Pac-10’in Çoğalmaya İhtiyacı Var #2


2) California Golden Bears:

Kariyeri boyunca normal sezonda takımlarına beklentilerin üstünde bir basketbol oynatıp, bunu sonuca dökmeyi başarabilmiş bir koçun kontrolü hakim Berkeley kampüsünde. Bu sezona girerken çok az kişi Cal’in konferansı götürmesini bekliyor olsa da, herkesin bir gözünün onları kestiği aşikar.
Mike Montgomery ilk cümlede vurguladığım repütasyonunu çok kolay kazanmadı. Birçok kez yeteneği sınırlı gözüken birtakım gençlerden adeta taşı sıkıp suyunu çıkarıyormuşçasına yararlandı. Golden State ile pek başarılı geçmeyen bir NBA macerasını geride bıraktıktan sonra adım attığı takıma yaptığı ilk ekleme Jorge Gutierrez adında Meksikalı bir gençti. Kenardan gelip savunmanın dozajını artırmanın ötesinde beklentiler yüklenmemişti Gutierrez’e. Üç sezonun ardından iki kez konferansın en iyi savunma beşine seçilip bu birincil beklentiyi boşa çıkarmamış bir oyuncunun yanında, kolej basketbolundaki en all-around isimlerinden birini de selamlıyoruz. Hücumda bir oyun kurucunun görüş açısına sahipken, savunmaya gelince bu sefer eli çabuk bir top hırsızına dönüşebiliyor 15 yaşında sınırın diğer ucuna geçtikten sonra yasa dışı göçmen statüsünden birkaç sene önce kurtulabilen Gutierrez. Montgomery’nin takımın zayıf noktalarından biri olarak gösterdiği hücum ribolarında da yeri geliyor, pota altı oyuncularından gelmeyen katkıyı yapıyor. Geçen sezon çizgi gerisinden kullandığı üç şutun yalnızca birini isabet ettirebilse de, 2008’de kampüse gelen Hispanik kökenli guardın bir gün maç başına 3.3 üçlük deneyeceğini çok az kişi kestirebilmiştir. Gutierrez’in oyuncu olarak gösterdiği bu gelişim, sanki Montgomery’nin kampüse getirdiklerinin mikro bir temsili gibi.
“He’s just a winner. Jorge gets about all the mileage out of himself that he can. He does so many things to help you win.”

Takım hem ruhani düzeyde, hem de oyun anlamında Gutierrez’in etrafında toplanacak bu sezon da. Fakat Minnesota’dan transfer edilen ve şu anda Brandon Smith’in doldurduğu oyun kurucu pozisyonunu er ya da geç devralması muhtemel Justin Cobbs’ı da dahil edersek konferansın en yetenekli sophomore grubu da Berkeley’de. Allen Crabbe geçen sezonun ortasından itibaren takımda rüşdünü ispatlamış, sezon sonunda da konferansın çaylağı ödülüyle onurlandırılmıştı. 13.4 sayı, 5.6 rebound ve 40% üç sayı yüzdesi gibi katkılarını ne kadar yukarı çekebileceği, sezon ortasında hala takımın konferans şampiyonluğu hedefinden bahsedip bahsedemeyeceğimizi de belirleyecektir. Küçüklüğünden beri rüyalarını süsleyen takımın UCLA olduğunu bilmek, Ben Howland kısa forvet pozisyonuna 2.10 boyunda tuhaf adamları devşirmeye çalışırken biraz zorlayıcı oluyor.

Lise üçüncü sınıfta mortgage piyasasındaki babası iflas edince, Crabbe’nin lisesine geçen ve o takımda bölgesel şampiyonluk kazanan Richard Solomon da gelişme göstermesi beklenen diğer bir sophomore. Bu arka planda Crabbe’nin en yakın arkadaşı olması çok garip karşılanmayabilir. Ancak çocukluk hikayelerini okuduğunuzda durum değişebiliyor. Bahse konu lisenin de kurucusu olan rahibin torunu olan Crabbe, lisedeyken babasıyla olan antrenmanlarını 1000 şut atmadan kesmeyen, kimilerinin yaptığı işe kendisini adamasını takdir edeceği, kimilerininse bunu saplantılı bir teslimiyet olarak tanımlayıp fazla muhatap olmayacağı bir adam. Ama gerçek spor kahramanlarının büyük çoğunluğunun arkasında bu türden bir kişiliğin yattığını biliyoruz. Crabbe bugünlerde idmandan sonraki tarifesini 200 şuta çekmiş, ancak asıl gelişimi göstermesi için zamanın geldiğinin o da farkında. Solomon ise küçüklüğünü karate kurslarında geçirdikten sonra sadece altı sene önce basketbol topuyla tanışmış, buraya gelmeden önce sadece topu sürmeyi ve şuta kalkmayı bildiğini itiraf eden kendiyle barışık ve nispeten daha rahat bir eleman. (Yazı Ahmet Çakar’ın kişisel tahlilleri gibi bir hal aldı, Yadigar Güner’den bahsediyoruz sanki…) Savunmada iyi bir kesici olduğunu çaylak sezonunda da gösterdi, ancak rebound konusunda dizleri her an iflas edebilecek senior Harper Kamp’e vereceği destek üst düzeyde olmalı. Ayrıca geçen sezon boyalı alanda rakibini ekarte ettikten sonra becermekte zorlandığı kolay bitirişler konusunda yol katetmesi de gerekiyor.


Takımdaki en önemli soru işaretlerinden biri Kamp’in dizleri, evet. Onun sahaya çıkmadan önce geçirdiği süreç, biraz Ledley King’in Tottenham maçlarından önceki bilim kurgu filmlerini hatırlatan ritüeline benziyor. 2009-10 sezonunun tamamını kaçırdıktan sonra, geçtiğimiz sezonun ikinci yarısında da sürekli ağrılarla oynadığı sır değil. Takımın pota altı rotasyonundan herhangi birinin, onun sakatlığını unutturacak bir adım atması ufak çaplı bir mucize olur. Pasaport sorunları nedeniyle bir aydan uzun süre Kenya’da mahsur kalan Bak Bak, fizik olarak takımın geri kalanına yetişse bile çapını aşağı yukarı bildiğimiz bir topçu. Eski walk-on Robert Thurman, takımın Avrupa turunda gösterdiği gelişimle rotasyonun bir parçası olacağa benziyor. İki uzun çaylak Christian Behrens ve David Kravish de bu sezon öncesi turda Kamp ve Bak’ın eksikliklerinde zaman zaman forma şansı bulmuş oyuncular olsa da onların katkısından konuşmak için daha çok erken.

Cobbs’ın hem açık alanda, hem de yarı saha basketbolunda getireceği yükseltgenmeyle 1-2-3 pozisyonlarında konferansta ancak Washington’ın zorlayabileceği bir yere ulaşan Cal’in de zayıf noktası, yine Washington ile benzer olarak pota altı rotasyonu. Ayrıca birçok önemli oyuncusunu kaybeden Arizona ve Washington, güçlü bir istihdam süreci sonrasında yine 9-10 kişilik sağlam bir çekirdek oluşturmuşken Cal’in kenardan alacağı katkı muhtemelen var ile yok arasında seyredecek. Ancak daha önce Randle-Christopher-Robertson üçlüsü önderliğinde kurulan takım kimyasının bir benzeri, bu oyuncularla da yakalanmış gibi gözüküyor. Bu da Montgomery’den yine beklentiler üzerinde bir normal sezon beklememi sağlıyor. Konferansta dört takımın birbirine çok yakın olduğundan bahsetmiştim, ancak muhtemelen büyük dansa bilet alacaklardır.


Head Coach:
Mike MONTGOMERY (California ile 64-37, toplamda 611-281)
İlk Beş:
PG Justin Cobbs (SO) – SG Jorge Gutierrez (SR)
SF Allen Crabbe (SO) – PF Harper Kamp (SR)
C Richard Solomon (SO)
Kritik Yedekler:
PG Brandon Smith (JR)
PF Robert Thurman (JR)
PF Bak Bak (JR)

3) Arizona Wildcats:
Kolej basketbolunda geçen sezonun en güvenilir sırtı dönük skorerini #2 seçimi olarak NBA’e yolcu eden, bununla birlikte onun hücumdaki en büyük yardımcısı MoMo Jones’u da kaybeden takımın birçoklarınca konferansın favorisi gösterilmesi belki yalnız ve güzel konferansımın zayıflığını yansıtıyor. Ya da bu program basketbolun güç merkezlerinden biri olduğunu ispat edecek bir yazı geride bıraktı. Aslında bunlardan yalnızca biri doğru olmak zorunda değil, ve biz de o durumdayız galiba.
Geçen sezon McKale Center’da hiç mağlubiyet almayan ve bunu 1998-99 sezonundan bu yana ilk kez başararak Lute Olson günlerini hatırlatan Arizona, aynı zamanda Final Four’un da kapısına dayanmıştı. Elite Eight eşleşmesindeki rakipleri UConn idi, kaybettikleri isimse Kemba Walker’dan ziyade rüya gibi bir ay geçiren Jeremy Lamb. Elbette Derrick Williams merkezli bir takım olduğunu inkar edemeyiz o takımın, hatta belki de yukarıdakiler içinde bir oyuncuya en çok bağlı olanıydı. Bu yeni takım ise enerjisini dört çaylaktan alacak. Oyun kurucu pozisyonunda Jones’un yerini almak üzere Tucson’a gelen iki çaylak Josiah Turner (Kansas ve UCLA’in elinden kaptıklarında batı yakasının en iyi oyun kurucusu olarak gösteriliyordu) ve Nick Johnson’ın üzerinde büyük bir yük var kuşkusuz. Ancak böyle bir ayrılık sonrasında direksiyonun Jones gibi bir skorerden, daha çok dağıtıcılığıyla bilinen Turner’a geçmesi makul gözüküyor. NBA efsanelerinden Dennis “DJ Shadow” Johnson’ın yeğeni olan yedeği Nick ise, şutunu istikrara oturtabilirse Turner’ın yanındaki guard pozisyonunu kapatabilir. Sudanlı uzun Angelo Chol ve özellikle rebound yeteneğiyle nam salmış Sidiki Johnson rotasyona ilk günden yazılacak diğer freshman eklemeleri.

İlk gün demişken, Arizona’nın sezon için erken bir start verdiğini ve ilk maçında Valparaiso önünde iç sahadaki yenilmezlik serisini sürdürdüğünü belirtelim. Maçı da izlediğim için, belki de gerçek anlamda bir ön değerlendirme yazıyor değilim. Fakat Valpo -sporculuk dönemlerine de yetiştiğimiz- Bryce Drew yönetimindeki ilk maçında, Arizona’ya kafa tutacak bir görüntü çizmekten uzaktı. Son dakika içindeki iki üçlüğü hesaba katmazsak, 3/18 ile dış şut kullandılar. Buna rağmen ilk yarıda iki beyaz uzunun potalı alanda çılgın atmasına izin veren bir Arizona izledik. Tıpkı daha önce incelediğimiz Washington ve California gibi guard merkezli bir takım var önümüzde. Fakat uzun rotasyonu da diğerlerine oranla daha zengin. Hem nitel, hem de nicel yönden. Dün 14 sayı-10 rebound ile kolej kariyerindeki ilk double-doubleı yapan Jesse Perry, bu seneki yeni rolünü kucaklayacağının sinyallerini verdi. Gelişimine göre Sidiki’nin de ona önemli bir yardımcı olabileceği konuşuluyor. Pota altındaki diğer pozisyonda ilk beş çıkmaya en yakın isim Ukraynalı Kyryl Natyazhko. Fakat bu elemanın maç başında yaptığı birkaç faulle, boyalı alana yalandan bir sertlik getirmekten fazlasını yaptığına henüz tanık olmadım. Bu seneki ilk maçında da öyle bir gelişim göstereceği yönünde ışık vermedi. Fakat sezon öncesinde de kimse Natyazhko’nun maç başına verdiği 1.9 sayılık katkıyı aşmasını beklemiyordu zaten. Ya da geçen sezon rotasyonda onun arkasından gelen Alex Jacobson’ın bir hücum opsiyonu haline gelmesini. Ancak yukarıda ismini andığımız Sudanlı’dan da sadece bir defansif silah olmasını ve maç başına 1-2 tane top kesmesini bekliyorlardı. Zeki Çol ise ilk maçında 3/5 ile 6 sayı bulurken hücumda çok rahat gözüktü, savunmada da 6 ribonun yanına 4 top çalma ekleyerek ‘ben bu Ukraynalı’yı keserim’ mesajını verdi. 23 dakikada aldığı 5 faul ise bir nevi ‘reality check’ işlevi gördü.

Sean Miller’ın takımlarında yer vermekten her zaman hoşlandığı iki forvet pozisyonu arasında sıkışmış isimler, bu sezonki kadroda dikkatimizi çekmiyor. Yazı birlikte çalışarak geçiren Solomon Hill ve Kevin Parrom, SF pozisyonu için yeterli bir kombinasyon gibi duruyordu. Geçen sezon maç başına 20 dakikaya 7.6 sayı, 3.4 rebound ve 2 asist sığdırırken, her maç 42% gibi bir yüzdeyle 1 üçlüğü de çembere gönderen Parrom’ın yaz boyunca kilo aldığı ve hücum repertuarını genişlettiği konuşuluyordu. Fakat 24 Eylül gecesi Bronx’taki ailesini ziyarete giderken iki kurşunun adresi olacaktı. Bir tanesi sağ dizindeki sinirleri mahvettikten sonra dışarı çıktı, diğeri de sol elindeki üç parmağında hasar bıraktı. Geçen ay annesini kaybetmesi işleri biraz daha tatsızlaştırdı ve Parrom’ın bunca şeyin ardından basketbola dönüp dönmeyeceği belirsizliğini koruyor.
Çaylakların hepsi istidadı yüksek gençlere benziyor. Ancak her biri henüz öğrenme sürecinin başında olan çocuklar. Valparaiso önünde Nick ve Chol için yakışıklı bir başlangıçtan bahsedebiliyoruz ama maçı kazandıranların veteran Perry ve kenardan gelip diğer şöhretli guardların yapamadığı skor katkısını yapan sophomore Jordin Mayes olduğunu unutmayalım. Ancak gençler bu yeni basketbol ortamına alışırken, Arizona’nın her gün yeni bir oyuncudan dün Mayes’ten aldığına benzer sürpriz katkılar alabileceğini de hesaba katalım. Kadro konferanstaki açık ara en geniş kadro ve maçları geçen sezonki gibi 10 kişilik bir rotasyonla götürmeleri mümkün. Fakat rollerin paylaşımı hususunda büyük belirsizlikler hakim ve yazı yetenek avında geçiren Miller’ın bu konuda çok az şeyi halletmiş olduğunu gösteren bir açılış maçını geride bıraktık. 4. sıraya düşme ihtimallerini zayıf görüyorum, ancak Turner’ın bekledikleri oyuncuya dönüşmesi zaman alırsa benim öngördüğüm bu sırayla yetinmek zorunda kalabilirler. Kendilerini de şanslı addederler…

Head Coach: Sean MILLER (Arizona ile 46-23, toplamda 166-70)

İlk Beş:
PG Josiah Turner (FR) – SG Kyle Fogg (SR)
SF Solomon Hill (JR) – PF Jesse Perry (SR)
C Angelo Chol (FR)
Kritik Yedekler:
PG Nick Johnson (FR)
PG Jordin Mayes (SO)
C Kyryl Natyazhko (JR)
NCAA Sözlüğü:
walk-on:
Takımın geniş kadrosunda bulunan, rotasyondaki oyunculara antrenman veren, ancak ekstrem durumlar dışında süre almayan oyunculara verilen addır. (Bu ekstrem durumlara örnek olarak John Wooden’ın torunu Tyler Trapani’nin, geçen sezon Pauley Pavilion’daki son basketi atması için oyuna alınması verilebilir.) Basketbolcu olmak gibi bir hayalleri olmasa da hem yoklamadan yırtarlar, hem de kampüste formalarıyla dolaşıp 7.5-8 ayarında kızların radarına girebilirler.

Pac-10’in Çoğalmaya İhtiyacı Var #1


Gökmen Özdenak’ın gündem yaratan bu cümleleri karşılık buldu ve Colorado ile Utah’ın eklenmesi sonrasında artık biricik konferansımızdan bahsederken Pac-12 demek zorundayız. Ağza eskisi kadar iyi oturmaması bir yana, dahil edilen programların düzeyi de tatmin edici olmaktan uzak. Hele geçtiğimiz iki senelik süre zarfı içerisinde adı geçen takımlardan sonra. Big 12’in parçası olan Texas, Texas Tech, Texas A&M, Oklahoma, Oklahoma State ve Baylor gibi programların ilavesi ile 16 takımlık bir süperkonferans oluşturma ütopyası sonuçsuz kaldıktan sonra, ‘pilavdan dönenin kaşığı kırılsın’ düşüncesiyle sarıldıkları Colorado ve Utah’ın konferansın standartlarını yakalaması belli bir zaman alacaktır. Futbolda işler çok kötü başladı, burada en azından Colorado deplasmanı beraberinde getirdiği coğrafi zorluklarla birlikte bir Bolivya etkisi yaratabilir. Kadroda da eli yüzü düzgün birkaç elemanın olduğu söyleniyor. Belki Klay Thompson ve DeAngelo Casto’nun gidişini izlerken, basında da geçen sezonki uyuşturucu haberlerinin işlenmesiyle zor bir ölü sezon geçiren Washington State’i altlarına alabilirler o potansiyel varsa.

Son birkaç yılda kolej basketbolunun güç merkezi olan altı elit konferansın en kötüsüne dönüşen Pac-12, gelecek sezondan itibaren Syracuse, Pittsburgh ve -büyük ihtimalle- West Virginia’yı kaybedecek Big East’i altına alacaktır. Ancak bu sezon için bir Final Four adayı çıkarması çok kolay gözükmeyen bir konferans ile karşı karşıyayız. Arizona, Washington, UCLA ve California geçen sezon olduğu gibi konferansın ağır topları. Önemli oyuncularını NBA’e gelin gönderen USC ve Washington State diplere sürüklenirken, onların yerini Oregon ve Stanford gibi takımların doldurması beklenebilir. Hatta freshman Jahii Carson’ın getirecekleri doğrultusunda Arizona State de yarışmacı bir takım olabilir. Bu gece Arizona’nın Valparaiso önüne çıkmasıyla start alacak sezonun en büyük albenisi, Big Four olarak nitelendirebileceğimiz takımlar arasındaki makasın geçen senelere oranla daha yakın gözükmesi. Şimdi bunları birer birer ele alalım…

1) Washington Huskies:

Tony Wroten Jr. hakkında sınırlı veriye dayanarak biraz fazla yüksekten uçuyorum muhtemelen. Brandon Roy’un da mezun olduğu Seattle’ın baba liselerinden birinden çıkma Wroten cozutmaya müsait bir fıtrata sahip gibi, ama medyanın her şeye aşırı reaksiyon verdiği bir çağda yaşıyoruz ve sarhoşken atılan birkaç tweet durumu krize çevirebiliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında ülkemizde -Seattle Supersonics taraftarı olanları tenzih ediyorum- daha ziyade Richie Frahm hakkında yazdığı haberle –tık!– tanınan Steve Kelley’nin oğlunun ortaya çıkardığı ufak çaplı bir skandal başını belaya sokmuştu Wroten’ın. Lisedeki seksi bedencinin esrarengiz biçimde kovuluşunun altından, kahramanımızın Washington’a kabul edilebilmesi için vermesi gereken yabancı dil kalifikasyonunu sağlamak adına yaptığı usulsüzlük çıktı. Wroten’ın Twitter hesabındaki “İspanyolca dersinde sadece üç kişiyiz, oley be” mesajının da yazarın işini kolaylaştırdığını söylemek lazım. Zira İspanyolca sınıfının kontenjanının dolması üzerine, işi oluruna getirmek adına sadece üç kişinin kaydolduğu (diğerleri de futbol takımının oyuncuları) böyle bir hayalet sınıf ayarlanıyor. Olay basına sızdıktan sonra Wroten’ın hala konu ile ilgili espriler yapması, mental olgunluğunun tartışılmasının çok da yersiz olmadığının göstergesi belki de. Ancak bu yaştaki adamların hepsinden Jimmer Fredette hayatı yaşamasını bekleyemezsiniz. Hücumda şutlarını doğru seçen, savunmada konsantrasyonunu kolay kolay kaybetmeyen bir adam gibi gözüktü ve bu oyuna kendini adamakta problem çekmeyen bir oyuncuyu gösterir. Böyle olduğu müddetçe Venoy Overton’dan sonra takımı yukarı taşıyacağını söylemek çok temelsiz olmaz. Eline geldiğinde Wroten’a oranla kendini bulmaktan daha uzak gözüken Nate Robinson ve Isaiah Thomas gibi oyuncuları idare etmiş Lorenzo Romar’ın burada da iyi iş çıkarabileceğine inanıyorum.


“If you go off how I play in the game, I’m very emotional. I’m always pumped. So I could get people thinking I’m a bad person. But those same people who call me a bad person, once they meet me, they’re like, ‘Man, that Tony Wroten, he’s a whole different person.'”
Thomas ve Overton’ın boşalttığı arka alanda görevi devralacak isimlerden biri muhtemelen üçüncü sınıf oyuncusu Abdul Gaddy olacak. Geçen sezonun büyük bölümünü diz sakatlığı nedeniyle oturarak geçen Gaddy, sakatlanmadan önce iyi bir dağıtıcı ve iyi bir savunmacı kumaşını göstermişti. Uzun süreli bir sakatlıktan sonra eski formunu yakalaması biraz zaman alabilir. Fakat tıpkı geçen sezonki Thomas-Overton tandeminde olduğu gibi, Romar’ın bu sezonu da çift oyun kuruculu beşle götüreceğine ve Gaddy-Wroten ikilisinde karar kılacağına inanıyorum. Bununla beraber Wroten’ı aslanların önüne atmak için biraz beklemesi ve ilk aşamada çaylak sezonunda 8.1 sayı ortalaması tutturan keskin şutör C.J. Wilcox’ı ilk beşte değerlendirmesi beklenebilir. Sağ ayak serçe parmağındaki sakatlık nedeniyle aralık ayından önce takıma katılamayacak senior Scott Suggs’ı ve 45% üçlük yüzdesini de hesaba katarsak takımın arka alandaki kayıpları kompanse etmesi çok zor olmayacak gibi.

3 numarada takımın kelepçesi Justin Holiday’in yokluğunda, daha ziyade hücumuyla tanınan ve patlama sezonuna hazırlandığı konuşulan Terrence Ross’ın burada da güç kaybına izin vermeyeceğini söyleyebiliriz. Fakat sıkıntının baş gösterdiği nokta, sezona ülkemizde Hacettepe Üniversitesi formasıyla giren Matthew Bryan-Amaning’in yerini doldurabilecek bir boyalı alan silahının göze çarpmaması. Aziz N’Diaye hücumda sınırlı silaha sahip olsa da iyi bir savunmacı, 4 numarada ise veteran Darnell Gant’in bir sıçrama yaratması gerekecek. İlk beşi tamamlaması beklenen bu ikiliden geçen sezon maç başına gelen skor toplamının 10 sayıyı bulmaması en büyük çekince. Yetenek olarak seleflerinin çok gerisinde gözükmeyen kısaların işinin zorlaşacağı nokta da bu. Savunmaların her zaman yayın gerisine odaklanacak olmaları ve Suggs, Wilcox gibi şutörlere eskisi kadar kolay pozisyonlar kalmayacak olması. Almanya’dan gelen ve programın gelecekteki pota altı skoreri olarak lanse edilen Martin Breunig’in süre alacak kadar hazır olmadığı söyleniyor. Bir diğer freshman Jernard Jarreau daha çabuk katkı verebilir. Shawn Kemp Jr. da muhtemelen bu sezon cezalı olacak. Tık!

Takım geçen sezon yalnızca 17 dakika süre alan ve 8 sayı, 3.8 rebound, 1 asist gibi rakamlarla sophomore sezonuna giren Ross’ın artacak rolünü bir an önce kucaklaması ve Wroten’ın lisede ışıklarını gösterdiği büyük yetenek olması gibi beklentiler üzerinden şekillendiriyor konferans şampiyonluğu şansını. Ancak belki de geçen sezonun en dominant kolej oyuncusu Derrick Williams’ı kaybeden Arizona, ya da Honeycutt-Lee ikilisinin ayrılması sonrasında kanat rotasyonu kuşa dönen UCLA de daha az bilinmeyene bel bağlıyor değil. Benim konferansı götürmeye en yakın gördüğüm takım Washington. Ancak Wroten’ın sezon öncesi freshman listelerinde Top 10 görmediği bir ortamda, benim kendisini All-American Team için aday gösterdiğimi de hesaba katın. Elemandan yana bu denli umutlu olan bir başkası var mı bilmiyorum, Eamonn Brennan genelde olumlu konuşuyor ama…
Head Coach: Lorenzo ROMAR (Washington ile 195-102, toplamda 288-190)
İlk Beş:
PG Abdul Gaddy (JR) – SG Tony Wroten Jr. (FR)
SF Terrence Ross (SO) – PF Darnell Gant (SR)
C Aziz N’Diaye (JR)
Kritik Yedekler:
SG C.J. Wilcox (SO)
SG Scott Suggs (SR)
PF Jernard Jarreau (FR)
Sıradaki yazıda California, Arizona ve UCLA bu şekilde masaya yatırılır. Diğer takımları da bir paragrafta toparlarım…

Wooden Award 2012 – Pivot Adayları

Biraz tembel davrandık, yeni sezon kapıyı çalmak üzereyken ilk beşimizi tamamlayan parçayı da takdim edelim.

Jared SULLINGER (Ohio State)
6-9, Sophomore
Geçen sezon öncesinde -tıpkı bugünlerdeki Tony Wroten Jr. seçimimde olduğu gibi- büyük oranda Hoop Summit performansı üzerinden All-American Team tahminlerime ilave ettiğim Jared Sullinger’ı bu sezon görmezden gelmem için pek bir sebep yok. Zira freshman sezonundaki 17.2 sayı ve 10.2 rebound ortalamalarının üstüne, henüz lokavt ihtimalinin boyutlarının tam olarak kestirilebilir olmadığı günlerde okula dönme kararı aldı. Son yıllarda one-and-done uzunlardan ötürü çok kan kaybetmiş (Greg Oden, Kosta Koufos ve Byron Mullens sırasıyla aklıma geliyor) Thad Matta için çok büyük bir ferahlamaydı. Her ne kadar onu bir sonraki Oden olabileceğini düşündüğü bir oyuncuyu istihdam ettiği için suçlamak adil gözükmese de, bu tip erken profesyonellik kararlarının dolaylı olarak okulun APR (akademik iyileşme oranı) puanlarına vurduğu darbe Matta’yı da rahatsız ediyordu. (Zira okullara verilen burs hakları bu puanlarla korelatif olarak belirleniyor ve Buckeyes cephesinde one-and-done modası uzunlarla sınırlı değildi.) Sullinger’ın lokavt hakkında sağlam tüyolar aldığına ya da kapıdaki tehlikeyi fark etmesine yarayacak çok güçlü hisleri olduğuna falan inanabilirsiniz. Ancak Kentucky karşısındaki mağlubiyet sonrası bu okula borcunu ödeyemediği ve kariyerinde bundan sonra çok büyük başarılar kazansa dahi bu eksikliğin onu yalnız bırakmayacağı yönündeki açıklamaları beni ikna etmeye yetti. Elemanın hikayesine aşinalığım ve çevresinde ona akıl verenlerin niyetine dair gözlemlerimin de bunda payı vardı mutlaka. Tık!
Madem okuyucuyu o yazıya bağladık, oradaki alıntıyı da yeri gelmişken tekrar edelim.
J.J.: Sana işini öğretecek değilim ama, kardeşime burs vermeyi cidden düşünmelisin.
Matta: Julian’dan mı bahsediyorsun? (Julian şu anda Kent State forması giyen ortanca kardeş.)
J.J.: Hayır, Jared.
Matta: Şu şişman kardeşin mi?
O şişman kardeş koleje gelene kadar verdiği kilolara bu yaz 7.5 kilo daha ekledi ve şu anda sadece 120 kilo. Fakat bunun geçen sezon akşam yemeklerini Big Ten uzunlarıyla geçiştirme alışkanlığını değiştireceğini pek sanmıyorum, zira üst yapısı hala korkutucu gözüküyor. Kendisi de hiç olmadığı kadar iyi hissettiğini söylüyor yazın yaptığı bu ince ayarlar sonrasında. Onun gelişimi ölçüsünde, şu an için daha önde gözüken North Carolina-Kentucky ikilisini de ülkenin en büyüğü olma yolunda ciddi olarak tehdit etmeye başlayabilirler.


Kaybedilen iki son sınıf oyuncusu, yerleri kolaylıkla doldurulabilecek türden isimler değil. Her ne kadar şu sıralarda ‘Neden geldim Cantu’ya, tutuldum kaldım avare’ adlı dizeleri mırıldanmakla meşgul olsa da David Lighty savunmada üstlendiği rol ve rakip arka alandan Sullinger’a kanalize olan yardımları cezalandırmakta gördüğü işle bu isimlerden daha önemlisi. Ancak ikinci olarak saydığım işte daha büyük bir usta olan Jon Diebler’ın yokluğunun yaratacağı sancıları da hafife almayın. Bu noktada geçen sezon 44% ile 51 adet üçlük bulan ve her iki kategoride de takım lideri Diebler’ı en yakından takip eden isim olan senior William Buford, rolünü skorda bazı maçlarda Sullinger’ı aşabilecek kadar ileri taşımalı. (Geçen sezon maç başına 11.3 sayı kaydediyordu.) Kaybedilen diğer son sınıf öğrencisi Dallas Lauderdale ise şatafatlı istatistiklerin adamı olmasa da, savunmaya koyduğu sertlik ve istikrarlı olarak ortaya koyduğu iş disipliniyle genç oyuncular için iyi bir örnek, takım kimyası için de önemli bir yapıştırıcı görevi görüyordu. Fakat işin manevi boyutunu bir kenara bırakırsak, yeni gelen gençlerin performansı sonrasında onu unutmak çok zor olmayacaktır. Açın gençlerin önünü!

Geçen sezon senior ağırlıklı yapıyla sonuna kadar gidemeyen takımın, bu sene 4 sophomore ve 1 seniordan oluşması muhtemel beşiyle şampiyonluk iddiası taşıması kimilerine hayalcilik gibi gelebilir. Fakat geçen sezon takım çok ihtiyaç duymadığı için Matta’nın pek başvurmadığı, 5 yıldızlı prospect, güzel insan Deshaun Thomas’ın esas oğlanın yanında çok daha iyi bir tamamlayıcı olması muhtemel. Jordan Sibert ve geçen sezon savunmasıyla da takdirimi kazanmış Aaron Craft’in -kelime oyunlarını ana dilde tercih ediyorum- bol bol gelecek boş şut fırsatlarını da değerlendirmesiyle en iyi hücum takımlarından birine dönüşebilirler. Boston ile şampiyonluk görmüş topçulardan Charlie Scott’ın oğlu Shannon Scott, pota altı rotasyonunda 8-10 dakikalık sürelerin peşinde koşacak Amir Williams ve Boston College’dan transferi sonrasında geçen seneyi oturarak geçen Evan Ravenel de Ohio State’in çabuk katkı almayı umduğu yeniler. Bu sene direkt katkı bekledikleri asıl eleman LaQuinton Ross’un akademik olarak geçer not alamaması ise herhalde bu yazın Matta adına en can sıkıcı gelişmesiydi.

Sullinger’ın sırtında yükselecek takımın, kocaoğlana All-American kemerini koruması için fırsat tanıyacağını düşünüyorum. Listedeki pozisyonları ESPN’den aldığımdan burası biraz güdük kaldı galiba, Tyler Zeller beklentileri çok aşar da bu takım için tartışılabilir biri haline gelirse gireceği yer 5 numara pozisyonu olacaktır mesela muhtemelen. Ama biz forvetlere dahil ettik, ESPN’in hikmetinden sual olunmaz diye düşünüp. Bu aşağıdakilerden de çok fazla rakip yok zaten. En iyileri bence Festus Ezeli. İsmi de güzel. Keşke bizim tosun Joshua “Bundan Sonra Senin Adın Joshua Smith Olsun” Smith de sahada kaldığı dakikaları artırıp bu muhabbetlerde ciddi bir aday olabilse. Fakat yine asıl ekmeği NBA takımları yiyecek gibi geliyor gelişim eğrisine bakıldığında. Jrue Holiday gibi hayırsız çıkmasa bari… Geçen gün Twitter hesabından “Eğer UCLA’i değil Washington’ı seçmiş olsaydım hala orada olurdum, orası aile gibi bir şeydi” yazmış. Sonra ‘neden bana Jrudas diyorlar ya’ diye dolaşıyorsun etrafta. İsmi güzel dedik, UCLA dedik, onuncu çocuk olarak ismini hak ederek alan De’End Parker da bulunsun. Kız çocuk mu deniyorlarmış acaba…
Diğer adaylar:

Festus EZELI (Vanderbilt)

6-11, Senior
Alex ORIAKHI (Connecticut)
6-9, Junior
Joshua SMITH (UCLA)
6-10, Sophomore
Patric YOUNG (Florida)
6-9, Sophomore

Belki Robert Sacre da aday listesinde yer almayı hak ediyormuş. Blame Canada!

Böylece beşimizi de tamamlamış olduk.

G Tu Holloway, Xavier, 6-0, Senior
G Tony Wroten Jr., Washington, 6-5, Freshman
F Harrison Barnes, North Carolina, 6-8, Sophomore
F Perry Jones III, Baylor, 6-11, Sophomore
C Jared Sullinger, Ohio State, 6-9, Sophomore

NCAA bayramınız kutlu olsun… “Kesin olan bir şey varsa bu sene oynanacak lig, en temiz lig olacak.” Bir de Pac-12 için ön bakış kabilinden bir şeyler karalayabilirim.

Crystal Fighters: Su Önemli

Geçen yazın başında elime bir Freshtival davetiyesi geçince ‘festival sezonunu açmak için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diye düşünmüştüm. Hayır, pek de öyle olmamıştı. Açıklanan gruplar arasında 2010’daki The Raveonettes heyecanını uyandıracak bir grup olmadığı gibi, Leftfield dışındakiler en ufak bir şey de çağrıştırmıyordu. Zaten onlar da benim için gecenin asıl olayı olan, sezon boyu yolunu gözlediğimiz Wembley’deki Şampiyonlar Ligi finali ile çakışıyordu. Orada olmam için gerçek anlamda bir sebep yoktu, çok küçük bir ihtimali kovalıyordum belki. Can Bonomo’ya maruz kalmak için doğru yerin kapı önü olduğunda birleştik, içeri girdiğimizde Serdar Özkan’a benzemesine rağmen seksi olabilen bir solist ve bir sürü ilginçlikler insanından oluşan bir grup sahne alıyordu. “Solar System” ve arkasından “Champion Sound” ile giriş yapmaları gardımızın düşmesine yetti, sahne önüne doğru yol aldık.

Noisettes ablası Shingai Shoniwa biraz popo sallayıp, düz duvara tırmanınca erkek seyirciyi iki koldan da etkisi altına aldı belki. Gerçekten fena değillerdi, haksızlık etmeyeyim. Ama o günden bu yana “Açıp bir Noisettes dinleyeyim” demediğim gibi genelde o performansı “Erken çıkıp Olasılık vizesine çalışsaydım, belki sınırsız sınav hakkı peşinde koşuyor olmazdım” sözleriyle birlikte anıyorum. Bir de finali de kaybettik… Her neyse, adlarını odaya dönünce bilete bakmadan hatırlayamadığım Crystal Fighters ile tanışmak gecenin amortisi oluyordu fazlasıyla.
İsimlerini hatırlayamamam çok acayip değil aslında. Çok farklı türde müzik yaptıkları söylenemeyecek iki grup Crystal Castles ve Crystal Stilts’in varlığında bu isimde karar kılmak mantıksız mı yoksa gerçekten çok mu mantıklı, emin olamıyorum. Ama kuruluş hikayesinde belirtilene göre, gruptaki iki Bask kökenli kadın vokalden biri olan Laure’nin akıl sağlığını yitirdiği düşünülen büyük babasının son günlerinde yazdığı yarım kalan operanın başlığıymış aynı zamanda Crystal Fighters. Laure Londra’ya elinde yaşlı adamın günlüğüyle döndüğünde, grubun diğer üyelerinin de ilgisini çekmiş başlangıçta deli saçması olarak görülebilecek bu şeyler. Yazdıkları şarkılardaki Bask aromasını da, zaman içinde kendilerine yükledikleri artık yaşamayan bu adamın yarım kalan işini tamamlama misyonlarına bağlıyorlar. Tamamen gerçek dışı bir pazarlama hamlesiyse bile başarılı olduğu için söyleyecek bir sözüm yok.
Benim müzik görgüm Crystal Fighters’a tıpatıp benzediğini iddia edebileceğim gruplar sıralamama yetmiyor. Ancak kategorize etmekte zorlanacağınız, ya da bu işin ilk planda ne kadar manasız olduğunu bir kez daha onaylamanıza yarayacak bir müzik yapıyorlar. Yıllardır Guardian’da her gün yeni bir grubu okurlarına tanıtan ve birkaç hafta önce sonunda veryansın eden –tık!– Paul Lester’ın uydurduğu Basktronika kelimesi hoşuma gitti. Her yeni duyduğunuz için kulağa hoş gelen bir kombinasyonu ortaya atıp janr oluşturmak yanlış gelebilir. Ama müziği olduğu gibi kabul edemeyen, bir janr içine sokmazsa ölecek adamın tavrı kadar yanlış değil. Ya da benim bir dolu karşılık bulabilecek olmama ve havalı olmadığını da yıllar önce fark etmiş olmama rağmen hala “janr” kelimesinde ısrar etmem kadar… Ama şu anda albümün en iyi beş şarkısından birisi arasına muhtemelen koymayacağım “At Home” çalıyor ve mutluluğun sırrı gibi bir şey. Hani her gün bir kere dinlesen, her şeye rağmen bir daha kötü hissetmene izin vermeyecek bir şarkı ya da bir marş gibi. Ki bunu 13 yaşındaki kızın uğradığı tecavüzün kendi rızası içinde olduğuna hükmedebilen bir ülkede yaşadığımız haberiyle uyandığım bir günde yapabiliyor. Son bir aydaki Türkiye için bile yeni bir zirve noktası… Belki de konser günü her şarkıya eşlik etmek isteyip, mahcup bir şekilde ritm tutmakla yetinirken bu şarkının imdadımıza yetişmiş olmasından özel bu da. Lalalalalalalalalalalala!
Manyetik Bant’ın Freshtival sonrası yaptığı röportaja kulak verelim… Tık! (Konser fotoğrafı da ondan oldu, kusura bakmasın.)
MB: Sahnede enerji patlaması yaşıyorsunuz. Turne sırasında her gece aynı performansı göstermek fiziksel ve zihinsel açıdan zorlayıcı oluyor mu?

Graham: Konser öncesinde ve sonrasında zor olabiliyor ama performans sırasında her şey harika.
Gilbert: Sahnede gerçekten her şeyimizi müziğe veriyoruz, hiçbir şey sahte değil. Hepsi doğal olarak çıkıyor. Yani abartmamak gerek, o kadar da zor değil.
Graham: Su. Su önemli, çok su içiyoruz.
Kalabalık grupların ya da Archive gibi müzik kolektiflerinin konserlerinin daha esaslı bir deneyim olması normaldir. Bir de işin içine Crystal Fighters’ın beraberinde getirdiği gibi txalaparta, txistu, etxeberria falan gibi yerel çalgılar girince bunu ikiyle çarpıyoruz. Ama adamların sahnede şu sabahtan beri çevirip durduğum albüm kayıtlarının üzerine çıktıkları kesin. Muhtemelen suyla alakası yoktur ama. Umarım ümit ettikleri gibi yakın zamanda yine gelirler. Hatta bir başka hayalleri olan Manu Chao ile birlikte çalmayı da İstanbul’da gerçekleştirseler ya…
Başrolünü David De Gea’nın oynadığı son videolarını da paylaşıp bitireyim yazıyı.

Wooden Award 2012 – Forvet Adayları

Uzun bekleyişin ardından bu hafta ABD sınırları içerisinde basketbol topu sekmeye başlayacak. Bazı NBA hayranları bu cümleyi dudak bükerek okumuş olabilir ama herkes için güzel bir haber olmalı. Sezon öncesi yapılan sıralamalarda büyük çaplı yeniden gözden geçirmelere yol açacak sonuçlar da izleyeceğiz muhtemelen. Ama Harrison Barnes ve arkadaşlarının pole-positiondaki yerini tehdit edecek bir takım ortaya çıkmayabilir. Geçen seneki hayal kırıklığı yaratan başlangıcının ardından, turnuva zamanı toparlanan Barnes bu sene de All-American olmaya en yakın gördüğüm iki forvet arasında yerini alıyor. Farklı olarak, bu sefer tahminimi üzerine inşa edebileceğim birkaç veri de var.

Harrison BARNES (North Carolina)
6-8, Sophomore
“İnşallah lokavt olur, biz de bu yıldızları doyasıya izleriz.”

Geçen sene genç nüvesiyle beklentileri aşıp Elite Eight oynayan UNC’de kampüsteki bu yakarışlar karşılığını buldu ve lokavt ihtimalinin ciddiyeti anlaşılmadan önce 2011-12 sezonunda bir NBA oyuncusu olmasına kesin gözüyle bakılan Barnes ve pota altı ikilisi (John Henson, Tyler Zeller) okula geri dönmeye karar verdi. Geçen sezonun ortasında direksiyonu Larry Drew II dengesizinden devralan Kendall Marshall ve ilk beşi tamamlayan Reggie Bullock da Chapel Hill’i terk etmek için doğru zamanı bekliyor. 2009 takımı gibi eksiksiz bir kadro yok belki önümüzde, fakat kesinlikle en büyük yetenek yığınlarından biri. Lisede iyi bir şutör olarak etiketlenen Bullock’un geçen sene çizgi gerisinde arıza yapmasından sonra, P.J. Hairston’ı ezeli rakip Duke’un elinden kaparak buradaki açığı kapatmayı planladılar. Bunun yanında Zeller-Henson ön alanı yeteri kadar korkutucu değilmiş gibi, Lakers ile iki şampiyonluk sahibi Bob McAdoo’nun blok ve rebound yeteneklerini irsi olarak almış yeğeni Michael McAdoo da takıma eklendi. Roy Williams hanedanlığını iki farklı takımla kurduğundan ve UNC’de Dean Smith’in halefi olmak gibi zor bir göreve kalkıştığından olsa gerek modern zamanın en iyi koçları sayılırken yeteri kadar saygı görmüyor. Fakat bu sezon sonunda bir Williams takımı 10. kez büyük dansa 1 numaralı seribaşı olarak katılacaksa, onu bu tartışmalarda görmezden gelmek hayli zor olacaktır.

Drew II sırra kadem bastıktan sonra sayı ortalaması istikrarlı olarak artan Barnes’ın, bu sezon şut seçerken de tecrübesinin getirisiyle daha özenli olması beklenebilir. Barnes sezon öncesi draft tahtalarında bu sezona da hemen herkesin ilk üçünde giriyor. Fakat geçen sezon da aynı yerde başladığı tahtalarda, hazırlık maçlarından itibaren nasıl düşüş gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Hala o yeri hak ettiğini göstermek için bir şeyler yapması gerekiyor ve Clemson maçında doruk noktasına ulaşan form çizgisini kaldığı yerden devam ettirmek çok kolay bir iş değil.

Takımda onun skor liderliğini tehdit edecek birisi yok. Ancak bu Barnes için tahmin edildiğinin aksine, avantajlı bir durum oluşturmuyor. Geçen sezon takımdaki iç-dış dengesini sağlayabilmek için, dış şut merkezine oturttuğu hücum portföyünü biraz daha boyalı alan eksenine kaydırması şart. Burada Marshall-Bullock-Hairston üçlüsünün hücuma getireceği destek çok kritik olacak. Zira takımdaki rollerin öngördüğü şekilde Barnes, içeriden ana skor opsiyonu Zeller olan ve Henson’ın süpürücülüğüyle yeter pota altı üretimini sağlayan UNC’de takımın birincil dış opsiyonu. Bu da ona oyununun tamamlanmamış yönlerini geliştirmesi noktasında ket vurabiliyor. Bu sene içeriyi daha çok zorlayan, daha fazla fiziksel temasa giren ve faul çizgisini sık ziyaret eden bir Barnes görmek, tüm NBA gözlemcilerinin ortak beklentisi. Fakat bunun için Bullock’un tüm yazı bir savunma spesiyalistine dönüşmekle harcadığı bir ortamda, Marshall’ın yeni bir silkinme gösterip skorer kimliğini ortaya çıkarması gerekir. Bu gerçekleşirse Marshall’ın All-American unvanı hususundaki şansını da masaya yatırmamız gerekebilir elbette.

UNC beklendiği gibi ACC’de rakip tanımadan tepeye yerleşecekse, bunun Barnes’ın Wooden Award için şansıyla bir kaldıraç etkisi göstermesinin sonucunda olacağı aşikar. Sahada beklentilere cevap vermekte zorlandığı günlerde de dediğim gibi, Barnes büyük bir haber ve gelecek yaz adı Anthony Davis ile birlikte ilk iki sıradan okunmazsa çok şaşırırım. Fakat UNC sakinlerinin Harrison’ın NBA geleceğiyle çok ilgili olduklarını sanmıyorum.

Perry JONES III (Baylor)
6-11, Sophomore
Prospect yazarlarının kolları uzun, cılız ama iyi savunmacı her 3 numaraya Tayshaun Prince benzetmesi yapıştırmak kadar sevdiği bir şey varsa, son dönemde yetenekli gördükleri ama oyunu pek ipliyor gibi görünmeyen her kafası güzel adamı T-Mac klonu olarak takdim etmek. Bu Tracy McGrady’yi biraz hafife alır bir yaklaşım olmakla birlikte, henüz bu yaşta böyle çekinceleri önünüze getiren bir adamın T-Mac’in çıktığı yerlere çıkması da çok kolay gözükmüyor. İşte ‘T-Mac’s Lazy Eye’ teşhisi konan son adam da bu ve geçen sezonun en kritik yerlerini oynarken gösterdiği halet-i ruhiye de bu teşhisi haklı çıkarır nitelikte.

Geçen sezon pota altındaki Jones ikilisinin yeteneğine fazla güvenen Baylor, sezon içerisinde kolej basketbolunda tecrübenin ne kadar önemli bir faktör olduğunu zor yoldan öğrenen son takım olacaktı. Sezona Tweety Carter ve Ekpe Udoh gibi -her şeyden önce gerçek olamayacak kadar güzel- iki ismi kaybederek giren Bears, özellikle bu ikiliden ilkinin yerini doldurma konusunda çok kötü iş çıkardı. Oyun kurucu pozisyonunu sophomore A.J. Walton’a emanet etmek kesinlikle güvenli bir hareket değildi. Onu freshman Stargell Love ile yedeklemekse bir adım daha ileri atmak anlamına geliyordu. Sonuç: 23.4% ile tüm Division I takımları içinde South Florida’dan sonra en kötü top kaybı oranıyla oynayan takım, son altı maçının beşini kaybederek turnuvayı evden izliyordu. Sezon öncesinde onları şampiyonluğa götürecek mesih ilan edilen Perry ise son iki maçta toplam iki saha içi isabeti buluyordu.


Bu sezona girilirken acil müdahale gereken yerin kısa rotasyonu olduğu açıktı ve Scott Drew da ilk iş olarak geçen sene daha düşük seviye bir basketbolun oynandığı NJCAA turnuvasında MVP ödülünü kazanan Pierre Jackson’ı ilk beş oyun kurucusu olması için transfer etti. Geçen sezon kurallar gereği kenarda oturan Brady Heslip de, takımın skor yükünü çekmenin dışında 1 numaradaki sancılara da yardımcı olan LaceDarius Dunn’ın ayrılışını unutturmalı. Eğer kısa rotasyonundaki bu transferler -California’dan alınan Gary Franklin de sezonun ikinci yarısıyla birlikte oynamaya başlayabilecek- yerine oturursa bu yeteneklerin 7-9’luk son konferans derecelerini aşacağı ve geçen sezon öncesinde hak etmeden oturdukları Top 10 listesinin gerçek bir mensubu haline geleceği öngörülebilir. Waco’da her şey yolunda gitse ve Baylor bunu başarabilse dahi, sınıfının 5 numaralı yeteneği olarak gösterilen Quincy Miller’ın doğrudan katkı vermesi Perry’nin başını ağrıtabilir. Perry karakter konusunda şimdiden kendi sahip olduğu malzemeden fazlasını gösteren Miller’ı bir rakip olarak görmediğini, takım başarısı için onun yardımına ihtiyaç duyduğunu vurgulasa da bu takımın lideri olduğunu henüz kanıtlamadı. Ve söz verdiği üzere dramatik bir mantalite değişimiyle geri dönmeyecekse, bu takımın sezon içinde Miller’ın takımına dönüşmesi bile sürpriz olmaz.

Hem Perry de Harrison gibi sophomore, hem de bundan bağımsız olarak kariyeri boyunca her alanda riskli bir seçim olacak gibi görünüyor. Ama maksat muhabbet olsun. Geçen sezon turnuva zamanında silinip giden ve beni de büyük hayal kırıklığına uğratan Terrence Jones, geçenlerde John Calipari’nin ‘bu sezon ülkenin en iyi oyuncusu olabilir’ açıklamasının ertesi gününde takım içi maçta 52 sayı-16 rebound ile oynamış. Calipari’nin kontrolde olduğu bir yerde, meşruiyetine inanmayacağım bir performans. Kansas’ta Marcus Morris, Markieff Morris ve Josh Selby’nin ayrılmasından sonra alpha dog haline gelecek ve hiç sekmeyen bir başarı geleneği olan takımda parlaması sürpriz kabul edilmeyecek Thomas Robinson ise benim listemde T-Jones’un üzerinde yer alıyor. Geçen sene Morris Biraderler’in gölgesinde kalırken bile en iyi NBA kumaşına sahip olduğunu düşünüyordum Robinson’ın. Johnson-Taylor guard ikilisi de bir boyalı alan silahı için ideale oldukça yakın bir ikili, onu beslemekte tereddüt etmeyeceklerdir. O da ciddi bir aday haline gelebilir yani. Kris Joseph’ı, Khris Middleton’ı ve yukarıda bahsettiğimiz parlak Calipari çaylaklarından Davis’i de yakından takip edeceğiz. Elias Harris, kızımız olacaktı.


Kazananların sıralı listesi aşağıda:

Tim ABROMAITIS (Notre Dame)

6-8, Senior

Michael GLOVER (Iona)
6-7, Senior

Drew GORDON (New Mexico)
6-9, Senior

Draymond GREEN (Michigan State)
6-7, Senior

JaMychal GREEN (Alabama)
6-8, Senior

Elias HARRIS (Gonzaga)
6-7, Junior

John HENSON (North Carolina)
6-11, Junior

Robbie HUMMEL (Purdue)
6-8, Senior

Kevin JONES (West Virginia)
6-8, Senior

Terrence JONES (Kentucky)
6-8, Sophomore

Kris JOSEPH (Syracuse)
6-7, Senior

Trevor MBAKWE (Minnesota)
6-8, Senior

Doug McDERMOTT (Creighton)
6-7, Senior

Khris MIDDLETON (Texas A&M)
6-7, Junior

Reeves NELSON (UCLA)
6-8, Junior

Andrew NICHOLSON (St. Bonaventure)
6-9, Senior

Thomas ROBINSON (Kansas)
6-9, Junior

John SHURNA (Northwestern)
6-9, Senior

Jeffery TAYLOR (Vanderbilt)
6-7, Senior

Keith WRIGHT (Harvard)
6-8, Senior

Tyler ZELLER (North Carolina)
7-0, Senior

Nekst: Pivot Adayları

Wooden Award 2012 – Guard Adayları

Wooden Award aday listesinin açıklanmasıyla, NCAA’in en temel sezon öncesi ritüellerinden birini arkamızda bıraktık. Aslında neredeyse bir hafta geçti üzerinden. Lokavt görüşmeleri günlük hayatın bir parçası halini aldı ve Billy Hunter’ın falan artık masadan ‘hacılar yarın ne yapıyoruz’ diye kalktığını düşünmeye başladım. Odağımızı biraz daha NCAA tarafına kaydırabiliriz…

Listedeki guardların tamamını aşağıda sıraladım. NCAA basketbolunun bir guard oyunu olduğu söylenegelir, bu sözün Murat Murathanoğlu’nun ağzından çıkışına da mutlaka en az bir kez rastlamışsınızdır. Bu bağlamda 50 kişilik listeye tam 22 guard adını yazdırmayı başarmış. Bu listelerin sezon boyunca birkaç kere güncelleneceğini ve örneğin daha sonra konferanslarının en iyi oyuncusu seçilecek Ben Hansbrough ve Tu Holloway gibi isimlerin geçen sezonki orijinal liste hazırlanırken görmezden gelindiğini hatırlatalım. Tam isabet yapmanın çok kolay bir iş olmadığını kabul etmekle birlikte, ilk bakışta dikkatimi çeken birkaç eksiği de dile getireyim. Isaiah Thomas (onu hepimiz çok iyi tanıyoruz), Matthew Bryan-Amaning (bu sene Hacettepe Üniversitesi’nde izleyeceğiz) ve Justin Holiday*’in (bu arkadaşımız da nedense Belçika ligini tercih etmiş) ayrıldığı Washington takımında rolünde esaslı bir yükseltgenme ile karşılaşacak Terrence Ross’u burada görmeyi bekliyordum. Washington’ın geçen senelerdeki derecesinden uzak kalması öngörülmüş olabilir fakat Lorenzo Romar’ın yine sihrini konuşturacağına inanıyorum. Kentucky’den Doron Lamb, Miami’den Malcolm Grant ve Saint Mary’s’in çıkardığı yeni Patty Mills gibi gözüken Matthew Dellavedova da -bir ihtimal- komiteyi sezon sonunda mahcup edebilirler. John Calipari’ye kalsa o şimdiden Lamb’in bu ödülü alma ihtimalinden konuşacak gerçi…
Biz oyuncuları sıralamaya başlayalım.

Tu HOLLOWAY (Xavier)
6-0, Senior
Benim listemin tepesinde, bu sene nihayet komitenin radarına girebilmiş Holloway var. Fakat geçen sene de aynı listenin tepesine Jacob Pullen ve Kalin Lucas’ı oturttuğumu arşivlerimizde görebilirsiniz. Tık! Bu ikilinin sezon boyunca Kemba Walker ve Jimmer Fredette tarafından nasıl rencide edildiğini de hepiniz biliyorsunuz. Fakat Holloway’in yeteneklerine, en azından kolej seviyesinde fazlasıyla güveniyorum.
Zoraki bir 6-footer olarak geçen sene iki kere triple-double yaptığı gerçeğini öne sürelim her şeyden önce. Hocaların hocası Can Birand’la aynı masayı paylaştığımız gecenin ertesine düşen bu saatlerde, “yürek” parametresi konusunda özellikle hassas davranıyoruz ister istemez. Bu adamın da sezonu tüm fiziksel yetersizliklerini aşarak 5 rebound ortalamayla kapatması ve olayı Wake Forest’a karşı 10 rebound çekecek kadar ileri götürmesi tek başına o parametrede diğerlerini ekarte etmesi için yeterli veriyi sunuyor. Aslında geçen seneki Pullen seçimimle korkutucu bir benzerlik taşıyor gibi gözükmesine rağmen bu onun için kritik nokta olabilir hakikaten de. Yani ilk olarak söze buradan başlamış olmamı sadece dün geceki masaya bağlayamam.
Geçen sezon 20-5-5 çıtasının üzerine çıkan az sayıda oyun kurucudan biriydi Holloway. 20.2 sayı ortalamasını yakalarken bunu şut merkezli bir oyundan ziyade, deliciliğini kullanarak takımını canlandırdığı pozisyonların üzerine inşa etti. Ve bu enerjisinin ödülünü faul çizgisine yaptığı sık yolculuklarla alması da oyun akarken 15-16 civarında seyretmesini beklediğiniz skorunun, 4-5 birimlik bir kaldıraç etkisine uğramasını sağladı. Yine sezonun sonlarında ekrana gelen bu yönde bir istatistik olduğunu hatırlıyorum, kafamda çok net olmasa da… Çizgiye gitme alanında Rice’ın İranlı uzunu Arsalan Kazemi ve şu anda ismini hatırlamadığım bir diğer uzunla ilk üç sırayı oluşturuyordu. 87% ile faul atması hasebiyle üretimi de diğer ikilinin üzerindeydi. Özellikle sezon ilerledikçe savunmaların sertleştiği ve oyunun belli anlarda mutlaka tıkanma noktasına geldiği bir basketbol ikliminde, kesinlikle çok değerli bir şey bu özellik. Hele de topu kontrolünde bulunduran oyun kurucunuzdan böyle bir yardım alıyorsanız…

Elbette ödülü almak istiyorsanız takımınızı da bir noktaya çıkarmanız gerekiyor. Holloway’in rakamlarında geçen seneye göre bir gelişme olacağını beklerken, asıl çekincelerim de buradan kök alıyor. Zira zaten elit konferanslardan birinde bulunmayan Atlantic 10 temsilcisi Xavier’ın oyun kurucusu olan Holloway, geçen sene Marquette karşısındaki hayal kırıklığıyla biten sezonlarının ardından önemli yapı taşlarını kaybetmiş bir kadroyla yeni sezonu bekliyor. Konferanslarındaki Richmond ve Temple gibi rakiplerini yine aşağılarına alabileceklerini düşünsek de, şanssız bir konferans dışı fikstür çekmeleri panik havasını kampüse taşıdı. Memphis, Vanderbilt, Butler deplasmanlarına gidecekler, buradan üç mağlubiyetle dönseler pek fazla şaşıran çıkmaz. İçeride ise Purdue, Cincinnati, Gonzaga ve Georgia gibi turnuva adayı rakipler var… Buradan çıkaracakları derece hem büyük danstaki seri başı statülerini, hem de Holloway’in Wooden Award ve All-American Team gibi onurlar için şansını doğrudan etkileyebilecek kudrette. Arka alanda Mark Lyons gibi bir partnere sahip Holloway. Pota altında Kenny Frease gibi iyi bir bitirici de Chris Mack’in kolluk kuvvetlerinde olacak. Ancak Jamel McLean’in yokluğunda rebound konusunda yeni bir yardımcıya ihtiyaç var. Bunu sırasıyla Vandy’den ve isimsiz bir okuldan getirdikleri iki forvetten karşılamaya çalışacaklar: Andre Walker ve Travis Taylor. Bu oyuncuların katkısı Xavier’ın derecesinde ve dolayısıyla Holloway’in bu ödül için ciddi bir aday olma ihtimalinde belirleyici olabilir.

NBA’de varlığını sürdürmesini engelleyecek çok fazla defekt barındırıyor oyunu. Fakat bunları zamanı geldiğinde konuşuruz. Şimdilik -hala klasik bir oyun kurucu olmaktan çok uzak olsa da- yukarı çektiği organizasyon meziyetleri, 1.6 seviyesine getirdiği asist/top kaybı oranı ve maç başına 35% düzeyinde atmaya başladığı ve bir tehdit olarak oyununa kattığı üç sayılık atışlarıyla kolej basketbolu seviyesi için handikap olmayacak bir düzeye taşıdı tüm gediklerini. Enerjisi ve güçlü üst yapısının yardımıyla, kısa boyunun da sorun teşkil etmesine izin vermiyor.

Listenin geri kalanı şöyle:

Will BARTON (Memphis)
6-6, Sophomore

Dee BOST (Mississippi State)
6-2, Senior

William BUFORD (Ohio State)
6-5, Senior

Allen CRABBE (California)
6-6, Sophomore

Aaron CRAFT (Ohio State)
6-2, Sophomore

Marcus DENMON (Missouri)
6-3, Senior

Ashton GIBBS (Pittsburgh)
6-2, Senior

Jorge GUTIERREZ (California)
6-3, Senior

Tim HARDAWAY JR.** (Michigan)
6-5, Sophomore

Joe JACKSON (Memphis)
6-1, Sophomore

Scoop JARDINE (Syracuse)
6-2, Senior

John JENKINS (Vanderbilt)
6-3, Junior

Orlando JOHNSON (UC Santa Barbara)
6-5, Senior

Darius JOHNSON-ODOM (Marquette)
6-2, Senior

Jeremy LAMB (Connecticut)
6-5, Sophomore

Kendall MARSHALL (North Carolina)
6-4, Sophomore

Ray McCALLUM (Detroit)
6-1, Sophomore

Peyton SIVA (Louisville)
6-0, Junior

Jordan TAYLOR (Wisconsin)
6-1, Senior

Casper WARE (Long Beach State)
5-10, Senior

Maalik WAYNS (Villanova)
6-2, Junior

Bunlar içinden Hardaway Jr.’a olan sempatim zaten biliniyor. Onu gerçek bir aday olarak gördüğüm söylenemez ama Taylor, Lamb ve Jenkins’in All-American Team için ciddi birer aday haline gelmeleri beni şaşırtmaz. Bir de yeri gelmişken Jackson’ın olayını bir türlü anlamadığımı belirtmeliyim. Çok fazla süre almadığı geçen sezon bir şeyler kaçırmış olabilirim diye düşünüp, bu yaz ABD milli takımıyla da izledim ama…


İkinci guard pozisyonu için adayımsa, sezon öncesi listesinde kural gereği yer bulamayan çaylaklardan biri… Ve Austin Rivers*** değil… Bayağı bir dark horse seçimi olacağı açık, fakat Nike Hoop Summit’te vurulduğum yetenek Tony Wroten Jr.’a gidiyor benim diğer erken oyum. Onu da en azından listeye girdikten sonra konuşuruz, doğmamış çocuğa don biçmeyelim.

Her defasında bunlara harcamak istemiyorum elemanlar için kullanacağım kelimeleri ama merak eden çıkacaktır:
* Jrue Holiday’in kardeşi.
** Tim Hardaway’in oğlu.
*** Doc Rivers’ın oğlu.

Nekst: Forvet ve Pivot Adayları

Enke’yi Neden Özlüyoruz?


Futbolculuk döneminde, özellikle Barcelona deneyimi sonrasında, Robert Enke’nin her zaman en yakınındaki gazeteci olan Ronald Reng trajik ölümüyle hayatına teğet geçtiği her insanı biraz olsun silkelemiş kalecinin biyografisini geçen yaz içerisinde yayınladı. Carlos Tevez’in ‘yaşanacak şehirler’ listesindeki yeni güncellemeleri, Titus Bramble’ın sabıka kaydını ve şöhretin getirileriyle hesaplaşmayı becerememiş bir sürü başkasını dilimize doladığımız futbol dünyasında Enke gibileri özlemek çok yersiz değil. Aşağıda kitaptan bir bölümü alıntıladım. Wahrig sözlüğü çıkarmam gerektiyse bile, Enke için değer…

Nisan 2008. Avrupa Şampiyonası’ndan iki ay kadar önce Hannover’in Eintracht Frankfurt önünde 2-1 kazandığı hafta sonuydu. Robert Enke evinin salonunda maçın özetini izliyordu. Leverkusen-Stuttgart karşılaşmasına geçtiklerinde koltuğunda oturmaya devam etti. Önce yavaş gösterimde Stuttgart kalecisi Sven Ulreich’ın ceza sahası dışından gelen bir ortayı uzaklaştırmakta zorluk yaşayışını ve arka direkte Simon Rolfes’in topu ağlara yuvarlayışını seyretti. Birkaç dakika sonra Ulreich bu sefer uzaktan gelen bir şutu kontrol etmekte başarısız oluyor ve bu hatayı değerlendiren Stefan Kießling durumu 2-0 yapıyordu. Bu hataların arkasından ekrana Stuttgart teknik direktörü Armin Veh getirildi. “Futbol bazen çok basit bir oyundur. Bugün iki kaleci hatasıyla maçı kaybettik ve bunu herkes gördü. Bu durumda kaleciyi korumak, size hiçbir şey getirmez.” Veh’in sözlerini duyan Enke, televizyonun karşısında küplere binmişti. Bir teknik direktör kalecisi hakkında nasıl olur da böyle konuşabilirdi! Her şeyden önce ilk gol büyük çapta bir kaleci hatası değildi. Yapması gerektiği üzere yumruğunu kullanarak tehlikeyi savuşturmaya çalışan Ulreich’ın şanssızlığı, topu gönderdiği yerde rakip oyuncunun bulunmasıydı. Televizyon muhabirlerinin bunu görememesine ve bu tip yorumlar yapmasına alışmıştı. Fakat bir teknik direktör? Enke televizyona doğru bağırdı: “Olacak iş değil!”
O sırada Ulreich eve dönmek üzereydi. 19 yaşındaydı ve hala annesiyle birlikte oturuyordu. Bundesliga’da henüz 10 maça çıkmıştı ve çökmüş bir halde, yakalayabileceği tek şansı berbat edip etmediğini düşünüyordu. Çalan telefonuna baktığında, tanımadığı bir numara gördü. Bir süreliğine duraksadı ve ardından telefonu açmaya karar verdi.

“Sesi duyduğumda dehşete düşmüştüm,” diyor Ulreich. “Arayan Robert Enke idi.”
Ulreich’la gerçek anlamda tanışmış sayılmazdı. İki hafta önce Stuttgart ile oynadıkları maçın sonunda 2-3 dakika konuşmuşlardı sadece. Telefon numarasını da Ulreich’ın eldivenlerini üreten firmadan istemişti. Ulreich’ın içinde bulunduğu duruma aşina olduğunu düşünüyordu.
Yaklaşık yarım saat boyunca konuştular. Enke, Ulreich’ın yediği golleri analiz etti önce. Ona önemli olanın verdiği kararlar olduğunu söyledi. İlk golde topu yumruklayarak doğru olanı yapmıştı. İkincisinde ise aslında topun üzerine doğru biçimde kapanmasına rağmen, devamında şansı terse dönüyordu. Bu noktada kendisinden şüphe duymamalıydı. Onu herkesin önünde eleştirdikten sonra, Veh’in sıradaki hamlesi Ulreich’ı takımdan kesmek olabilirdi. Yine de umutsuzluğa kapılmamalıydı. Benzer bir şey Barcelona’da da başına gelebilirdi ve saçma bir kupa maçından sonra kapı dışarı edilebilirdi. Bir maçın ardından kendisini yerin dibinde bulabilirdi -ama ona söyleyeceği ilk şey şuydu ki- bir gün oradan çıkacaktı. Gerçekten de böyle oldu ve Ulreich’ın yeteneği onu tekrar yüzeye çıkardı. Tıpkı daha önce Enke’nin başardığı gibi.
“Telefonu kapattığımda tüylerim diken diken olmuştu,” diyor Ulreich.

Onu karşılayan annesine döndü. “Robert Enke…” Annesi bir açıklama bekledi, ama Ulreich’ın bir açıklaması yoktu: “Futbolda bunun başka bir örneği olduğunu zannetmiyorum. Bir milli takım kalecisi, kimsenin tanımadığı 19 yaşında bir meslektaşının telefonunu araştırıp buluyor ve ona yardım etmek için numarayı tuşluyor.”
“Ein allzu kurzes Leben”, Ronald RENG
“Ben, ben, ben çevireceğim.”

Eylül 16, 1973

Eylül 28, 1932 – Eylül 16, 1973
Eylül 28, 1932 – Eylül 16
Eylül 28, 1932 –

Yaşamının son saatlerinde, derinlere uzanan köylü kökleri sayesinde askerleri, çocukluğunda gelişleri dayanılmaz acının yol açtığı çığlıkların başlayacağı anlamına geldiği için çok ürktüğü ebelere benzetmiş. Bu görüntüler işkence ve Prens’in sadist sırıtışıyla karışmaya başlamış. Ama o zaman bile Victor gelecek umudunu taşıyor, halkın gücünün sonunda bombalarla makineli tüfekleri yeneceğine inanıyormuş… İçinde hala kalan müzikle son dizelere eriştiğinde (‘Ne zor şarkı söylemek, dehşetin şarkısını söylemen gerektiğinde’) bir grup muhafız onu, Ulusal Stadyum’a nakledileceklerden ayırmaya gelmiş. Kağıt parçasını alelacele yanındaki yoldaşa vermiş, o da şaşkınlığına rağmen hızla alıp saklamış. Arkadaşları şiiri spor salonundan dışarı, dünyaya taşıyabilmek için parça parça ezberlemişler. Victor’u bir daha hiç görmemişler.

Çok sayıda insanın Ulusal Stadyum’a nakledilmesine rağmen Estadio Chile dolu kalmış çünkü sürekli başkalarını getiriyorlarmış. Elimde Victor’un görülüşüne dair iki tanıklık daha var… Birkaç saatliğine yakınında, aşağıdaki, işkence odalarına çevrilmiş soyunma odalarında bulunan birisi vasıtasıyla bana ulaştırdığı, kızları ve beni sevdiğini söylediği mesajı… Ve bir de daha sonra, herkesin önünde dövülmesi, Prens lakaplı subayın histeri krizine girmiş gibi, “Şimdi şarkı söyle bakalım piç” diye bağırması ve onca işkenceye rağmen Victor’un sesinin salonda “Venceremos”tan dizelerle çınlaması… Ardından gene dövülmüş ve çilesinin son bölümü için sürüklenerek götürülmüştü.
Spor salonu, güneye giden ana demiryoluna birkaç metre mesafededir, demiryolu Santiago yönünde işçi mahallesi San Miguel’den, Şehir Mezarlığı duvarına paralel geçer. 16 Eylül Pazar sabahı erken saatlerde mahalle sakinleri bu demiryolu yanında sıraya dizilmiş yatan altı ceset bulmuş. Hepsinde ağır yaralar varmış ve hepsi makineli tüfek kurşunlarıyla delik deşikmiş. Ölüleri tanımak için yüzlerine bakarken kadınlardan biri, çok değer verdikleri adamı tanımış ve “Victor Jara bu” diye haykırmış. Hatta kadınlardan birisi, mahalleye gelip şarkı söylediği bir gün evine çağırıp fasulye ikram ettiği için Victor’u şahsen tanıyormuş. Onlar ne yapacaklarını düşünürken örtülü bir minibüs gelmiş. Mahalle sakinleri korkarak hemen duvarın ardına gizlenmiş ve sivil giyimli adamların cesetleri ayaklarından sürükleyerek minibüse koyuşlarını izlemişler. Victor’un adsız, kimliksiz, toplu mezara konmaya hazır cesedi herhalde oradan morga götürülmüştü. Ama bir kere daha, bu sefer morg çalışanlarından birisi tarafından tanınacaktı.
Daha sonra, şiiri bana getirildiğinde, vasiyetini, elinde kalan faşizme tek direniş yoluyla, insanların hakları ve barış için mücadelenin tek yoluyla kaleme aldığını anladım…
Beş bin kişiyiz burada
Bu ufacık yerinde kentin.
Beş bin kişiyiz.
Kim bilir kaç kişiyiz daha
Kentlerde ve ülkede?
Burada yapayalnız
On bin el, tohum eken
Ve fabrikaları çalıştıran.
İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, korkuyla, panikle, acıyla
Ahlaki baskıyla, terörle ve çılgınlıkla
Yüz yüze?
Altımız yitip gitti
Yıldızlı göğe gidercesine.
Biri öldü, bir diğeri dövüldü, aklıma
Gelmezdi bir insanın böyle dövülebileceği.
Diğer dördü bitirmek istedi yaşadıkları dehşeti
Biri hiçliğe attı kendisini
Bir başkası kafasını duvarlara vura vura
Ama ölüm hepsinin bakışlarında.
Ne dehşettir bu faşizmin yüzünün yarattığı!
Planlarını bıçak keskinliğinde yürütüyorlar.
Hiçbir şey umurlarında değil.
Onlar için kan demek madalya demek,
Kıyımsa kahramanlık.
Ah, Tanrım, bu mudur yarattığın dünya
Yedi günlük mucize ve emeğin sonunda?
Bu dört duvar arasında sadece tek numara var
Ki o da ilerlemiyor
Ki o da yavaşça daha fazla ölüm istiyor.
Ama birden uyanıyor vicdanım
Ve görüyorum ki bu akışın yüreği atmıyor
Tek atan makinelerin nabzı
Ve askerlerin ebe yüzlerini gösterişi
Tatlılıkla yüklü.
Haykırsın Meksika, Küba ve
Dünyanın kalanı bu vahşete karşı!
On bin eliz biz burada
Hiçbir şey üretemeyen.
Kaç kişiyiz ülkede?
Başkanımızın, yoldaşımızın kanı
Bombalardan ve makinelilerden daha sert vuracak!
Bizim ilk darbemiz de yeniden!

Ne zor şarkı söylemek
Dehşetin şarkısını söylemek zorunda kalınca.
Yaşadığım dehşetin
Ölmeye durduğum dehşetin.
Görmek kendimi bunca insanın ve
Bunca sonsuzluk anının arasında
Sessizlik ve çığlıkların
Şarkımın sonunu getirdiği.
Gördüğümü daha önce hiç görmemiştim
Önce ve şimdi hissettiklerim
Doğurtacak anı…
Estadio Chile
Eylül 1973
Victor: Yarım Kalan Şarkı, Joan JARA
Versus Kitap, Mayıs 2010
Çeviren: Algan SEZGİNTÜREDİ

Fehlt Jemand?


Yarın Almanya ile oynuyoruz. (Ben uyuyup uyanacağım daha.) Yıllarca izlemeye tahammül edemediğim milli takımlarından sonra başarı elde etmesini bayağı istediğim kadrolara sahipler hem futbol, hem de basketbolda. Lise dönemi sancılarını atlattığımdan olabilir mi bilmiyorum, Alman insanıyla pek bir alıp veremediğim yoktu aslında. Yani çok büyük insan enkazlarıyla da karşılaştık ama yine de bir genelleme çabam olmadı. Bizimkilerin yoluna taş koyanın onlar olmasını istemem, zaten bunu yapabilecek gibi gözükmüyorlar. Yarın galibiyet çıkması halinde bile Sırbistan maçı belirleyici olacak.

Almanlar’da Dirk Bauermann adaşına -bu kelime de beni Trakya’da geçen çocukluğuma götürüyor her seferinde- bir son dans için gerekenleri hazırlama niyetinde. 2005’teki Avrupa ikinciliğini Dirk Nowitzki’nin ‘kazanan’ kimliğini sorgularken kullananlar olmuştu, fakat büyük çoğunluk bir daha hiçbir oyuncuyu çevresindeki dört oyuncuyu böylesine yukarı çekerken göremeyeceğinin ve sıra dışı bir şeye tanıklık etmekte olduğunun farkındaydı. Fakat o günden bu yana her turnuva, Almanlar’a doğru zamanda tetiği çekmeleri gerekirken tereddüt ettiklerini gösterir gibiydi. Bir anlık tereddüt Yunanlar’a yeniden nefes vermiş ve tek şampiyonluk fırsatı uçup gitmiş miydi? Dallas halkı da 2006’nın anılarını aşmakta zorlanıyor ve bu paralelde düşünüyordu, ancak şimdi süperyıldızları hakkında taşıdıkları her şüphe kırıntısı için tövbe ediyorlar.
Nowitzki 33-34 yaşlarında bu takım arkadaşlarıyla bir altın madalyayı gözüne kestirmiş midir, emin değilim. Fakat bir Olimpiyat madalyası için ölüp bittiğini tahmin etmek güç değil. Bauermann da -tüm teknik yetilerine rağmen- kariyerini borçlu olduğu bu adam için çok titiz bir domestik olmak durumunda. Kenarda bir Mark Cuban yok, FIBA’nın izin verdiği tek devşirme hakkını da en iyilerinden biriyle doldurdular. 2012’de bu kadronun seviye atlaması için 88-89 jenerasyonundan gelecek katkıya ihtiyaçları olduğu açık, bunu Bauermann da görüyor. Fakat hata payının çok düşük olduğu bir ortamda deneylerle kaybedecek zamanı yok. Etkinliği daha önceden ispatlanmış yollarla, bu takımı olimpiyat elemelerine atmalı. Sonrasını da esas oğlana bırakmalı. Fakat şu anda en zayıf halkası olarak gözüktükleri bu grup, işleri hiç kolaylaştırmıyor. En tepeye sadece dar yollardan çıkabiliyorsun. Teselli olacaksa eğer…

Bu takımdan hemen şimdi verim alma gerekliliğinin yarattığı baskı, Tibor Pleiss gibi bir yeteneği sekiz kişilik temel rotasyonun dışında bıraktı. Gelişiminin ilk evrelerindeki her uzun oyuncunun düştüğü ve normal karşılanacak hatalar, bu takımda Nowitzki’yi kızdırmak için yeterli. Direksiyon yine Steffen Hamann ve Heiko Schaffartzik gibi güvenilir olmaktan çok uzak heriflerin ellerindeyken, bunlara hakikaten hiç ihtiyaçları yok. IN THE GAME yine tam zamanında imdada yetişip, Basketball-Reference seviyesinde işler yapmış. Tık! Bize de bunları sömürmek düşüyor. Turnuvanın geride kalan kısmında verimlilikte Hamann’ın altında kalmayı başarabilmiş oyun kurucuları listeliyorum: Ogooluwa Adegboye (kitaplarımızda hep bahsettik), Janis Strelnieks, Anton “Kızımız Olacaktı” Ponkrashov, Guy Muya, Vlado Ilievski (bıraktığımız çizgisinde devam ediyor o da turnuvaya), Bozhidar Avramov, Giorgi Gamqrelidze, Kerem Tunçeri (şaşırmadığınızı biliyorum) ve Devon Van Oostrum (top kayıpları dışında ben hala umutluyum). Gelin, dakika limitini 20 yapalım: Strelnieks, Ilievski ve Kerem kaldı. Efes Pilsen taraftarları hala endişelenmediyse, şurada Montepaschi Siena ile yapılan hazırlık maçının ikinci yarısından görüntüler var. Sasha Vujacic çok şanslı. Hem şampiyonluğu getiren o serbest atışı unutmam, hem de Igor Rakocevic’in yerine geldiğinden aşması gereken çıta çok aşağıda.
Almanlar böyle bir takım. İlk çeyrekte Chris Kaman’la vurmayı deniyorlar… Rakip uzunlar ‘hop başladık mı’, ‘aman kendimi faulden sakınayım’ derken bir hasar yaratıyor. Sonraki çeyrekler de tamamen kaybolduğunu söyleyemeyiz. Öyle ki Nowitzki’nin kullanım oranı 32.4% iken, Kaman’ın ikinciliğini ancak varış hakemleri belirleyebiliyor. Topların 30.7% gibi bir kısmı Kaman üzerinden kullanılıyor. Korkunç rakamlar! Yine yukarıdaki sitede geçmişteki üst düzey turnuvalara ait veriler de var ve Kaman’ın 2008’de bu kadar sık kullanılmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Zaten 2001 ve 2003’teki Ademola Okulaja dışında, Kaman’ınkiyle aynı sayfada anılabilecek kadar kuvvetli ikinci adam performanslarına rastlayamıyoruz.

Ankara gecelerinin sempatik çocuğu Erasmus Hayko güzel turnuva geçiriyor. Onun oyuna etkisi de bizim Ender Arslan’dan çok farklı değil. Ama 2003 model Ender’e biraz daha yakın. Rakamları yarar sağladığını gösterirken bile, sahada sürtünmeyi ihmal edemiyorsun. Her topun önemi bir değil ve Schaffartzik’in son çeyrekte üzerine vazife olmayan işlere kalkışmasıyla maçlar elden gidebiliyor. İspanya maçında böyle anları gördük ki, bunlar şanslarını bitiren bir maçta yaşansa Nowitzki bize 2006’dan saha içi kovalamaca sahneleri sunabilirdi. Daha aklıselim sahibi birileri gerektiğindeyse, dönüşümlü olarak Hamann ya da bu turnuvayı iyi geçiren Johannes Herber’den katkı alabiliyorlar fakat. Her şey o kadar da kötü değil.

Bizim takım hakkında yazmaya başlarsam, can sıkıcı bir hal alabilir gece. Zaten Xavier Dolan’ın (biz de 23 yaşındayız, seviyeyi yükseltme piç) ilk filmiyle açmışken kendisini, lise hatıralarıyla gereğinden fazla neredeydim-şimdi-neredeyim muhakemesi yaptım istemsiz olarak. Hatta Almanya’nın 88-89 jenerasyonundan beklediği katkıdan bahsetmek de çok işime gelmedi.
Ben bu turnuvadaki görüntümüzle, hücumda işleri Polonya maçındaki kadar sermez ve topu biraz paylaşabilirsek kazanabileceğimizi düşünüyorum. Topun dolaştığı günlere rastlamıyor genelde ama kötü şut atacağımız bir maç olursa eğer, işleri yokuşa sürebilecek yeterlikte gözüküyor Almanlar. Özellikle de savunmakta çok güçlük çektiğimiz ikili oyunlar, Hamann ve Schaffartzik’in sahada bulundukları her anda peşinden koştuğu bir opsiyon. Hücumdaki bu üstünlüklerinin karşılığı, savunmada aynı alandaki bir zayıflığa isabet ediyor. Onlar da iyi pick-and-roll savunamıyorlar. Fakat Kerem turnuvanın başından beri bu alternatife çok başvurmuyor. Yıllardır ikili oyunlarda pasın adresi olmasına alıştığı oyuncu (Kerem Gönlüm) burada yok. Diğerleri içinde en ideal partner gibi gözüken Semih Erden? O da yok. Enes Kanter bu alanda henüz çok çömez, John Calipari’yle bunları çalışmadığını tahmin edebilirsiniz. Polonya maçının son topundaki adımlamaları bile bunu tek başına söyleyebiliyor. Oğuz Savaş potaya biraz da uzak aldıysa pimi çekilmiş bomba haline geliyor ve geriye de bu alanda ancak vasatın üstünde olduğunu söyleyebileceğimiz Ömer Aşık kalıyor. Yani Kerem’i anlayabiliyoruz ama yine de bundan daha iyisini görmeye alışığız kendisinde. İkili oyun obsesifi altyapı hocaları gibi görünmek istemiyorum ama hücum sahasındaki diğer alternatiflerimiz de ortada. Almanya ve Sırbistan’dan biri Ömer Onan’ın karşısına Galatasaray formasıyla çıkmaya cüret etmediği takdirde, durağanlıktan kurtulup 70 sayıya ulaşmak için buna ihtiyacımız olduğu kesin.

Bu kadar Türkiye yeter. Zaten Nowitzki dokuz buçuk metreden bir vurur, tüm bunları yırtmak zorunda kalırız maazallah!