgesini bilenler için söylüyorum- diğer televizyonun hemen önündeki masaya geçmek şart oldu. Yanımdaki amca Eduardo’nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ilk pozisyon sonrası tarafını belli etti. Benim de işime öylesi geldiğinden Arsenal saflarına katılmaya karar verdim. Vermez olaydım… 3 dakika içinde gelen 2 golle Gunners için maç bitiyordu. Başlığa konu olan güzide tabir de Thomas Vermaelen’in kendi ağlarına gönderdiği top sonrası yanımdaki amcadan geldi.


Devre arasında amcanın gözleri benim üzerimdeydi tabi. Ben gelmeden önce oyun rölantide giderken, hatta Arsenal net biçimde topa hükmeden taraf iken, lanetim maçın seyrini değiştirmişti. Öyle miydi? Ben de kendisine onu sordum. “That’s nothing to do with my curse” diye girip, arada büyük kalite farkı olduğundan ve Chelsea’nin oyunun hakimi gözükmediği maçları bile lehine çevirebilecek klası olduğundan bahsettim. Biraz da çekinmedim değil herifin ihtiyarlamış ama at gözlüklerini bir kenara bırakmamış taraftarlardan olma ihtimalinden. Neyse ki o da durumun farkındaymış. “Chelsea’nin oynadığı topu oynamak isteyip beceremiyoruz, daha acı verici bir şey olabilir mi” dedi. Sırtını sıvazladım. O sırada altı kişilik bir aile olduklarından ve evde onun dışındaki herkesin Chelsea taraftarı olduğundan dem vurdu. Kötü bir durummuş. Theo Walcott biraz umut verse de, Wenger’den gelen diğer değişikliklerin Carlos Vela ve Tomas Rosicky olması yavaş yavaş Arsenal adına ümitlerin tükenmesine yol açtı mekanda.


Arsene Wenger maçın büyük bölümünde dördüncü hakem (Alan Wiley miydi o) ile geyik çevirdikten sonra maç sonunda da “İlk gole kadar sahada Chelsea diye bir takım yok. Golün üzerine şoku atlatamamışken bizim oyuncumuzun bireysel hatasıyla bir gol yiyoruz ve iki farklı yenik duruma düşüyoruz. Bugün futbol tanrıları yanımızda değildi” gibi bir açıklama yapmış ki başka şeyler de söylemiştir umarım. Bunun üzerine Yılmaz Vural Arsenal menajerliğinde hak iddia etse kızamam, o da söylüyor bunları. Sanırım Cashley Cole’ün maçı getiren hareketleri hazımsızlık yaratmış. Maçın ilk yarım saatinin tekrarını izledim az önce ve öyle aman aman bir baskı kurulduğunu söyleyemeyeceğim. Klasik bol pasa dayalı Arsenal futbolu vardı sahada, fakat pozisyon üretmekte başarılı olmaktan uzaktı iki ekip de. Chelsea’nin zaman zaman rakibinin topla oynamasına kasten izin verdiği de sır değil.


Neyse Brandon Jennings’in çetesinin maçı varmış. Biraz da El Clasico’dan bahsedip bitirelim. Woven Hand sahneye 1 saat gecikmeli çıktı, gerçi öncesinde de ön grup gibi bir durum vardı ama onlar yerine maçın ikinci yarısını izlemeyi tercih ederdim sanırım. Emektar Gooner, Thierry Henry için küfür dağarcığının en nadide parçalarını kullanmaktan çekinmezken, ben Cristiano Ronaldo mevzuuna daha ılımlı yaklaştım. Hala da özlüyorum çocuğu açıkçası. Ryan Giggs yüreğini koymasa, takım ciddi ciddi basiretsizlik abidesi Nani’ye falan kalacak. Bundan yakındığımda eleman şey dedi: “Buraya birkaç kez de United maçı izlemeye geldim. Türkler Nani’nin her hareketine tav oluyordu.” Yahu Türkler’i kandırmak kolaydır. Mesela burada herkes bugün Barcelona’yı tutup otokrasi karşısında sözde duruş gösteriyor, Katalan halkının haklı mücadelesine tam destek veriyor da Sir bu adamda ne görüyor… Cevabım bu oldu.


Sonra Ronaldo gol kaçırdı, Marcelo bu seviyenin adamı olmadığını birkaç kez ve üst üste gösterdi. Amca da kendi takımın aczini unutur gibi oldu bir an için ve Marcelo’nun pozisyonuna kahkahalarla güldü. Yahu senin forvet diye oyuna soktuğun herif neleri kaçırıyor, ona bir baksana… Bir noktadan sonra Barcelona oynamaya başlamıştı ama ikinci yarı hakkında söyleyecek sözüm yok. En fazla tahminde bulunabilirim, zira Ercan Taner faktörü ve banttan izlenen maçın tatsızlığı birleşince ikinci yarının tekrarı yerine Philadelphia maçını bile tercih edebildim.

Also Sprach Cristiano


Cristiano Ronaldo, bu sefer de tutkulu iki City taraftarı kardeşin kurduğu Oasis’i dünyanın en iyi grubu ilan etmiş. Liverpool için The Beatles neyse, Manchester için de Oasis oymuş. Kimse kusura bakmasınmış…

Favori şarkısı da “Champagne Supernova” imiş hazretlerinin. Açıkçası ben de severim Gallagher Biraderler’i, “Dig Out Your Soul” beni tatmin etmedi gerçi pek. Bir önceki “Don’t Believe The Truth” da talihsiz bir albümdü diskografileri için, ardından gelende bir müzikal olgunlaşma görsek bir geçiş albümü denebilirdi belki ama… Neyse, Manchester’a geldiğinde Cristiano’nun ne olduğunu biliyoruz. O halinden, Oasis dinleyen bir adam haline geldiyse tüm Manchester bununla gurur duyabilir.

Yine de favori grubu sorulduğunda The Stone Roses, şarkı olarak da “This Is The One” dese kırdığı kalpleri bir nebze onarabilirdi. Noel Gallagher’a bu konudaki fikri sorulsa da o güzel İngiliz aksanıyla okkalı bir küfür duysak…

“I will be honest, I didn’t even know who they were when I first arrived in Manchester, but you can’t live there long without knowing who they are.”*

* Dürüst olmak gerekirse Manchester’a ilk geldiğimde futbol nedir bilmiyordum, ama Sir buradayken futbolu öğrenmeden çok uzun süre yaşayamıyorsun.

Transfer Dönemi Lakırtıları


Sevgili blog okuyucuları, öncelikle sizden uzun bir süre uzak kaldığım için özür dileyerek başlamak istiyorum yazıya. Önce bir türlü atlatamadığım hastalığım, sonra da sınav haftası derken buraları boşladım, farkındayım. Benim olmadığım dönemlerde burayı boş bırakmayan ağabeylerime de teşekkürü borç bilirim. Başlayalım:

– Bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’nin Mehmet Topuz’u bitirdiğine ne kadar sevindim anlatamam arkadaş. Mehmet Topuz’u ikisi Galatasaray, birisi Eskişehirspor’a karşı olmak üzere üç defa izledim. Bu kadar etliye sütlüye dokunmayan, bu kadar kaçak güreşen bir adam daha görmedim ben. Örneğin Eskişehirspor maçında sahanın durumu iyi değildi, büyük bir bölümünde çamur vardı sahanın. Kayserispor maça beyaz formayla çıktı ve son düdük çaldığında Topuz o beyaz formayla aynen içeri girdi. Christoph Daum “Savaşan takım yaratacağım” diyor, anlaşılan ilk isimlerden biri Mehmet Topuz. Bu ne perhiz be hocam?

– Daum demişken, Samet Aybaba efsanesini atlarsak olmaz. Bundan yıllar önce Daum’un kokain kullandığını, bu yüzden Fenerbahçe gibi bir kulüpte görev yapmaması gerektiğini yine kendisi gibi bir yorumcuyla tartışırken “Ama hocam koko?” tepkisiyle adını Türk spor basını tarihine yazdırmıştır Samet Aybaba. Saygıyla anıyoruz…


– Eskişehirspor’da büyük ihtimal Youla-Batuhan ikilisi gelecek sezon da takımla olacak. Batuhan Karadeniz, her ne kadar 10 Avrupa kulübünden teklif aldığını ve bunların 1.5 trilyon verdiğini, 1.4 trilyon verilirse takımında kalacağını ancak şu an için net bir şey olmadığını söylese de kulağıma o işin bittiği söylentisi geldi. Eskişehirspor yönetiminin maddi olarak zorda olduğu bu dönemlerde 1.4 trilyon gayet iyi paradır, öpsün de başına koysun. Souleymane Youla zaten burayı çok seven ve sevilen de bir adam. Kalacağı sezon ortasından itibaren belliydi. Yalnız kendisi çok çapkınmış diyorlar. Tekrar Es-Es’e dönmek gerekirse, Engin Baytar’ı Trabzonspor’un ciddi olarak istediğini de duydum. Taraftarlar tarafından “Deli Engin” lakabını alan ve kaldığı yarım sezonda yemediği bok kalmayan Engin’in yolunun açık olmasını diliyorum.

– İsmail Köybaşı’nı alan takım 10 sene sol bek sıkıntısı çekmez, bu kadar net. Yine ilk devrenin son maçı olan Eskişehirspor maçında izledim adamı, son 10 dakikada iki defa kaleciyle karşı karşıya kaldı. Ben hayatımda bu yaşta bu kadar oyunun içinde olan, bu kadar futbol bilgisi üst düzey olan bir adam görmedim. Galatasaray’da görmeyi çok isterim.


– Demin NTVSpor.net’e göz gezdirirken gördüm de, adamım Danijel Pranjic Bayern München’la anlaşmış. Yıllardır Avrupa’nın üst sınıf takımlarından birinde görmek istediğim adamı Bayern’de görmek mutluluk verdi bana. Klose-Toni ikilisine sahip olmalarına rağmen, Mario Gomez ve Ivica Olic’i de kadrosuna katan Bayern’in, bu sezon kaçan şampiyonluktan sonra kadrosunu takviye etmesine kimse bir şey diyemez tabi de, bazı bölgeleri de şişirmeye gerek yok. Bana kalırsa Franck Ribery de Madrid’e gidecek zaten, alacaklarsa onun yerine bir adam almayı düşünsünler.

– Madrid demişken, hemen İspanya semalarına kayalım ve düşünelim ki Kaka ve Ribery ile kadrosunu güçlendiren Real Madrid ile, Zlatan Ibrahimovic ya da Karim Benzema ile zaten güçlü olan kadrosunu kusursuza yaklaştıran Barcelona’nın şampiyonluk için yarışını izliyoruz. Of of!

NBA Finals için preview yazmaya başladım ancak bir oraya, bir buraya saldırırken işin içinden çıkamadım. İlk maçtan sonra onu da tamamlarım. Sağlıcakla…

Editörün Notu: Mehmet Topuz’un durumu değişmiş, bize gelmiş galiba ben yayınlayana kadar. Transfer dönemi böyle bir şey, imzayı görmeden hareket edince satırlarca yazı çöpe gidebiliyor…

More News from Nowhere #2


Günün Kazananları:

  • FC “Fucking” Barcelona
  • Iker CASILLAS
  • GRAFITE
  • Furkan ALDEMİR
  • Mark ALLEN
  • İbrahim ÜZÜLMEZ
  • Ryan GIGGS

Hepsi ayrı bir yazıyı hak ediyor ama fikstür çok yoğun. Celtics-Bulls Game 7 da varmış. Sporu seven bünyelere Allah kolaylık versin bu hafta sonu.

Furkan Aldemir ve Mark Allen isimlerini bir yere not edelim ama… Daha önce de takdir ediyordum bu çocuğu, büyük de bir beklenti içerisinde olduğumu resmi sitede de belirtmiştim şu yazıda, fakat bugünkü performansı bambaşkaydı… 16 sayı, 16 rebound, 2 blok. Daha önemli bir sayı var: 1992. Bugün onunla birlikte oyunuyla ekrana ekmek banma isteği uyandıran bir diğer isim de Gökper Gen idi aslında, onu atlamışım listede. Özür mektubu falan mı yazsam, ne yapsam…


Grafite-Dzeko ortaklığı Hoffenheim’ı dörtlemeye yetti. Edin Dzeko 13 dakikada hat-trick yaptı, ikilinin toplam gol sayısı da 42 oluverdi bir anda. Maviler de dokuzuncu sıraya kadar indi, orada kalmalarını bekliyorum sezon sonuna kadar… Sezon başında bir ara lafımızı yutar gibi olduk, ama beklediğimiz noktaya indiler. Geriye sadece Kevin Love kehanetimiz kaldı, bakalım o ne olacak? Vedad Ibisevic’in talihsiz sakatlığıyla bozulan kusursuz Ibisevic-Ba ortaklığının götürdüklerini kabul etmeliyiz tabi takımdan. Bundesliga da bu sezon bambaşka, Dortmund ciddi ciddi konuşulmadı sanıyorum ama geri kalan sekiz takım da şampiyonluğun en büyük adayı olarak lanse edildiler farklı dönemlerde… Wolfsburg bu maceranın sonunu getirmek için her şeye sahip, ama son haftalarda stres faktörü devreye girince şampiyonluk için en uygun takım Bayern München olacaktır. Ben yine de çok beğeniyorum Wolfsburg’un bu kadrosunu. Çok seviyorum Felix Magath’ı ve Zvjezdan Misimovic’i. Bir şekilde ödüllendirilmeleri gerekir, bu da şampiyonluk olmalı. Tüm Stuttgart sempatimle kuruyorum bu cümleleri, not düşülsün…


1 Mayıs sabahı uyandım ve yaptığım ilk iş Beşiktaş Dergisi almak oldu, çok da takipçisi değilimdir. Noat Samisa yönlendirdi sağolsun… Her Beşiktaş taraftarının görevidir şu posteri odasına asmak.

Şampiyonluğa sadece 7 puan kaldı United cephesinde. Cristiano Ronaldo’nun dinlendirildiği, Rio Ferdinand’ın sakat olduğu, onların yerine Federico Macheda ve Jonny Evans’ın kadroda yer bulduğu bir maç sıkıntılı olabilirdi. Ancak Middlesbrough bu sezon düşmeyi en çok hak eden takımlardan biri belki de, önlerindeki fikstür de tutunmalarını imkansız kılıyor bana kalırsa. Gareth Southgate deneyini abartmamak onlar için daha hayırlı olurdu, bakalım Tuncay Şanlı orada mı devam edecek? We’ve only got one player! Pek direnemedi yani Boro, düğümü açan da Galli oldu. Arsenal maçı kritik, Irish uğursuzluğumu kırmak için sabırsızlıkla bekliyorum. Bu sefer olacak…


Mark Allen aslında kaybetti John Higgins karşısında, dün de bahsetmiştik o maçtan. Geri dönüşünü bugünkü seansa da taşıdı aslında. Ancak Higgins’in 16. frameini almasını olabildiğince geciktirmesi lazımdı, yaptığı basit bir hata sonucu çok da kolaylaştırdığı bir masanın avantajını Higgins’e verdi. Higgins karısıyla kavga etmiş olabilir, bir apati hakimdi üstadın üzerinde yarı final süresince. Finalde bu havadan sıyrılacaktır. Sıyrılmalı da. Zira karşısında oldukça formda bir Shaun Murphy olacak. Başarısız evliliğiyle ilgili meseleleri bu turnuvaya aksettirmesi sonucu yuhalanmıştı Murphy The Crucible’da ilk turlarda. Snooker kültürüne ters bir olay, bayağı yankı buldu. Açıkçası daha fazla bilgi vermek isterdim olay hakkında ama kafam karıştı, pek anlamadım İngilizce kaynaktan okurken. Kayınvalidesinin maçını izlemesine izin mi vermemiş, salondan mı çıkarttırmış ne yapmış. Haylaz bir şampiyon! 2005’te kazanmıştı, yine bırakmayacak bence. Ama Higgins karşıdaki de… Şüphesiz çok güzel bir final olacak. Yarı finallerde ön plana çıkan net favoriler vardı, ama burada daha dengeli bir eşleşme söz konusu sanıyorum. İzlemek keyifli olacaktır. Ama turnuvadan en büyük kazanımlar Allen ve Higgins’in elediği Jamie Cope gibi isimler oldu. İkisini de ilk kez izledim ve iyi bir gelecek vaat ettiklerini söyleyebilirim. En azından bana öyle geldi…


Oha maç başlıyor! FC Fucking Barcelona hakkında ne söyleyebilirim ki. Lassana Diarra’nın mütevazı çabaları dışında herhangi bir orta saha direnciyle karşılaşmadıkları sıradan bir La Liga beşlemesi yaşadılar. Evet, arkadaşlarım kulaklık yoluyla uyarıyorlar, maç 6-2 bitmiş. Ben o sırada Murphy-Robertson maçındaydım sanırım. Yine de Real Madrid açısından utanç verici, Iker Casillas ve Raul Gonzalez için üzücü bir manzaraydı. Raul’ün takımını desteklerim El Clasico’da, ama bugün benim desteğimin yeterli olmayacağını bildiğimden pek de ısrarcı olmadım. İlk gol sonrasında bile bir umudum yoktu. Aman banane zaten… Juande Ramos da ilk maçında Camp Nou’daki doğru yaklaşımından uzaklaşmışa benziyordu. “Fark 1 puan” geyiğine fazla kaptırmış heralde kendini. Karşındaki takım Barcelona ve sen o orta sahana rağmen savunmayı o kadar ileri çıkarıyorsan, maç boyu kaleden top çıkarır kalecin de… Ayarlarda da ofsayt kutucuğunun işaretlenmediğinden emin olmak lazımdı maç başında, Juande onu da kontrol etmemiş. Bir kanatta Ramos-Robben, diğer kanatta Heinze-Marcelo ikilisiyle maça çıkmak da Barça’nın sağındaki zaafları düşünmeksizin yanlış duruyordu. Gabriel Heinze ismi baştan yanlış zaten. Real Madrid, Manchester United gibi takımlar değil bu adamın yeri ama hala üst düzey futbolun bir parçası olması hakikaten ilginç. Ancak bu kadar parçası olabiliyor işte sonuçta. Leo Messi, Andres Iniesta, Xavi Hernandez… Gözlerinizden öpüyorum. Thierry Henry… Topsun oğlum!

Bir Maç İzledim Hayatım Değişti

Efsanevi bir maçtı Santiago Bernabéu’daki… Araya bir sürü şey girdi, ama yine de es geçmek istemedim bu futbol şölenini. Barcelona’nın tecavüzleri de zevkli oluyor aslında, Atletico Madrid maçının tekrarı bile heyecan vermişti mesela, ama bu haftaki Valencia maçı izlenmese de olurdu diyorum şimdi bakınca. Lazio-Inter de yeteri kadar iyi değildi, en güzel şey Mobido Diakite’nin kendi kalesine attığı goldü herhalde. Tomas Sivok bile unutuldu gitti, o derece. Zaten Mauro Zarate de ben izliyorum diye midir nedir, hiçbir şey oynamadı yine. Az biraz Pasquale Foggia vardı Lazio cephesinde, o kadar. Bir de Bayern-Hoffenheim vardı es geçmeyelim. Deli gibi zaman aşımına uğramamış olsa onu da yazmak istiyordum, ama içimi Borges‘in yorum ekranına boşalttım galiba. Yine de Andreas Beck’e saygı duruşunda bulunmayı bir borç bilirim. Luca Toni de nasıl bir antipati sembolü oldu gözümde bilemezsiniz. Thierry Henry de coştu zaten bu hafta. Of… Of ki ne of!


Futbol yazmayı özlemişim ama. Yavan cumartesi maçları sırasında bir türlü yaşayamadığımız tansiyon için pazar gecesine kadar bekledik. Madrid’de endişeli bir Alman çarpıyordu göze, sonu da çok hayırlı olmadı zaten. Ben bir şekilde Real Madrid’in kazanacağını düşünüyordum aslında. Iker Casillas’a hiç yakışmayacak bir hata sonrası gelen Adriano Correira golü de bu fikrimi çok fazla değiştirmedi. Bir an gelecek ve Real Madrid maça ortak olacaktı, sonrası kolaydı zaten. La Liga’da bu yıl da bolca gördüğümüz şekilde, hakem Real Madrid’in karşısındaki takımı kızdırmayı tercih edecekti. Frederic Kanoute’nin golü acaba dedirtmedi değil. Ancak 60. dakikayı geçtikten sonra ev sahibine bir şeyler oldu. Tam olarak nedenini çözemedim, Schuster o dakikalarda da aciz orta sahasını sadece izliyordu zira. Fakat muhtemelen Raul Gonzalez ile bir ilgisi vardır. Raul bu oyundaki ilk aşkım belki de gerçek anlamda. Bugünlerde çok hatırlamak istemediğim bir Ronaldo dönemi de yaşamıştım öncesinde ama Raul Gonzalez, Fransa karşısında 90. dakikada kaçırdığı penaltıdan sonra bile fenomenliğini koruyabilmiştir benim gözümde. Pazar gecesi top toplayıcı çocukların da görevini yaptı. Böyle performanslarını gördükçe ‘Raul Madrid’ muhabbeti çok daha anlamlı oluyor. Koskoca bir kulüple empati kurmuş yalnız bir adam. Sahada bir oraya, bir buraya koşuyor. Tekme yiyor, topuna bakıyor. Başka birisinin egomanyağa dönüşeceği bir ortamda hala Atletico Madrid’den bu saflara geçtiği günkü kadar düzgün bir adam. Helal olsun!


Herhalde bir nokta geldi ki, bu adamın sessiz isyanını duydu sahadaki yeni yetmelerden birkaçı. Gamsız kız kardeşini düşününce daha da seviyorsunuz bu Gonzalo Higuain’i. RVN sakatken, Klaas Jan Huntelaar yoldayken gayet de iyi kotardı o bölgedeki işini Gonzalo. Pazar günü 10. golünü attı. Gol de ne goldü… Sevilla kalesindeki artçı sarsıntıyı yaratan da bir karambolde ortaya çıkan Fernando Gago oldu. Aslında artçılar devam ediyordu. Fakat hakem Higuain’i çeken elleri görmedi, ya da… Aynı hakem Arjen Robben’i ikinci sarıdan atmayı da ihmal etmiyordu yine aynı dakika içerisinde. Çok arabesk olacak ama: Robben, bana seni sevmem için bir sebep ver. Yalnız arabesk dedim, “Glory Box” bu basbayağı. Neyse Robben işte, ne beklersin ki. Takım da belini doğrultamadı bir daha. Schuster’den Gago’yu oyundan almasını bekledim aslında. İşte o zaman Fotomaç’taki künyesine “TSL Comparison: Mustafa Denizli” yazılabilirdi gönül rahatlığıyla. 85 geldi, Renato idi cezalandıran… Schuster’i, sahaya sürdüğü ‘soft porn’ orta saha oyuncularını, herkesi… Sadece Raul’ün onların arasında bulunduğu gerçeğine üzüldüm, acıdım. O kadar…


Şimdi ne olacak? Ben Juande Ramos’u severim… İşler Londra’da iyi gitmemiş, Spormax yok pek takip edemedik. Yine de bu ligde iyi iş yapacağını düşünüyorum. Piyasadaki en iyi isimlerdendi bence Real için. En azından sene sonunu getirmek adına… Şimdi çıkar da van der Vaart-Gago-Guti orta saha üçlüsüne sadık kalırsa bunları bir kez daha düşünürüm tabi. Hatta belki düşünmeme de gerek kalmaz Camp Nou’da yaşanacaklar sonrası. Oktay’ın dediği gibi ekranın sol üstünde zaman zaman beliren kırmızı nokta da çok manidar olacaktır böyle bir durumda. Ama Ramos’un ilk maçında böyle bir şey beklemiyorum. Tipik yeni hoca gazı tek dayanağım değil. Orta sahada sakatlıklar söz konusu, Ramos’un eli çok kuvvetli değil. Sağlıklı bir Mahamadou Diarra bile işleri değiştirebilirdi aslında, o da yok bildiğim kadarıyla. Gago şugar çocuk, ama yeterli olmuyor tek başına. Gördüğüm kadarıyla da takımın en iyisi olarak gösteriliyor çoklukla basında… Christoph Daum’un 4-1-3-2 dizilişinde Marco Aurelio her maç dört yıldızı nasıl alıyorsa, o da o şekilde alıyor aslında. Robot bilimi değil bu… Fabio Cannavaro’nun da eski günleri arattığı ortada. Michel Salgado’nun hala onbirde yer bulması bir nevi zorunluluk gibi gözükse de, Real Madrid gibi bir kulüpten bahsediyorsak komik. Sol bekte de Marcelo’ya ilk günden beri sempatim var, ama artık kart görmesin. Bizim İbrahim Kaş gibi obsesiviteye bağladı işi…


Büyük resme bakarsak, Juande küçük çaplı bir enkaz aldı desek yanlış olmaz. Orta sahada o gereken sertliği sağlayacak çok yeterli malzeme yok gibi. Ama bir çözüm bulmalı. Duscher-Romaric ikilisi karşısında bile hiçbir varlık gösterememiş söz konusu üçlü doğru formül değil, o kesin. Belki Royston Drenthe doğru denklemlerden biri içinde yer alabilir. Ama o da zor, zira agresif çocuğumuz Marcelo sarı kart cezalısı olmalı. Zaten onun için her beşinci maç ceza anlamına geliyor. Gerçekten kolay bir görev değil, ama imkansız da değil. Real Madrid’in en büyük avantajı Schuster’in giderayak yaptığı açıklama olabilir. Tabi tek başına değil. Fakat Pep Guardiola ne kadar engel olmaya çalışırsa çalışsın, kamuoyunda Real tandanslı yazarların dahi Camp Nou’daki tecavüzden bu kadar emin konuşması futbolcuları rehavete sürükleyecektir. Real’in bir maç çalabilmesi için yeterli olur mu? Doğrusunu söylemek gerekirse zor. Ama bir beraberlik belki bir nefes almasını sağlayabilir Ramos’un… Sezon sonu içinse yönetimin çok büyük bir beklenti içinde olmadığını düşünüyorum. Ligi onurlu bir dereceyle bitirmeyi hedefleyerek, belki de Barcelona’nın Frank Rijkaard yönetimindeki ilk sezonunda olduğu gibi bu yılı geleceği düşünerek geçirmek kafi olabilir. Sonra da çıkış için doğru zamanı beklemek kalıyor geriye. Çok uzun sürmeyecektir…

Adiós Schuster!


Dünkü açıklamanın ardından alınması farz olmuş bir karardı, gecikmeden Madrid yönetimi de kovmuş Bernd Schuster’i. Dünyanın en büyük derbilerinden biri olan El Clásicodan önce… ”Camp Nou’da kazanmak imkansız” diye açıklama yaparsan olacağı bu. Düşünsenize Michael Skibbe veya Luis Aragones böyle bir açıklama yapıyor. Kovmakla kalmazlar bir de yaş sopayla döverler. Gerçi bilmiyoruz belki Schuster’e de girişmiş olabilirler.

Hanım Çocukları Yatır Barça Maçı Başlıyor!

Ligde 14 maçta 44 gol, Şampiyonlar Ligi’nde 5 maçta 16 gol… Barça maç başına 3 golden fazla gol atıyor bu sezon. Maçları da iyice sıkıcı hale gelmeye başladı. Sporting Lisbon’a 5 attılar, Sevilla’ya deplasmanda 3 tane salladılar ve dün gece NTV’nin 49. dakikadan sonra kırmızı noktalı yayına geçtiği maçta Valencia’yı 4-0 yendiler. Aslında sezon başında benim Pep Guardiola hakkında kafamda birçok soru işareti vardı. Ronaldinho’nun gitmesi ve diğer etkenler hep kafamı kurcalıyordu. Ama Pep bana düşüncelerimi de soru işaretlerimi de yedirdi.
Bana göre Şampiyonlar Ligi’nin en büyük favorisi konumundalar. Oynadıkları futbol da göze oldukça hoş gelen bir tarzda. Yerden ve hızlı pas yapmak takım geleneği aslında, Barça yıllardır aynı sistemle oynuyor. Ama bu sistemi en iyi uygulayan takım bu herhalde. Sağ bek bile hücumlarda etkin bir rol alıyor. Orta sahadaki oyuncuların oyunu iki taraflı oynaması nedeniyle de savunmada pek sorun yaşamıyorlar. Belki de tarihin en dominant takımlarından birini izliyoruz şu an. Sezon sonuna kadar devam eder mi bu inanılmaz performans bilinmez. Ama devam ederse şaşırmam açıkçası. Ha aklıma gelmişken, haftaya El Clásico var, hem de Camp Nou’da… Aklıma kötü şeyler de gelmiyor değil hani.

Patético de Madrid

Ayıptır söylemesi şahane bir konserdeydim de, çok merak ettiğim bu maçı kaçırmış bulundum. Michael Stipe sağolsun, zerre kadar pişman değilim. Fotoğraflar eşliğinde sözü Adnan Aybaba’ya bırakıyoruz vakit kaybetmeden: Vay anam vay, neler dönmüş Serhat ya?



Yalnız Chelsea’ye attığı frikik golünden sonra Thierry Henry’yi arkadaş ortamlarında en hararetli biçimde eleştirmiş biri olarak, Lionel Messi’nin golüne değinmezsem objektifliğimi kaybetmiş olurum. Yapmasan daha iyiymiş be Leo! Hayır, ihtiyacın da yok…