Fehlt Jemand?


Yarın Almanya ile oynuyoruz. (Ben uyuyup uyanacağım daha.) Yıllarca izlemeye tahammül edemediğim milli takımlarından sonra başarı elde etmesini bayağı istediğim kadrolara sahipler hem futbol, hem de basketbolda. Lise dönemi sancılarını atlattığımdan olabilir mi bilmiyorum, Alman insanıyla pek bir alıp veremediğim yoktu aslında. Yani çok büyük insan enkazlarıyla da karşılaştık ama yine de bir genelleme çabam olmadı. Bizimkilerin yoluna taş koyanın onlar olmasını istemem, zaten bunu yapabilecek gibi gözükmüyorlar. Yarın galibiyet çıkması halinde bile Sırbistan maçı belirleyici olacak.

Almanlar’da Dirk Bauermann adaşına -bu kelime de beni Trakya’da geçen çocukluğuma götürüyor her seferinde- bir son dans için gerekenleri hazırlama niyetinde. 2005’teki Avrupa ikinciliğini Dirk Nowitzki’nin ‘kazanan’ kimliğini sorgularken kullananlar olmuştu, fakat büyük çoğunluk bir daha hiçbir oyuncuyu çevresindeki dört oyuncuyu böylesine yukarı çekerken göremeyeceğinin ve sıra dışı bir şeye tanıklık etmekte olduğunun farkındaydı. Fakat o günden bu yana her turnuva, Almanlar’a doğru zamanda tetiği çekmeleri gerekirken tereddüt ettiklerini gösterir gibiydi. Bir anlık tereddüt Yunanlar’a yeniden nefes vermiş ve tek şampiyonluk fırsatı uçup gitmiş miydi? Dallas halkı da 2006’nın anılarını aşmakta zorlanıyor ve bu paralelde düşünüyordu, ancak şimdi süperyıldızları hakkında taşıdıkları her şüphe kırıntısı için tövbe ediyorlar.
Nowitzki 33-34 yaşlarında bu takım arkadaşlarıyla bir altın madalyayı gözüne kestirmiş midir, emin değilim. Fakat bir Olimpiyat madalyası için ölüp bittiğini tahmin etmek güç değil. Bauermann da -tüm teknik yetilerine rağmen- kariyerini borçlu olduğu bu adam için çok titiz bir domestik olmak durumunda. Kenarda bir Mark Cuban yok, FIBA’nın izin verdiği tek devşirme hakkını da en iyilerinden biriyle doldurdular. 2012’de bu kadronun seviye atlaması için 88-89 jenerasyonundan gelecek katkıya ihtiyaçları olduğu açık, bunu Bauermann da görüyor. Fakat hata payının çok düşük olduğu bir ortamda deneylerle kaybedecek zamanı yok. Etkinliği daha önceden ispatlanmış yollarla, bu takımı olimpiyat elemelerine atmalı. Sonrasını da esas oğlana bırakmalı. Fakat şu anda en zayıf halkası olarak gözüktükleri bu grup, işleri hiç kolaylaştırmıyor. En tepeye sadece dar yollardan çıkabiliyorsun. Teselli olacaksa eğer…

Bu takımdan hemen şimdi verim alma gerekliliğinin yarattığı baskı, Tibor Pleiss gibi bir yeteneği sekiz kişilik temel rotasyonun dışında bıraktı. Gelişiminin ilk evrelerindeki her uzun oyuncunun düştüğü ve normal karşılanacak hatalar, bu takımda Nowitzki’yi kızdırmak için yeterli. Direksiyon yine Steffen Hamann ve Heiko Schaffartzik gibi güvenilir olmaktan çok uzak heriflerin ellerindeyken, bunlara hakikaten hiç ihtiyaçları yok. IN THE GAME yine tam zamanında imdada yetişip, Basketball-Reference seviyesinde işler yapmış. Tık! Bize de bunları sömürmek düşüyor. Turnuvanın geride kalan kısmında verimlilikte Hamann’ın altında kalmayı başarabilmiş oyun kurucuları listeliyorum: Ogooluwa Adegboye (kitaplarımızda hep bahsettik), Janis Strelnieks, Anton “Kızımız Olacaktı” Ponkrashov, Guy Muya, Vlado Ilievski (bıraktığımız çizgisinde devam ediyor o da turnuvaya), Bozhidar Avramov, Giorgi Gamqrelidze, Kerem Tunçeri (şaşırmadığınızı biliyorum) ve Devon Van Oostrum (top kayıpları dışında ben hala umutluyum). Gelin, dakika limitini 20 yapalım: Strelnieks, Ilievski ve Kerem kaldı. Efes Pilsen taraftarları hala endişelenmediyse, şurada Montepaschi Siena ile yapılan hazırlık maçının ikinci yarısından görüntüler var. Sasha Vujacic çok şanslı. Hem şampiyonluğu getiren o serbest atışı unutmam, hem de Igor Rakocevic’in yerine geldiğinden aşması gereken çıta çok aşağıda.
Almanlar böyle bir takım. İlk çeyrekte Chris Kaman’la vurmayı deniyorlar… Rakip uzunlar ‘hop başladık mı’, ‘aman kendimi faulden sakınayım’ derken bir hasar yaratıyor. Sonraki çeyrekler de tamamen kaybolduğunu söyleyemeyiz. Öyle ki Nowitzki’nin kullanım oranı 32.4% iken, Kaman’ın ikinciliğini ancak varış hakemleri belirleyebiliyor. Topların 30.7% gibi bir kısmı Kaman üzerinden kullanılıyor. Korkunç rakamlar! Yine yukarıdaki sitede geçmişteki üst düzey turnuvalara ait veriler de var ve Kaman’ın 2008’de bu kadar sık kullanılmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Zaten 2001 ve 2003’teki Ademola Okulaja dışında, Kaman’ınkiyle aynı sayfada anılabilecek kadar kuvvetli ikinci adam performanslarına rastlayamıyoruz.

Ankara gecelerinin sempatik çocuğu Erasmus Hayko güzel turnuva geçiriyor. Onun oyuna etkisi de bizim Ender Arslan’dan çok farklı değil. Ama 2003 model Ender’e biraz daha yakın. Rakamları yarar sağladığını gösterirken bile, sahada sürtünmeyi ihmal edemiyorsun. Her topun önemi bir değil ve Schaffartzik’in son çeyrekte üzerine vazife olmayan işlere kalkışmasıyla maçlar elden gidebiliyor. İspanya maçında böyle anları gördük ki, bunlar şanslarını bitiren bir maçta yaşansa Nowitzki bize 2006’dan saha içi kovalamaca sahneleri sunabilirdi. Daha aklıselim sahibi birileri gerektiğindeyse, dönüşümlü olarak Hamann ya da bu turnuvayı iyi geçiren Johannes Herber’den katkı alabiliyorlar fakat. Her şey o kadar da kötü değil.

Bizim takım hakkında yazmaya başlarsam, can sıkıcı bir hal alabilir gece. Zaten Xavier Dolan’ın (biz de 23 yaşındayız, seviyeyi yükseltme piç) ilk filmiyle açmışken kendisini, lise hatıralarıyla gereğinden fazla neredeydim-şimdi-neredeyim muhakemesi yaptım istemsiz olarak. Hatta Almanya’nın 88-89 jenerasyonundan beklediği katkıdan bahsetmek de çok işime gelmedi.
Ben bu turnuvadaki görüntümüzle, hücumda işleri Polonya maçındaki kadar sermez ve topu biraz paylaşabilirsek kazanabileceğimizi düşünüyorum. Topun dolaştığı günlere rastlamıyor genelde ama kötü şut atacağımız bir maç olursa eğer, işleri yokuşa sürebilecek yeterlikte gözüküyor Almanlar. Özellikle de savunmakta çok güçlük çektiğimiz ikili oyunlar, Hamann ve Schaffartzik’in sahada bulundukları her anda peşinden koştuğu bir opsiyon. Hücumdaki bu üstünlüklerinin karşılığı, savunmada aynı alandaki bir zayıflığa isabet ediyor. Onlar da iyi pick-and-roll savunamıyorlar. Fakat Kerem turnuvanın başından beri bu alternatife çok başvurmuyor. Yıllardır ikili oyunlarda pasın adresi olmasına alıştığı oyuncu (Kerem Gönlüm) burada yok. Diğerleri içinde en ideal partner gibi gözüken Semih Erden? O da yok. Enes Kanter bu alanda henüz çok çömez, John Calipari’yle bunları çalışmadığını tahmin edebilirsiniz. Polonya maçının son topundaki adımlamaları bile bunu tek başına söyleyebiliyor. Oğuz Savaş potaya biraz da uzak aldıysa pimi çekilmiş bomba haline geliyor ve geriye de bu alanda ancak vasatın üstünde olduğunu söyleyebileceğimiz Ömer Aşık kalıyor. Yani Kerem’i anlayabiliyoruz ama yine de bundan daha iyisini görmeye alışığız kendisinde. İkili oyun obsesifi altyapı hocaları gibi görünmek istemiyorum ama hücum sahasındaki diğer alternatiflerimiz de ortada. Almanya ve Sırbistan’dan biri Ömer Onan’ın karşısına Galatasaray formasıyla çıkmaya cüret etmediği takdirde, durağanlıktan kurtulup 70 sayıya ulaşmak için buna ihtiyacımız olduğu kesin.

Bu kadar Türkiye yeter. Zaten Nowitzki dokuz buçuk metreden bir vurur, tüm bunları yırtmak zorunda kalırız maazallah!

Men Plan, God Laughs

Google amcaya göre -ki kendisine güvenim sonsuzdur- Yiddiş dilinde bir atasözü, İbranice olduğuna dair dedikodular da var ama Woody Allen ya da Robbie Williams’ın söylemediği kesin. Biz maç öncesi tahmin yürütmeye uğraşırken ya da gruplardan çıkma planları yaparken gülen tarafın Tanrı’dan önce bizim çocuklar olduğunu düşünüyorum bazen. Sıra dışı senaryoları hayata geçirmek konusunda son birkaç turnuvadır epey yol katetmiştik, Panevezys’de ulaşılmaz bir seviyeye çıktık.

Bir hafta önce, ikinci tur gruplarına taşınacak 1 galibiyet realist sayılabilecek bir tahmindi. Fakat halihazırda teptiğimiz yolu o gün tahmin edenin kaale alınacağını söylemek zor. İlk iki gün zayıf rakiplere (yaptıklarından sonra Britler’e böyle bir sıfat yapıştırmak ayıp olacak gerçi) karşı maçların erken kopması bile bizim takımın alışık olduğu bir durum değildi. San Marino basketbol milli takımıyla da oynasak -en asil duygunun insanı, şanlı San Marino halkının böyle bir takımdan mahrum kalacağını sanmıyorum- karın ağrıtmadan maç kazanmayız, sevmeyiz. Parkede duyguları aklının önünde giden bir ekip var ortada ve bu bireylerle ilintili bir durum değil. Tamamen farklı bir grup oyuncu seçilmiş olsaydı da benzer şeyleri konuşuyor olurduk muhtemelen. Bu yüzden en basit maçlarda bile fazlaca dalgalanan performansı garipsememek gerek. Maç içinde ağır darbelere rağmen sağlam kalmayı, tekrar ayağa kalkabilmeyi öğrendik. (Polonya maçındaki darbe fazlaca ağır geldi, toparlayamadık.) Fakat uzun vadede, hala tökezlemeden gitmemiz gerektiğini sanıyorduk. Kaan abinin söylediği gibi ‘durduk mu düşeriz’ idi, şimdi toparlar mıyız acaba?

Litvanya, seyirci avantajına rağmen eksikleri olan kadrosuyla alt etmesi çok da zor olmayan bir takım olarak göründü. Kötü oynamadık ama olmadı, üçüncü gün ayağımız takıldı. Bir günlük araya ve sonrasında nispeten kolay görünen rakibe bakıp bu sefer tek mağlubiyetle dağılmayacağımızı düşündük. Ama Polonya maçını da kaybedince toparlayabileceğimizi söyleyenler yine kaale alınmamıştır muhtemelen. Wroclaw ve Lodz’dan 7-1 çıkan takımın uzatmada kaybedilen Yunanistan maçından sonra ne hale geldiğini hatırlamak için hafızalarımızı fazla zorlamamıza gerek yok.

Eylülün beşinde yaşananları ise bir gün içeriden birinden de dinleriz belki, hikaye güzel devam ederse. Turnuva Türkiye’de olsa Joel Freeland ve Luol Deng ülke sınırları dışına çıkamazdı büyük ihtimalle. Kebapsa kebap, evse Ağaoğlu, ayıp ediyorsun Lou. (Kötü kafiyeyi yazıyı bloga koyarken fark ettim.)

İspanya’yı hazırlıksız yakaladık. Tekrar karşılaşırsak, Ceren’in oynadığı bir maçta paspas edebilirler. Böyle bir takım için bu duygusal çöküntüden kalkabilmek asıl mesele, rakip değil. İspanya maçı bundan sonrası için yukarıdaki ‘acaba’nın sebebi.

Öyle ya da böyle valizleri erken toplamaktan kurtulduk. Karneleri dağıtmak için henüz çok erken ama midterm notlarını açıklayalım, yaptıklarımız/yapmadıklarımız/yapmamız gerekenleri görelim…

Hidayet Türkoğlu’nu, üst düzey oyun kurucular çıkaramayışımızdan ve belki de skorer rolünü biçtiğimizde raydan çıkmasından korktuğumuzdan point forward olarak kullanmak istiyoruz. Koçların hayalleri olan bir meziyeti es geçmemek istemeleri de olabilir durum. Hidayet çizili oyunlarda forvetten pas dağıtmasını istediğiniz oyuncu olur, o işi de harika yapar. Ama yanında Dwight Howard gibi absürd yetenekler yoksa ve küçük yaşlarda rüyasında bile pick-and-roll oynayan adamlara karşıysanız zaman zaman arıza çıkması muhtemel. Bir de tüm hücumu onun omuzlarına yıkmaya kalkınca, yaptığı olumlu işler de nötralize oluyor. İleride resimli basketbol ansiklopedisinde point forward kelimesinin karşısında fotoğrafını görebileceğimiz bir yetenek var şu an elimizde. Emir Preldzic bu turnuvadaki kilit oyuncu. Bu ekiple ilk kez birlikte oynamasına rağmen şu ana kadar da sıkıştığımız her an ortaya çıktı The Master Key. Hedo’nun da yavaştan ipleri ona bırakması gerek. Bir hücumda top akışı durduğu anda genelde Hidayet’in ellerinde oluyor top. İki günde alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değil ama kendini biraz daha az fark ettirmesi işimize gelecek gibi.

Emir’in oyunu kötü bir turnuva geçiren Kerem Tunçeri’nin açıklarını kapatabilmek için de manalı. Hazırlık maçlarından beri dikkatimi çeken bir olay Kerem’in ikili oyunlardan sonra uzuna dönüp bakmaması. Zaten hücumda çarklar yeterince ağır işliyor, bir de sünepe guard görmeye tahammül edemeyebiliriz. Ender Arslan’ın yıllardır başa bela olan hareketliliği -eskiden olsa savrukluk derdik- şimdi ilaç gibi geldi. İkili oyunları Kerem’den çok daha iyi oynuyor şu anda. SBT.

10 sayı (%60 şut, %83 faul), 4 rebound ve 1 blok ortalamaları Enes Kanter için çok iyi şu anda. Hazırlık turnuvalarındaki hamlığı korkutmuştu ama Litvanya’ya gelene kadar onu üzerinden atmayı başardı. Oğuz Savaş kalıbının adamı değil, sırtı dönük oynayabilen oyuncumuz yok(tu). Enes’in henüz tam oturmamış oyunları bile çoğu zaman sonuç veriyor. Perdelerde sağlam durmayı öğrendi, bir sonraki hedef: Yaylanmadan yürü. Ayakları sabitlemeyi de öğrendikten sonra pick-and-pop oyunlarında orta mesafeleri leblebi gibi göndermeye başlayabilir.

Kenara gelirsek… İki gün önce o dört saatlik süre kusursuz geçmese fatura çok büyük ihtimalle en kolay yoldan Orhun Ene’ye kesilecekti. Eleştirilmeyecek kadar saf bir durum yok ortada ama koç şu ana kadar iyi götürüyor. Ağır bir mağlubiyetten sonra bile Barbaros Akkaş gibi dan dun konuşmaması yeter…

Kadro seçimini bir kenara koyarsak -İzzet Türkyılmaz seçimi hala mantıklı olan değil ama- en büyük sıkıntısı Hidayet-Emir tercihinde rahat davranamaması. Bogdan Tanjevic de olsa (tecrübesi ve uzun süredir takımın başında olmasından dolayı örnek) aynı problem yaşanacaktı. Hidayet’i maç sonunda oturtmak fazla radikal bir karar olur, mantıklı seçim Emir olarak göründüğünde bile. Ben de konuşarak bu seçimin içinden çıkamayacağım için Ene’ye kolaylıklar diliyorum.

Maç sonu oynayabilmek apayrı bir meziyet ama en azından period sonlarında uyuyakalmamak gerek artık. İspanya maçında, ikinci çeyreğin son savunmasında turnuva boyunca pek kullanmadığımız zonea döndük. Jose Calderon’dan üçlüğü yedik belki ama kötü savunmadık pozisyonu. Hemen her takım çeyrek sonundaki hücumlardan bir şeyler çıkartmaya çalışıyor, kafa karıştıracak bir şeyler denemek akıllıcaydı. Kalan 3 saniye için kullanılan son molada çizilen set de sayıyla sonuçlanmadı ama uygun pozisyon bulunmuştu. Çok güzel hareketler bunlar…

Alan savunmasını görece az kullandığımızı söyledik ilk turda. Ene’nin tercihi bu yönde olabilir ama Fransa gibi takımlara karşı lazım olacaktır. Kenardan altıncı adam olarak savunmaya katılan Tanjevic olmadan da aynı verimliliği sağlayabilecek miyiz merak ediyorum.

Epey bayat bir yazı oldu, buraya kadar gelebilenlerin affına sığınarak…

Abidik Gubidik Tweet:


Başlık: Bire bir değil ama mantıklı olan çeviri şu: “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset.”

Lithuanian Wrap – Day 4/5

Dün yalnızca C ve D gruplarında oynanan maçlarla geçti. Günün hikayesi Makedonya’nın yaptıklarıydı elbette. Ortak bir geçmişin paylaşımı konusundaki anlaşmazlıkların yarattığı diplomatik gerilim herkesin malumu. 2009’da Türk basketboluyla ilgili her taşın altından çıkan şahsın, ikinci çeyreğinde bastığı Yunanistan-Makedonya maçında yaptığı “Yalnız Yunanistan hiç frene basmadı, siyasi mi acaba” yorumu hala aklımızda. O yüzden bu eşleşmeye doğru yaklaşım getirmek için çok fazla uğraşmayacağım. Ancak Makedonya için herhangi bir galibiyetten daha fazla önem arz ettiğini, tribünlerde dalgalanan Vergina Güneşi de belgeliyordu. Bunu Bo McCalebb’ın komutasındaki bir ekiple yapmaktan da çok rahatsız olduklarını sanmıyorum. Rahatsız olan bir kesim mutlaka mevcuttur da… Her neyse.


Makedonya’ya esas zorluğu çıkaran, son şampiyonanın yarı finalistlerinden Yunanistan değil de basketbol coğrafyasında adı anılmayan Finlandiya olması ilginçti. Bugün maçı son topa kadar taşıdılar. Bunda beklentilerin fazla üstüne çıkan ve esasında bahse konu coğrafyada yeri Finlandiya’dan çok daha belirgin olmayan Makedonya’nın başarıyı karşılamaktaki sıkıntıları da pay sahibiydi kuşkusuz. Son çeyrekte maç bir kördöğüşü halini aldı ve şans Makedonya’nın galibiyetine karar verdi. Kaos adil midir, bilmiyorum. Fakat bugünkü sonuçla birlikte Makedonya grup birinciliği ve -çaprazdan Rusya ve Slovenya dışında dişe dokunur bir takımın gelmediği bir ortamda- çeyrek final için sürücü koltuğuna oturmuş durumda. McCalebb belki Makedonya milli marşını diğerlerinden ayırt edemiyordur ama Pero “Public Pervert” Antic ve diğer yeteneği sınırlı oyuncuların koyduğu çaba gerçekten takdire şayan. Hele Vlado Ilievski kış sezonundaki performansından uzakta görünürken… Anadolu Efes’in yeni transferi 7/17 ile kullandığı üç sayılık atışları dışında takıma olumlu anlamda çok fazla katkı yapamıyor. Özellikle direksiyonu McCalebb’a devrettiği dakikalarda çok rahat hissetmediği, artış gösteren top kayıplarından anlaşılabiliyor.


Makedon koç hakkında övgüler dizmeme yetecek kadar veri yok elimde. Ekibin uzun yıllardır birlikte oynamasının ve bu şampiyonanın kendi kariyerlerindeki olası yükseltici etkilerin farkında olmasının rolü daha fazla sanırım gelen başarıda. Antic’in ruhani liderliğinin yanında, diğer isimlerin de takımdaki misyonları net olarak belirlenmiş durumda. Bu bağlamda kulüp kariyeri diğer uzunlara göre daha yukarıda seyreden -geçen sezon Edirne’de izlediğimiz- Predrag Samardziski yalnızca 15 dakika ortalama almayı dert etmeyip, her an kendisinden beklenen katkıyı koymak için hazır kıta bekliyor. Finlandiya’nın durumu biraz daha farklı ve bana doğru basketbolu oynama konusunda gösterdikleri kararlılık daha özel bir durumun varlığını işaret ediyor. Daha önce Alman milli takımının başında 2001 ve 2002’deki başarıların da altında imzası olan -belki Dirk Nowitzki’nin imzasının biraz daha aşağısında- Henrik Dettmann’ın bu takımda iyi iş çıkardığını söylemeliyiz. Almanya ve Fransa’daki kulüp kariyerleri çok parlak geçmese de, yedi senedir birlikte olduğu bu takımda bazı şeyleri oturtmuş durumda. 1991 doğumlu Sasu Salin önemli bir Euroleague oyuncusuna dönüşebilir ve Petteri Koponen’in yaz ligindeki efsane statüsünden de burada bahsettik. Fakat görüntü bu düzende isimlerin geri planda kaldığını ve sahada herhangi 12 oyuncudan aynı verimin alınabileceğini gösteriyor. Aki Kaurismäki’nin son filmi “Le Havre”ın yolunu gözlerken, başka bir Fin yönetmenin dehasıyla karşılaşmış olmaktan şikayetçi değiliz. Belki Hırvatistan ile ilk gün değil de, Marko Tomas’ın sakatlığından sonra karşılaşsalar yarın Karadağ karşısında gruptan çıkma mücadelesi vereceklerdi. Onların yerine bu mücadeleyi aksine düzensizliği şiar edinmiş Bosna Hersek’in verecek olması çok hoşuma gitmedi.
Belçika maçına pek takılmadım. Elde muhtemelen yukarıda bahsettiğim her iki takımdan da iyi bir yetenek grubu varken sahada hiçbir zaman yoğun olamıyorlar. Rusya karşısında da maçı yakın götürmelerine rağmen, kaderi daha sahaya çıkmadan çizilmiş bir oyunu oynadılar ve nihayete ermesini beklediler. D.J. Mbenga’yı da böyle kullanacaksanız bir daha hiç çağırmayın be paşam!


Bugüne gelelim… Gündüz bölümünde yayın yoktu galiba, zaten ziyadesiyle kötü maçlar vardı. Polonya maçına geçmek için can atmıyorum, o sırada Fransa-İtalya maçına da göz attım. Özellikle ikinci yarıda güvenli bir fark yarattığımızı düşünüp, oraya odaklandım. Maç sonunda Tony Parker sakatlığı nedeniyle kenardaymış galiba, fakat o ana kadar da kötü bir gün geçiriyordu. Bir önceki yazıda iyi savunma kumaşından bahsettiğim Daniel Hackett zor anlar yaşatıyordu kendisine. Yine de kendini iyi hissetse, takımın kaderini Boris Diaw’un ellerine emanet etmezdi. İlginç olansa Diaw’un 3-4 senedir ilk kez böyle bir yükün altından başarıyla kalkmış olması. Bunu ancak bu İtalya takımı karşısında yapabilirdi herhalde. Bu takımın birçok şeyi yapacak durumda olmadığını söylemiştik. Ama göreceğimiz son şey güçlü bir son çeyrek olacak İtalya’dan. Boy ortalaması 2.05 olan bir pota altı rotasyonuna karşı, her topu Andrea Bargnani’yle indirdikleri maçlar sayılmaz.
Haber bültenlerinin birinde Sine Büyüka’nın Thomas Kelati ile yaptığı röportajı yakaladım. Kelati gerçekten çirkin bir adam, ama tarih boyunca da en akilane bazı sözler çirkin adamların ağzından çıkmıştır. “Maçı son çeyreğe kadar kafa kafaya götürmek istiyoruz, skoru oraya kadar taşıyabilirsek daha önce baskı altında daha iyi takımların da bocalayabildiğini gördük” dedi özetle Polonya’daki yabancı damat. Maç sonlarında gidecek güvenilir bir el sıkıntısı yaşayan bir takım olarak, bu maçta kapıyı açık bırakmamamız gerekiyordu. Doğru kafa yapısı, Büyük Britanya maçına girdiğimiz ve o gün her şeyi daha kolaymış gibi gösterene benzer bir şey olacaktı. Ancak sahada herkes maçın bize gelmesini, yetenek farkının sayı farkını yaratmasını bekledi. Savunmada benim bu seviyede en son dört yıl önce yine bizimkilerin İspanya’daki maçlarında gördüğüm basketlere izin veriliyordu. Atılan basketten sonra, herkesten önce bizim pota altında beliren bir Polonya oyuncusu. Dahası bir uzun. Hatta şu aşağıdaki…


Kenardan Enes Kanter ve Emir Preldzic’i getirirken, ülkede bu oyunu faal olarak oynayan en iyi üçlüyü (Gortat-Lampe-Ignerski) muhtelif sebeplerle Litvanya’ya getirememiş ve çekirdekte birkaç oyuncudan daha yoksun bu takıma karşı farkın doğal olarak gelmesi beklenebilirdi. Ve Türkiye aleyhine çıkan birkaç düdüğün bu doğal süreci bozduğunu savunmakta serbestsiniz. Fakat asıl konunun bu olmadığını görmek gerek. Başarısız son top üzerinden Orhun Ene’ye yüklenmenin kolay, ama tartışmayı doğru rotadan saptıran bir hareket olacağını. Dünya üzerindeki her takım mental olarak fazla takılmadığı, bir anlamda işleri otomatik pilota aldığı her maçta zorlanmaya mahkumdur. Bunu grubun açılış maçında İspanya, yine aynı rakibe karşı yaşadı. Bugün Litvanya önünde oynadıkları basketbola 3-4 dakika göz attıysanız bile, basiretsiz Polonya kadrosuna karşı son çeyrekte nasıl geri düştüklerini anlamanız zor olacaktır. Ene takımını psikolojik olarak maça hazırlayamadığı için, ya da bugün kafaca orada olmadığı bazı oyuncuların dakikalarını yeniden ayarlayıp reaktif bir çözüm üretmediği ve işini her zaman olduğu gibi yapmaya çalıştığı için suçlanabilir. Bu tutuculuğun faturasının mağlubiyet olarak geldiğini de söyleyebilirsiniz. Fakat lütfen hafızanıza hakaret edip, Bogdan Tanjevic güzellemelerine başlamayın. Burada çizilmiş seti eleştiriyorsanız -ki duyabildiğim kadarıyla Ene topun içeriye indirildiği bir oyunu anlatıyordu- Polonya’da oynadığımız son topları aklınıza getirin ve bir kez daha düşünün. Ya da zaman zaman saha içindeki oyuncu sirkülasyonunun aldığı hal, benim gibi sizi de rahatsız ediyor olabilir. Fakat o işin ustası da Boša’dan başkası değildi. Bugün Türkiye’nin şampiyonadaki geleceği pamuk ipliğine bağlı, umarım Ene’nin bu görevdeki geleceği de aynı derecede tehlikede değildir.


Yarınki Büyük Britanya-Polonya maçına geçelim. Üşenmezsem James Joyce Pub yollarını aşındırmayı bile düşünüyorum. Bir tane Union Jack temalı tişört almıştım galiba heves edip. En kötü ihtimalle onu üzerimize geçirip, televizyon karşısına otururuz. Fizibilite raporuna girişecek olursak, her şeyden önce Kraliçe’nin çocuklarının son güne Pollyanna’nın dahi ağız dolusu bir siktirle karşılayacağı bir gruptan çıkma şansı var. Türkiye’nin İspanya’ya yenilmesi halinde -ki bu kısmında pek sorun yaşayacaklarını sanmıyorum- Polonya’ya karşı 58 farkın üzerinde bir üstünlük sağlamaları gerekiyor. Büyük Britanya’nın 58 sayı atabileceğinden dahi emin değilim. Yani Polonya her türlü motivasyon unsurunu beraberinde taşırken ve evden uzakta ilk kez başarı için okyanusu ardında bırakıp “This Is A Low” eşliğinde Tyne Nehri’ni keserken çok da ümitli olamıyoruz.

Kadroda Luol Deng ve Joel Freeland ile yıldız avantajının Büyük Britanya lehinde olduğunu, uzun rotasyonunun -kötü bir maçla dönmüş olsa da- sonunda Robert Archibald’a kavuştuğunu bir yere not edelim. Fakat onlar kafalarında dönüş yolu için geri saymaya başlamışken, Polonya’nın maçı erkenden koparmak için bir sürü sebep bulabileceği açık. Belki yüzde 10 civarında seyreden bir ihtimal, ama onu kovalamaktan başka yol yok.



Yapmayın böyle şeyler…

Lithuanian Wrap – Day 3



Güne 14:45’te kupa bülteniyle başladık. Evde Bloody Mary yapabilecek malzeme yoktu -hiçbir zaman olmaz- ben de uyanmak için kahveden medet umdum. Üstüne üstlük burada kimse babamı tanımıyor. Duştan çıktığımda Büyük Britanya ile İspanya ilk çeyreği neredeyse eritmişti. Luol Deng ve Daniel Clark’ın iyi niyetine rağmen, bu senenin o sene olmadığını kabul etmişe benziyorlar. Bugün son şansları olduğunun farkındaydılar ve en azından ilk yarı Türkiye maçındaki gibi seyretmedi. Ancak Joel Freeland kış sezonunda bize izlettirdiği oyuncudan fersah fersah uzak ve kenardan gelen oyuncu ancak Andrew Sullivan olabiliyor. Freeland bugün bizim maçtaki sakatlığının da etkisini hissediyordu belli ki. İlk üç maç sonunda ulaştığı 8.3 sayı, 4 rebound ve 36% şut yüzdesi onun istatistikleri değil.

Onun kendine geldiği, uzun rotasyonuna Robert Archibald (migren ağrıları nedeniyle turnuvanın anlamlı kısmını kaçırmış oldu) ve Pops Mensah-Bonsu’nun dahil olduğu bir takım Londra’da bundan iyisini yapacaktır. Deng nispeten sorunsuz bir NBA yıldızı, fakat Olimpiyatlar için yardım bekledikleri diğer isimlerden yana o kadar şanslı değiller. Kelenna Azubuike koca bir sezonu kenardan izlemesine neden olan bir sakatlıktan çıktı ve durumunu ancak hasar tespit çalışmaları sonrasında görebileceğiz. Ben Gordon’ı da tanıyorsunuz, bir anda “Tatil daha cazip bir seçenek gibi geldi” diyebilir. Orada Nate Reinking benim çok sevdiğim bir şut spesiyalisti, ancak kenardan getirmeyi yeğleyeceklerdir gelecek yaz için. Eskiden Rus ve Yugoslav ekolünden bu tip, yayın gerisine çekilip doğru anı bekleme üzerine özelleşmiş daha fazla oyuncu çıkardı. Bir Igor Kudelin özlemi çekmiyor değilim. Oyun kurucu için kimin ilaç olabileceğiniyse kestiremiyorum. Rotasyondaki üç oyun kurucuları sırasıyla 87, 90 ve 93 doğumlu. Görebildiğimiz kadarıyla en yeteneklisi de 93 doğumlu olanı, yani Devon Van Oostrum. Tahmin edeceğiniz üzere Hollanda asıllı ve iki sene önce Caja Laboral gözlemcileri tarafından keşfedilip, genç takım kadrosuna dahil edilmişti. İsmet Badem’e dönüyoruz, nasıl bir oyuncu? “Ben izledim, çok atlet ve inanılmaz smaçlar vurabiliyor.” Tık! Ama onun da 2012 yazında bu açığı dolduracak bir gelişim göstermesi pek mümkün gözükmüyor, hala karar verme yetisi bu seviye için zayıf. Bekleyelim…


İspanya fikstürün çerez tarafını geride bıraktı ve boş günün ardından nihayet kendilerini sınayabilecekler. Buna paralel olarak, ben de İspanya’ya pek alıcı gözle bakamadım. Karakter olarak geç uyanan bir millet zaten, son Avrupa şampiyonasına da iyi bir başlangıç yapamadıktan sonra fazla zorlanmadan kupayı almışlardı. Futbol takımlarının da dünya kupasını kazandıkları yolculuğa bir İsviçre mağlubiyetiyle başladığını hatırlıyoruz. Fakat takımda İstanbul’da göze çarpan, ancak kadrodaki eksikler nedeniyle hoş görülen sorunların birçoğunun bugüne de taşındığını söyleyebiliriz. Sergio Scariolo çok erken yaşta başladığı koçluk kariyerinde bayağı yol katetti, etkileyici başarılara ulaştı. Bunlar beni ikna etmeye yetmiyor. İkna olmamam ondan iyi olduğumu düşündüğüm anlamına gelmiyor ve birazdan ona işini öğretmeye kalkışmayacağım. Ama bu takımdaki oyuncuları birlikte oynatamıyor. Bu çekirdek ana hatlarıyla yıllardır bozulmadan korunuyor, ancak sahada bir All-Star takımı izlediğimizi sanabiliyoruz. Rakibin direncinin daha kolay kırıldığı bu tip maçlarda bile o birlikteliği göremedik. Örnekse, biz Büyük Britanya karşısında oynarken nasıl da hemen müthiş bir hücum takımına dönüşmüştük. İspanya o sanrıyı bile yaşatamadı…


Victor Sada dışındaki iki oyun kurucu, bireysel olarak güven kırıcı sezonları geride bıraktılar. Her ne kadar Jose Calderon büyük burunlu bir arkadaş olarak nam salsa da, o da hem Toronto’da, hem de milli takımda ikinci plana itildikten sonra bu oyunu eskisi kadar yoğun oynamıyor. Savunması daha önce de zayıf karnı olmuş bir oyuncudan bahsediyoruz ve bu haliyle bazen hiç çekilmiyor. Serge Ibaka şu ana kadar, kağıt üzerinde vadettiği şeylerin yarısını bile sahaya koyamadı. Fark 25 olmuşken bile Oklahoma City’de güvenle yolladığı orta mesafe şutlarında çekingen. Bugün böyle bir ortamda, Ricky Rubio’nun ona servisleri çok değerliydi. Onu işin içine sokmanın öneminden haberdar olan tek oyuncuydu sanki. Sergio Llull sahada dördüncü opsiyon olduğunu fark ettiğinde, öldürücülüğünün neredeyse tamamını kaybediyor. Bazı oyuncular böyledir, sahada düşünmesini istemezsiniz. Ya da bazen düşünmemesini yeğlersiniz. Burada kötü iki tercihin onu kenara getireceğinin farkında, sürekli düşünüyor Llull. Bu şartlar altında ACB’deki herhangi bir takımın beşinden daha yararlı bir şutör guard bulabilirsiniz. Victor Claver ve Fernando San Emeterio da benzer şekilde, kulüp takımlarındaki rollerinden uzakta sıradanlaşıyor. Yani ‘ikinci beş sahaya çıksın, onlar da en kötü bir bronz alır’ geyiğinin bir karşılığı yok. Yine de Gasol Biraderler, oyun kurucuların yardımları olmadan dahi burayı domine edebilecek güçte olduklarını gösterdiler ilk günden beri. Litvanya ve Türkiye’ye karşı, bunu bu kadar kolay yapamayabilirler. Yine de çok büyük oyuncular. Juan Carlos Navarro da öyle… Her şeye rağmen bahis şirketi olsam, şampiyonluklarına 1.20’den fazla vermezdim sanırım.


İtalya ile yapayım bizim maça geçişi… Simone Pianigiani Letonya maçının üçüncü çeyreğinde arka arkaya ikinci molayı aldığında, tam olarak ‘ben kime laf anlatıyorum’ diyordu mimikleriyle. Oraya ne çizerse çizsin, sahada bunu yapmaya çalışan oyuncular görmesinin bile neredeyse ihtimal dışı olduğunu biliyordu. Oyun kurucu pozisyonunda karizmatik bir Amerikalı var, fakat oyun kurucu değil. USC mezunu olduğu için söylemiyorum, 2 numara olarak zayıflamış İtalya liginde iş yapabilir de. Zaten Scavolini’de iyi istatistik yapmış geçen sene. İyi de bir savunma kumaşına sahip, fakat Pianigiani’nin sahadaki gözü olması mümkün değil. Marco Belinelli’den yıllardır olgunlaşmasını bekliyoruz. Her yeni takıma geçiş yaptığında, yeni insanlar yeteneğini düşünüp ıslak rüyalar görmeye başlıyor. (Şaban Işık’a selamlar!) NBA’de özgüveni kenarda oturduğu onca dakikadan sonra biraz yontulmuş gibi ama burada acayip pozlarda arkadaş. Oyun zekası olarak belki de en yukarıdaki kısa olan Marco Mordente’den de bahsetmiştik, yeni doğan oğlunun motivasyonuyla ikinci ve üçüncü günlerde biraz daha iyiydi fakat yavaşlayan ayakları nedeniyle dakika başına 2 faulle oynuyor. Kısalar böyle savrukken, Danilo Gallinari’nin zorladığı şutlara pek kızamıyorsun.

Yıldızların neredeyse hepsi yeteneklerine veya fiziklerine ihanet eden tipler. (Ben Gallo’yu istisna olarak görüyordum, ama New York gibi topun bininin bir para ettiği bir ortamda bile daha derli toplu bir hücumu vardı.) Bitirim dörtlü arasında sahada en çok kendini veren, fiziksel mücadeleye girişen oyuncu olarak Andrea Bargnani ön plana çıkıyor. Gerisini siz hesap edin. Pianigiani’nin sözleşmesi kaç yıllık bilmiyorum ama çok fazla takılmak istemez burada. Ben yardımcı oyuncuların yeterli olmadığından dem vuruyordum ilk günkü yazıda, fakat elde yine de yetenek olarak bu turnuvanın vasatının çok üzerinde dört oyuncu vardı. Kenardakinin boş bir adam olmadığını da biliyoruz. Oynamak istememeleri şanssızlık, ne diyelim…


Durumu şöyle de özetleyebiliriz… Almanya maçı sırasında Orkun Çolakoğlu’nun penceresinden: “Belinelli adam mı oldun ulan?”

Fransa-Almanya maçını izlemedim. Almanya bayağı hızlı girmişti, sonra Fransa Tony Parker’ın 15 sayısıyla devreyi 29-28 önde geçti. İkinci yarının başında Chris Kaman, skor da henüz yakın olmasına rağmen kenara gelmiş ve bir daha oyuna girmemiş. Parker’ın kaybetmeye niyeti olmadığını görüp, sonraki maçlar için enerji tasarrufuna geçmiş olabilir Dirk Bauermann. Geçen yaz yaşadığı Avustralya maçı tecrübesinden sonra empati kurabiliyorum.



Euroleague Adventures sitesinde eski NBA Türkiye yazarı Nick Gibson, ekürisiyle birlikte güzel turnuva yayınları yapıyor. Bir de live chat ayarlıyorlar ki arada sırada bir sandalye çekip muhabbete ortak olmak keyifli. Orada yakın geçen bir maç sonunda kaybedeceğimiz tahmininde bulunmuştum ama takımın beklediğimden iyi oynadığını söylemeliyim. Öncelikle maçı bize getirebilecek etkenlerden biri olarak, Sarunas Jasikevicius’un hala bu takıma ait olduğunu ispatlamak için işleri forse etmeye çalışması ve başarısız olması ihtimalini düşünüyordum. Saras önceki maçlardaki kadar pasif değildi gerçekten de. Fakat 5 top kaybına ve yalnızca 1/4 ile şut atmasına rağmen, özellikle ikinci yarıda arabayı iyi kullandı. 7 asist FIBA basketbolu için zaten tek başına da oldukça etkileyici. Ancak geçen sene Fenerbahçe Ülker’de, belki de kariyerinde ilk kez kucaklamış gözüktüğü o ‘yaşı geçkin beyin’ rolünü buraya da taşıması daha da önemli. Ve turnuvanın geri kalanı için de fazlasıyla vaatkar. Mantas Kalnietis’in de artık bir istikrar kazandığını söyleyebiliriz. Pota altı rotasyonu sıra dışı yeteneklerden oluşmuyor ama çok derin. Kanatlarda da klasik olarak yeteri kadar atletik olmamanın sıkıntısını yaşıyorlar. Yıllardır bu resmi bozabilen tek adam, Duke tedrisatından çıkma Martynas Pocius oldu zaten. Jonas Maciulis ve Linas Kleiza yokken, evlerinde de oynuyor olsalar benim öngördüğüm şampiyonluk yarışımda dış kulvarlardan birindeler. Veronica Campbell-Brown geçen gün oradan madalyaya koştu ama…

Bizim kötü yaptığımız şeyler nelerdi? Mağlubiyetin baş sorumlusu olarak gösterilebilecek bir şey değil ama bir Türkiye klasiği olarak imdadımıza yetişiyor pick ‘n roll savunması bu soru sorulduğunda. Uzunlarımızın hiçbiri bu alanda yeterli değiller. Semih Erden geçen sene bu iş için şart olan lateral ayak çabukluğunu geliştirmişe benziyordu. Sakatlığı gerçekten şanssızlık. Diğerleriyse bu alanda birer silah olmak için ya fazla yavaş, ya da fazla tembel. Oğuz Savaş örneğinde her ikisi de. Enes Kanter ise oyunları okumakta da sıkıntı çekebiliyor ki yaşadıklarını düşününce bu iyi bir bahane. Jankunas-Songaila ikilisinden yediğimiz basketlerin çoğu bu yolla geldi ve ileride bu zaaftan daha fazla ekmek yiyen takımlar da çıkacaktır.


Emir Preldzic’in kadroya dahil edilmesi, beni bu yaz için en çok heyecanlandıran gelişmeydi kuşkusuz. Salt bir rasyonalizmle bakacak olursak, bence doğru bir karardı. FIBA’nın milli takımlara verdiği birer devşirme oyuncu kullanma izni, benim de çok sıcak yaklaştığım bir durum değil. Belki acımasız derecede bir pragmatizmin ürünü, fakat bunu kullandı diye kimseye de kızamam. Zira takım beklentilerin altında kaldığında, o karar vericilerin karşılaştığı eleştirilerde de var aynı acımasızlık. Bu tip çözümlerin iddia edildiği gibi bir ülke basketbolunu ekol olmaya giden yolda kilometrelerce geriye atacağını da zannetmiyorum. Özbekistan’dan gelen Ersan İlyasova buraya geldiğinde basketbol hakkında pek bir şey bilmiyordu, o yüzden Türk basketbolunun bir ürünü olduğunu savunmak çok yersiz değil. Ancak basketbolu Ersan gibi oynayan fazla Türk çocuğu gördüğümü söyleyemem. Duruma bu açıdan bakacak olursak, Ersan’ın milli takımdaki varlığı da o büyük Türk ekolü ereğimiz için en az Emir’in varlığı kadar tehlikeli.

Bu ülkeden son 10 yılda çok büyük basketbol yetenekleri çıktı, ancak adını dünyanın elit guardları arasına yazabileceğimiz bir oyun kurucu çıkmadı. Kerem Tunçeri dışındakiler bu kıtanın vasatlarını bile tehdit edemediler. Dahası Engin Atsür ve Barış Ermiş’ten başka bu yolda beni ümitlendiren birilerini hatırlamıyorum da. Bu şartlar altında, Willie Solomon’ı devşirip böyle bir jenerasyona birkaç madalya daha kazandırabilecek bir karar alınabilirdi. Bu yapılmadı. Sonuçta Ender Arslan’la gidilen İspanya ve Polonya’da başarıdan uzak kalındı. İspanya’da Solomon’ın ilaç olamayacağı kadar kötü bir manzara vardı belki. 2009’da da Solomon artık oyununun tepe noktasında değildi ya da. Bunun ‘yüzde yüz çalışıyor’ bir çözüm olmadığını biliyorum. Fakat korunan neydi? Kusura bakmayın ama ben Ender’le gelecek bir ekolü istediğimden emin değilim. Dün yapılmayan Solomon tercihi, bugün Preldzic ile yapılıyor. Oyun kurucu bölgesinden gerekli basketbol aklını her zaman bulamayan her takım gibi, biz de yönetim işlerini diğer pozisyonlara kaydırma eğiliminde olduk. Hidayet Türkoğlu’nun bu rolde çok fazla iş gördüğü dönemler oldu. TRT Spor sayesinde 2001’de yarattığı sihri daha yeni izledik… Fakat artık o da yeterli olamıyor ve hala o oyun kurucuyu yetiştirebilmiş değiliz. (Neyse ki Ender bunca tecrübeden sonra, takıma ne şekilde yarar sağlayabileceğinin biraz olsun ayırdına varmış durumda. Polonya’dan beri bu durum böyle.) Bu arka planı düşününce, Emir’i devşirme kararının arkasında yatan mantığı görmek fazla çaba gerektirmiyor. Ya da Roko-Leni Ukic ve Zoran Planinic’in yokluğunda direksiyonu Marko Popovic ve Rok Stipcevic gibilerine bırakmak istemeyen Hırvatistan’ın yaptığı seçimi. Daha önce Slovenya’nın turnuvalara Ariel McDonald gibileriyle gidip geldiği dönemlerde aynı topraklardan Beno Udrih ve Goran Dragic gibi NBA guardları yetişiyordu zira. Bizim Solomon’ı oynatarak önünü kesmekten çekindiğimiz o büyük oyun kurucular neredeler?



Bugün Kerem’in sakatlığı ve Hidayet’in maç sonlarında sahada etkin olan isim statüsünü koruması gibi etkenler nedeniyle, ilk üç çeyrekteki görüntüye göre ayrıksı duran bir son çeyrek yaşadık. Hidayet’in o statüsü belki de bugün milli takımdaki en sarsılmaz şey, Orhun Ene’nin bu noktada radikal bir karar alması beklenmemeli. Bu sorumluluk zaman içinde bahsettiğimiz diğer isimlere kaydırılabilir mi ya da Ene bu doğal süreci hızlandıracak bazı ayarlamalar yapabilir mi? Turnuvadaki geleceğimiz biraz da bu sorunun cevabına bağlı olabilir. Bu arada sonunda Erşan’ı da aramızda görmekten mutluyuz.


Bugünkü sınırlı bir fikstür olduğundan, dikkat çeken performanslara değinmeyeceğim. Sizin için özenle de seçmeyeceğim, kendime torpil yapacağım onun yerine.

Lithuanian Snack – Day 2

ODTÜ Matematik Bölümü’nün 58 derecelik sınıflarında diferansiyel denklemlerle boğuşurken ihtiyaç vardı aslında basketbola, ama günlerin ortopedi servisi-ev arası mekik dokumaya dönmesini bekledi Eurobasket. Kafa toparlamanın güç olduğu -öyle ki bracket yapmaya kalktım, Fransa’nın ölüm gruplarından çıkıp altına yürüdüğünü görünce bırakmak zorunda kaldım- bu curcunada Cem Pekdoğru gibi Litvanya mutfağından, tadı damağınızda kalacak dürümler saramam, ama son günlerdeki sıkı dostum Stuart Murdoch’un desteğiyle atıştırmalık bir şeyler çıkar belki.

Yeni formatla başlayalım… Nick Hornby’nin “Fever Pitch” kitabında bahsettiği, kış günü Wimbledon-Luton yedeklerinin maçına hakikaten ilgi duyduğu için giden ve bunun garip bir davranış olmadığını savunan arkadaşın futbola olduğu kadar saplantılı olmayabilirim bu oyuna, ama fazladan birkaç basketbol maçına hayır demem. (Yazında “Fever Pitch” referansı kullandın mı? Check!) Tamam, 24 takımlık formatın ürünleri takımların, kıtanın kalantorlarıyla oynadıkları maçlarda ortaya çıkan tabloya bayılmıyorum fakat bana zarar da vermiyor. En azından tanımadığım oyuncuların ufak hikayeler yaratabilme çabalarını izlemek ve yoğun program yüzünden ekranı dörde bölmek zorunda kalmadan maç izleyebilmek hoşuma gidiyor. Ya da oyunun daha fazla kişiye ulaştığını görmek…

Turnuvanın yeni takımlarının olaya biraz daha farklı bakıp transfer mantığıyla dümene ‘yabancı damat’ları oturtmaları ise nahoş bir durum. Ne Makedonya Bo McCalebb’ın omuzlarında yükselecek, ne de Bulgaristan Earl Rowland’ın. Kazançtan çok zarar veren hamleler bunlar. Daha önce kalantor diye tanımladığımız, kökenleri daha sağlam grubun ‘transfer’leri makul demek değil bu. Sadece kendisine yeni yeni yer edinmeye çalışanların, kaybedecek hiçbir şeyi yokken daha kökten çözümler üretmelerini bekliyorum. Onlar belki de gözlerine kestirdikleri ülkelerin gerisinde kalmamak için bu yolu seçiyorlar. Fakat ortada bu kadar esnetilebilen bir kural varken kuralı kullandıkları için birilerini suçlayamayacağımız kesin.

Artan takım sayısıyla hemen hemen bir hafta uzayan fikstüre rağmen kadroyu 12 kişiyle sınırlandırmak insafsızlık. Sezon açılışına yakın, 20 günlük bir turnuva -antrenman havasında geçen maçların sayısı artsa da- 12 kişiyle kotarılacak gibi değil. Kenarda takım elbiseyle oturacak +2 gayet makul. Yıllardır yazılan şarkılar türküler boşa gitmesin diye bizim federasyonun kadroların genişletilmemesi yönünde baskısı olduğu kulağıma gelen haberler arasında.

Oyuncuların kaldıkları otelleri, yiyemedikleri patlıcanları-cacıkları konuşmak da saçma. Garip olan 3 milyonluk ülkedeki sıvası dökülmüş -tamam bu belki biraz garip olabilir- gösterişsiz oteller değil, bizdeki lüzumsuz lüks arayışı.

Stewpot’tan Cem Kısmet’e geçiş yaparken iTunes -I’m such a stereotype- ben de parkeye geçeyim…

The Biraders: İspanya için turnuva bir hafta geç başlıyor, henüz hazırlık dönemindeler. Gasol Biraderler ve La Bomba’nın hafif ter atması yetti Jose Menemencioğlu ve ekibine. Sergio Scariolo’nun canını sadece Jose Calderon sıkıyordur şu anda, Ricky Rubio’yu artık kanıksamış olması gerek. Oyun kurucu pozisyonundan gelen kötü sinyaller var ama telaşa gerek yok, en azından takımı Litvanya karşısında görmeden önce.

Jonas the Landlady: Litvanya’yı tartarken ev sahibi avantajı gereğinden fazla ölçülüyor gibi. Sıkıntıları olan bir kadro var elde, veteranların geri dönüşüyle çözülmeyecek kadar büyük. Britler biraz sarstı ama pota altında devamlı katkı olmayınca kara görünmedi. Türkiye maçı daha fazla fikir verecektir bu kadro hakkında. Gazozuna maçlar, güvensiz veriler… 24 takımlı düzen hakkında Cem’e hak vermeye başlıyorum.

Tellioğulları: Devşirme oyuncuların önünü açan kuralın içime sinmediğini daha önce söylemiştim. Fakat formayı sırtına geçirdikten sonra elimizde büyüyen Emir Preldzic’i diğerlerinden farklı görmek mümkün değil. Avrupa’nın en iyi pasörlerinden birisi, yıllardır Hidayet Türkoğlu’na biçmek istediğimiz ama her seferinde sağı solu yamalı kalan kaftan onun üzerine cuk oturuyor. Ekibe sonradan katılıp yön veren olmasının kimseyi rahatsız etmeyeceğini umarak sahada olduğunda direksiyona oturtmak, üzerimize yapışan ‘kaos basketbolu’ndan kurtulmak için en kısa yol. Ender “Yat Uyu Babacım” Arslan’ın dakikalarını da Emir’le çakıştırarak maksimum performansı -ya da minimum zararı- hedefleyebiliriz.

Enes Kanter’i iyi/kötü eleştirmek (eleştirinin iyisi-kötüsü, yaz bunu Ali Demir, sınav sorusu) için erken, fakat bu iki maçın hazırlık turnuvalarında sudan çıkmış balık profili çizen adama çok iyi geldiği yüzünden belli oluyor. Yarın Kanter-Valanciunas eşleşmesi her türlü izlenir. Gelen son bilgilere göre, Givony Paşa da Ibiza’daki devremülkünden takip ediyormuş turnuvayı. “Jonas 18’lik bir çıtıra karşı 20-20 yapmadan çıkamam, utanırım” diyormuş.

Dün -bu yazı bitene kadar güneş bile doğmuş olacak sanırım- Ada’nın çocuklarına karşı iyi hücum ettik. Şaşırtıcı olan bu işi son turnuvaların aksine, savunmanın tetiklediği prematüre hücumlar ya da karın ağrıtan izolasyonlar yerine topu paylaşarak yapmamız. Hedo’nun Luol “Sadece İş Arkadaşlarım Bana Lou Der” Deng karşısında erken faul problemine girmesi ve oyunu Emir’in yönlendirmesi bunda en büyük etken gibi görünüyor şimdilik.

Luol and the Mustache: Büyük Britanya alt grubun en tehlikelisi olarak görünüyordu ama İskoç güzeli Robert Archibald’ın yokluğuna fikstür şanssızlığı da eklenince Vilnius’u görmek için en az birini kazanmaları gereken iki maçı kaybettiler. İlk maçta ev sahibini yenmek için Deng’den fazlası gerekiyor, İspanya’yı da bu saatten sonra ters ayak üstünde yakalamak zor olacak.

Die Zwillingstürme: Esas oğlanların kampa geç katılması, hazırlık maçlarında izlediğimiz makine düzeninin dışına çıkmalarına neden olabilir diye düşünüyordum. Ama Alman yapıyor, düzenlerini bozmak da zor. İtalya’nın altına alabileceği takım olarak onları görüyordum. Üç çeyrek sıkıntılı gitse de, son çeyrek Dirk’ün geçtiğimiz haziranı anımsatan hamlelerine karşı cevap gelmedi Jöleli Yıldızlar’dan. Dünün olayı Andrea Bargnani’nin üç çeyrek boyunca Chris Kaman’ı çok iyi savunmasıydı sanırım. Özellikle Kuzey Amerika taraflarından yükselen ‘acaba’lar Bargnani’nin son çeyrekte eski günlerine dönmesiyle kesildi. Kaman’ın ufak bir fakeine öyle bir zıplayışı var ki, aman aman… Kamanımla sana bir ses verebilseydim eğer! (Rispekt: Mete Aktaş)

Jöleli Yıldızlar: Başarılı olmalarını istediğimden, Sırbistan-Almanya-Fransa üçlüsünden hangisiyle baş edebilirler diye düşünüp Almanya’yı seçmiştim. Hem Almanya’ya ayıp etmişim, hem de bunların henüz bir şeyler başaracak durumu yokmuş. Stefano Mancinelli dışında ana üçlüye destek olabilecek kimse yok, o üçlünün de ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamaya bile gerek yok.

Son not: Marco Belinelli’nin çeteye yeni girip, kendine yer edinmek isteyen delikanlıvari fevri çıkışları acayip. Dün bir pozisyonda smaç yapmaya kalktı, top auta çıktı.

Yer ve zaman sıkıntısından erken kesmek durumundayım. Henüz izlemek istediğim takımları (mesela Bosna Hersek ve Makedonya) da tam izlediğim söylenemez zaten. Hastaneler radikal bir kararla bir hafta içinde yüksek hızlı internet bağlantısı sağlamazlarsa, ilk tur Kosova-Murathanoğlu’nun sesinden devam etmek zorunda.

Dünden iki çerez:

“It was good to play against the Michael Jordan of Turkey. Everything he’s saying is a lie.” – Luol Deng


Lithuanian Wrap – Day 1


Geçen sene böyle bir seri yapabilecek olsam, sözcük oyunlu cin başlık kategorisine sokulabilirdi kolaylıkla. Ekibin geri kalanından gelecek yardımlarla, her gün yazamayacak olsak da bir seri haline getirebiliriz.

Fotoğrafı ararken iki mutfak ziyareti yapmak zorunda kaldım, daha fazla vakit kaybetmeden ilk günden arda kalanlara bakalım.

1. 24 takımlık yeni formatı bugüne kadar her yerde kıyasıya eleştirdim. Sokağa çıkabilir miyim?
Rahat olabilirsiniz, yanılmadığınızı ele güne ilan etmenize izin veren skorlar söz konusu… Ama öncelikle bu tartışmadaki safımı açık etmem gerekiyor. Ben de 24 takımın Avrupa şampiyonası için gereğinden fazla olduğunu düşünmekteyim. Örnek olarak, futbolda böyle bir genişlemeyi anlayışla karşılayabilirim. Orada da ‘topçu’ diye nitelendirilebilecek oyuncuların soyunu tehlike altına sokacak fiziksel gereksinimler ortaya çıktı ve zaten hayli sıkışık olan fikstüre ekstra birkaç maç daha eklemenin yaratacağı yük tartışılabilir. Fakat kesinlikle bu genişleme için daha fazla argüman öne sürebilirsiniz. Elit oyuncuların büyük çoğunluğunu 10-12 ülkenin kuvvetlerinde bulundurduğu bir ortamdan bahsediyoruz. En baba basketbol ülkesi Yugoslavya’nın dağılan parçaları olan ülkelerin milli takımları dahi, oyun kurucu direksiyonunu doğdukları yerlerde tanınmayan birtakım Amerikalılar’a bırakmış durumda. Somutlaştırmak için daha fazla şey yazmaya ihtiyaç duymuyorum.
Öte yandan, futbolun aksine büyük güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı bir oyun basketbol. Örnekse 2004’te Yunanistan’ın yaptığına benzer bir şeyi, bu oyunun yakın geleceğinde görmüyorum. Son şampiyonaları düşününce, sürpriz bir yarı finalist bile gelmiyor aklıma. Indianapolis’te Yeni Zelanda’nın başardığı, belki de uzun yıllar çok uç bir örnek olarak bizi takip edecek. Fakat takım olgusunun en hissedilir boyutlara ulaştığı ve kenarda Tab Baldwin gibi yoğurdu farklı yiyen bir koçun bulunduğu o özel durumda bile, beklentilerin altında kalan Avrupalı takımların bu yürüyüşteki payı göz ardı edilmemeli.

Kadrodaki derinlik sıkıntılarının ya da çeşitli diğer yetersizliklerin, geleneksel olarak sıkışık bir fikstürde oynatılan bu turnuvalarda bir noktada sorun teşkil etmeye başladığında da hemfikiriz artık. Fakat daha minimal yaklaşırsak, grup safhasında her geçen günün ve hatta maç içinde her geride bırakılan çeyreğin güçlü takımların lehine olduğunu da vurgulamalıyız.
Bugün Rusya-Ukrayna dışında tüm maçlar -en azından benim öngörülerime göre- tepedeki üçlünün bir temsilcisiyle, aşağıdakilerden birini karşı karşıya getirdi. D grubunun da şaka gibi bir şey olduğunu ve Ukrayna’nın bu konumunu pek de hak etmediğini eklemeliyim. Bunların dışında seviyelerin en yakın gözüktüğü diğer maç Karadağ-Makedonya idi. 20-25 dakikalık bölümünü seyretme imkanı buldum ve gerçekten dengeli seyreden bir maç vardı. Fakat Karadağ’ın da kendini henüz bir güç merkezi olarak ispatlamadığını ve farklı bir grupta kolaylıkla aşağıdaki üçlüye dahil edilebileceğini eklemeliyiz. Zaten uzatmaya gitmiş olsa da, ortaya çıkan tabloda bu bile bir istisna yaratamadı. Yani üst paragraflarda tartıştığımız güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı teorisini, kural olarak ilan etmek için bilimsel bir dayanağa sahibiz.
Bu tablonun ilk grup safhasını keçiboynuzu kıvamına getireceği ortada. 16 takımlı sistemde en azından bazı favorilerin ilk günden yenildiğini görebiliyorduk. Son torbadan gelen takımlar açısından da bir tokat atmak için ideal gündü. Bugün Letonya, Bosna Hersek, Finlandiya ve Makedonya rakipleri karşısında ilk yarıyı önde kapattılar. Ancak takımı sırtlayan oyuncuların faul problemine girmesi, yorulması veya rakip kenar yönetimlerdeki tecrübeli koçların yaptıkları karşı hamleler maçları doğal seyrine geri döndürdü. Birçok takımın bu seviyede yarışmacı kalabilecek 7-8 oyuncusu var ve günler ilerleyip, koçlar benchin son sıralarına bakış atmak zorunda kaldıkça işleri daha da zorlaşacaktır. Maç kadrolarındaki oyuncu sayısının 14’e çekilmemesi de küçük balıkların lehine gözüküyor, zira oyuncu kaliteleri arasındaki fark oralarda daha dramatik. Sırbistan böyle bir durumda Uros Tripkovic’i getirecekti mesela, Portekiz ise muhtemelen saçı dökülmüş bir başka Benfica topçusunu.

2. Bir basketbol ülkesi olarak Litvanya koca bir yalan mıymış?
Avrupa sezonu boyunca Vilnius, Kaunas ve Siauliai dışında çok fazla Litvanya şehri görmesek de genelde kapalı gişe oynanan maçlar, Twitter’daki tutkulu çocuklar, milli maçlardaki sakallı zangoçlar, davulcular ve daha bir sürü faktör vardı Litvanya’nın batısından doğusuna demir çemberlerle örüldüğüne inanmamızı sağlayan. İlk grupların yavan bir seyirlik haline gelmesi veya şampiyonanın daha uzun bir takvime yayılmasından olabilir, ancak ilk gün pek bir şampiyona heyecanı yoktu salonlarda. İlçe turnuvalarında Alytus’taki salondan daha iyi lise salonları gördüğümü itiraf etmeliyim. Ama Alytus zaten en dandik şehir galiba, otobüs hattı bile yokmuş. Bizim maçların oynandığı şehirde de iki tane lokanta varmış NTV ekibinin söylediğine göre. Daha önce milli takım maçları için Mustafa Denizli’nin yaptığı Bursa totemine benzer bir şeyden dolayı orada oynuyoruz belki de. Ya da basketboldan daha derin kaygıları olan şehirler bunlar. Ama Litvanya’daki bu küçük şehirler için turnuva öncesinde yapılan Werchter benzetmeleri fazla romantik kaldı. Özellikle Alytus’taki salonda maç izlemekten hiç hoşnut değilim. Sovyet nostaljisi yaşatmak mı istediler, nedir?


3. C ve D grupları birkaç sene öncesinin eleme gruplarını hatırlatıyor, kabul. Fakat A ve B grupları hayatta bir kez tecrübe edilebilecek şeyler mi sahiden?
Bu gruplarda yeni yapıda çok sık rastlanılmayacak bazı konstelasyonların yaşandığı açık. Ama İtalya’nın süperyıldız diye ortaya attığı Andrea Bargnani, Marco Belinelli ve Danilo Gallinari gibilerinin bu sıfatın karşılığını ne kadar verdikleri bile hayli tartışılabilirken, rotasyonun geri kalanının bir sürü sıradan adamdan oluştuğunu görmezden gelemeyiz mesela. Stefano Mancinelli’yi de bir kenara ayıralım, o da her şeye rağmen vasat üstü bir Euroleague oyuncusu. Fakat hala eli belinde Marco Mordente’nin atacağı üçlüklere bel bağlayan bir takımdan bahsediyoruz. 1/3 üçlük, 1 top kaybı ve 3 faulle 8 dakika sahada kaldı Mordente. Takımın savunmada Bargs’ı sırtında taşıması yetmiyormuş gibi, bir de Mordente’nin matador performansını izledik. Zamanında iyi topçuydu ama. Yeri gelirdi, o takımı sırtında taşırdı. “Fair play to the lad.” Sadece hala ona muhtaç olan bir takımdan bahsettiğimizin altını çizmek istedim. Luca Vitali’nin sakatlığı talihsizlikti gerçekten, ancak buradaki en talihsiz takımlardan biri olmadıkları da açık. İyi olmayan bir Sırbistan’dan iki çeyrekte 22 sayı fark yediler. Maç başındaki erken kroşelerin ve üçüncü çeyrekte bir süreliğine etkili olan alan savunmasının kompanse edebileceği bir fark olmadı haliyle.
İtalya örneğini arkamızda bırakalım. Kattash-Sheffer-Sharp devirlerinin çok gerilerde kaldığını düşünürsek, Omri Casspi dışında ülkeden son dönemde çıkan bütün oyuncuları kadrosunda bulunduruyor İsrail. (Meir Tapiro, içim kan ağlıyor.) Fakat onlar da Maccabi Tel Aviv’in yatırımlarına rağmen hiçbir zaman bir basketbol ekolü olmadılar ki… O kelime tartışmaya açık, Türkiye’nin de bir ekol yaratamadığı söylenegelir hep. “Hiçbir zaman bir güç merkezi olamadılar” diyelim. Bugün 27 sayı fark yediler Almanlar’dan. Geçen yaz NBA Türkiye için yazdığım “Fırsat Avcıları” başlıklı yazıya dönelim. Bu yazıda gerçekten hiçbir yeri olmasa da… O gün o yazıya gruptan çıkamayan Almanya’yı dahil ettiğimde, bu da yersiz gözükmüştü çünkü. Kastettiğim buydu ve ilerleyen günlerde daha belirgin biçimde ortaya çıkacağına inanıyorum demek istediğimin. Bir yere varacaklarsa, bunun salt Nowitzki-Kaman ikilisiyle değil İstanbul’da ilk büyük tecrübelerini yaşayan o 88-89 jenerasyonunun birlikteliğiyle mümkün olacağı açık. Belki Dirk Nowitzki emekli olduktan sonra elde edecekleri başarılar için de geçerli bu.
Bizimkilerin bu tabloyu bozup, Büyük Britanya’dan kötü bir günlerinde onların tabiriyle bir ‘sucker punch’ yemesinden korksam da A ve B gruplarında bugün yukarıda gözüken üçlülerin, aşağıya kaymayacağını düşünüyorum. Ancak esas sıkıntı gruplar birbirine katıştığında hasıl olacak ve bu karşı koyamayacağım bir gerçek. Bu tarafta İspanya-Litvanya-Türkiye-Sırbistan-Almanya-Fransa var, sizde ne var?


4. Ev sahibi turnuva bitiminde bir Serdar Ortaç klibine mi uyanacak, yoksa halıdan kusmuk mu temizleyecek?
İlk gün takımları test etmekten çok, hazırlık döneminde oluşan uyku mahmurluğunu ortadan atacak 1-2 çeyreklik soğuk su bombardımanı işlevi gördü. O yüzden prematüre çıkarımlar yapmak istemiyorum. Sadece ev sahibi Litvanya’nın gözükenden daha sorunlu bir kadroyla buraya geldiğini düşünüyorum. Dün de böyle düşünüyordum, Büyük Britanya’yı aşağıdakilerin en iyilerinden biri olarak görsem de bugünkü maçtan sonra da düşüncem değişmedi. Bir şeyler ters gitmeye başlarsa, Sarunas Jasikevicius kariyerinin bu bölümünden sonra bir saatli bombaya dönüşecektir. Veteran rolünü kucaklayan süperyıldızlara çok sık rastlamazsınız, Saras’ın yüksek egolarının da bu konuda bir istisna olmasına izin vermeyeceği ortada. Aynı şekilde ülke basketbolu için önemli bir figür olsa da Darius Songaila’nın dakikalarının, Jonas Valanciunas’a verilmesi 2010’daki havanın bir benzerinin yaratılması için güzel bir adım olabilirdi. Ancak Songaila’nın omzuyla basket atan bir dev olduğu gerçeği unutulmasın!

5. Vladimir Dasic… Zamanı geldi mi bu çocuğun?
Teyakkuzda olun, ama daha değil. 20 sayı atıp 16 tane de rebound çekmiş, daha fazla ne yapabilir ki? Böyle göründüğünü biliyorum, bugün bazı bölümlerde hakikaten parladığını da kabul etmeliyim. Fakat bu bugüne kadar ondan görmediğimiz bir şey değildi. Zaten bunları yaptığı için Real Madrid tarafından transfer edildi. (Evet doğru bildiniz, bir oyuncuyu sırf kaşı gözü güzel veya döşü kıllı diye Real Madrid’e almazlar… Beyim.) Görmediğimiz şey bunu istikrarlı olarak yapacak mental kararlılığa ulaşmasıydı. Bu noktadaki yetersizliği de daha önce kirada geçen ayların sebebiydi zaten. Ya da Lottomatica Roma’da iyi oyuncuların parmakla sayıldığı bir kadroda zemin patlama sezonu için hazırken, birkaç kaşı kaldırmaktan öteye gidememesinin arkasında yatan da buydu. Dasic’in ikinci yarının hemen başında istatistik hanesinde 16-14 yazdığını düşünürsek, basit bir matematikle özlenen istikrara kavuşması için önünde daha yolu olduğunu söyleyebiliriz. Ama dikkat etmeli, zaman daralıyor.
Not: Bugün Kaan Kural’la Dasic’i masaya yatırdık ve o da bana destek çıktı. Yani bu konuda bana katılmıyorsanız, eve gidin peynir falan yeyin bence.


“Senede bir kez oynar, o da bize denk geldi.”
Elmedin KIKANOVIC (33 dakika, 6/9 şut isabet oranı, 15 sayı, 4 rebound, 2 blok)
Dasic veya Janis Blums’un da böyle performansları tekrar edebileceğini söylemek kolay değil. Ancak kariyerlerinde bir noktaya gelmiş, belli şeyleri görmüş oyuncular. Petteri Koponen de 14 sayı ve 6 asistten daha önemli bir şey yaptı ve yetenek olarak sınırlı bir oyuncu grubunu, Hırvatistan karşısında maç sonuna kadar kafa kafaya oynattı. İyi bir liderdir zaten de, onun sırrı yaz mevsiminde ve böyle kısa ömürlü turnuvalarda sanırım. Çünkü kendisi yıllarca her türlü yaz liginin kralı olup her sene Portland taraftarlarının ağzına bir parmak çalmış, sonra da sessiz sedasız kamp kadrosundan kesilen son oyuncu olmuştur. Bu takım Portland bile olsa, bir takım bir hatayı kaç kez yapabilir? Muhtemelen bir sıkıntı vardır. “Araştırmışlar, almadılar…”
Kikanovic’ten böyle bir şeyi bekleyen birileri olduğunu sanmıyorum. Cadel Evans bahsini düşünecek olursak, belki İnan Özdemir… Ama o kadar. Ratko Varda’nın son anda ıskartaya çıkması bu 1988 doğumlu çocuğun şansı olmuş ve partneri Mirza Teletovic kendi bireysel yarışmasında kötü bir gün geçirirken (0/9 ile üçlük attı) önemli bir katkı sunmuş. Ben maçı izlemedim, bilemem ama öyle yeni bir yıldızın doğuşuna tanıklık ettik gibi bir durum yok sanırım. Zaten sayılarının çoğu maçın ilk bölümünde gelmiş. “Maçın ilk bölümünde atınca da 2 sayılıyor, son bölümünde atınca da 2 sayılıyor” dedi Olasılık sınavında bütün sorulara 50% cevabını veren adam.
“Sizin için özenle seçtik.”


İkisine de daha fazla katılamazdım… (RT konusundaki cömertliğim gözlerden kaçmasın.)

When the Game Was Ours #4



Hazırlık kampındaki ilk haftasında Bird, Cedric Maxwell kendisini ıslıkla “The Great White Hope”tan bölümler çalarak karşıladığında fazla önemsemedi. Bird çocukluk yıllarının tamamında French Lick’teki Valley Springs otelinde çalışan Afro-Amerikan gençlerle birlikte oynamıştı ve ırkları onun için hiçbir zaman bir anlam ifade etmemişti. 

“O zamanlar benim için önem arz eden tek şey, en iyi maçı bulabilmek ve böylece oyunumu geliştirmekti,” diyor Bird.

Fakat Amerika’nın geri kalanı aynı derecede açık fikirli sayılmazdı. Magic’e göre o dönemdeki tüm beyaz oyuncular, siyah taraftarlar için sadece yanlı ve çoğunluktaki beyaz medya tarafından şişirilmeleri sayesinde oynamaya devam edebilen bir avuç yeteneksizdi. Siyah oyuncular içinse beyaz taraftarlarda disiplin altına alınamaz ve temel yetileri eksik oyuncular oldukları yönünde bir basmakalıp yerleşmişti. Afro-Amerikanlar’ın oynadığı sokak basketbolunu izlemek için para ödemek istemiyorlardı. Bird ve Magic’in lige dahil oluşu, her iki ırk hakkındaki yanlış önyargıları dağıtma noktasında çok yardımcı oldu.

Magic şehre geldiğinden beri gittiği Crenshaw Bulvarı’ndaki berber dükkanında bir gün, yaşlı müdavimlerin Bird’den bahsettiğini duyunca bir süreliğine afallar. Daha önce onların bir beyaz oyuncunun adını andığını hiç duymamıştır, efsane “Pistol Pete” Maravich dahil…

“Bunu söylemek zorundayım, o beyaz çocukta iş var,” der berberi.
“Son geldiğimde sana bunu söylemiştim.”

“Söyledin, ama Rockets’a karşı finalde yaptığı şovdan önce bunlara kulak asmıyordum. [Moses] Malone’u aptala çevirdi, görmedin mi?”

İddia edilene göre sıfır çevikliğe ve atletizme sahip Bird, bir final serisi sonrasında berber dükkanındaki ihtiyar heyetini kazanmayı başarmıştı. Serbest atış çizgisinden kaçırdığı bir şutunu takip ettikten sonra havada el değiştirip bıraktığı basket bunun için yeterli olmuştu. Bu akrobatik hareket, Boston’ın 1981 şampiyonluğunun imzası haline geldi.  


Bundan kısa bir süre sonra, basketbol sahalarında 33 numaralı Bird formasını giymiş azınlıklar belirmeye başladı. Magic bunu ilk gördüğünde şaşırmıştı, biraz da gördüğü yer Los Angeles asfaltları olduğundan… Aynı dönemde [Bob] Lanier da Milwaukee’deki berber dükkanında Bird’ün kararlılığını öven eskilerle karşılaşıyordu.

“Bizim çocukların çoğu sokak basketbolundan geliyordu ve maç sırasında çok fazla ileri geri konuşulurdu,” diye anlatıyor Lanier. “Sonra Bird lige giriş yaptı ve sürekli konuşuyordu. Eğer konuşuyorsan ve sonra sahada o sözlerin hakkını verebiliyorsan, korkulması gereken bir adamsındır. Ve Larry her zaman hakkını verirdi.”

Bird’ün rakiplerini sözleriyle de yenme alışkanlığı, kısa sürede NBA’de herkes tarafından bilinen bir fenomen halini aldı.

Chuck Person çaylak sezonunda Christmas’a bir hafta kala takımı Pacers ile birlikte Boston Garden’a geldiğinde, yılbaşı tebrikleriyle onu bekleyen Bird ile karşılaşır.

(Çevirmen Notu: Person henüz bir çaylak olmasına rağmen, gazetecilere en çok malzeme veren Pacers oyuncusudur. Keskin şutörlüğüne hürmeten “The Rifleman” lakabını almıştır. Maçtan önce gazetecileri karşısında görünce mırıldanmaya başlar: “The Rifleman is coming, and he’s going Bird hunting.”)

“Senin için bir hediyem var,” der maç öncesinde Person’ın yanından geçerken.

İkinci yarının sonlarına doğru Bird çapraza doğru koşusunu yapar ve kenarda oturan Pacers oyuncularının -Person da bu gruba dahil- hemen önünden üçlüğü gönderirken o tarafa doğru döner: “Merry f—ing Christmas!”

(“When the Game Was Ours”, J. MacMullan, p. 102 ff)

Legalize Kemp


En son 2009 yazında bahsetmiştik Shawn Kemp’ten. Babanın 39 yaşındayken -inanması oldukça güç biçimde- forma girdiğini ve İtalya’nın Premiata Montegranaro takımıyla anlaştığından bahsetmiştik. NBA’deki son yılları, özellikle de Orlando’daki sezonu doksanların başındaki namına leke sürmekten başka işe yaramamıştı. 2009’a gelene kadar geçen altı senede ise Kemp, birtakım rehabilitasyon çabalarına rağmen fazla kilolarından kurtulamamış, servetinin büyük kısmını gayrimeşru çocuklarının annelerine ödediği tazminatlarla kaybetmiş ve en sonunda da yapbozun son parçası olmaya çok uygun düşen bir şekilde marihuana bulundurmaktan tutuklanmıştı. Doğrusu kariyerine geri dönüş yapmasını beklemek akıl sınırlarını biraz zorluyordu. Fakat Montegranaro takımının sportif direktörüyle olan arkadaşlığı ve yılan hikayesine dönmüş geri dönüş planlarını bir ölçüde gerçekleştirmek adına bu hareketi yaptı. Ya da sadece manşet olduğu günlerin özlemini duyduğu için… Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Zira takımla üç hazırlık maçına çıktıktan sonra, kasırgadan etkilenen Houston’daki evinin bakımını sağlamak için acı vatana dönüyordu.

Gayrimeşru çocuk hikayesi bayağı popüler ve yazar-yorumcu takımının kapsamla uyumundan bağımsız olarak gönderme yapmaktan hoşlandığı bir hikaye. O yüzden daha fazla çekiştirip uzatmayacağım. Fakat şu anda mahkemelerce onandığı kadarıyla -elimize ulaşan son rakamlara göre- 9 farklı kadından 11 yasa dışı çocuk yapmış durumda Kemp. Bahse konu annelerden bir tanesi eski WWE divalarından Nikki Giavasis ve bu ablamız Chris Benoit’nın tartışmalı ölümünde pay sahibi olduğu öne sürülen biri. Kemp aşk adamı olmayı biraz fazla abartmış ve ortaya pek tekin olmayan bir portföy de çıkarmış yani. Yine de bu konuda yetmişlerin iyi guardlarından Calvin Murphy’nin 14 gayrimeşru çocukluk rekoruna ulaşması pek kolay değil. Her neyse… 2009 yazında Reign Man bu beklenmedik geri dönüşü hazırlarken, saçtığı tohumlardan biri de önemli kolejlerden burs teklifi alan bir basketbolcu adayı haline gelmişti. Bu onur listesine adını ilk sıradan yazdırmış, en büyük çocuk Shawn Kemp Jr. bahsettiğimiz.


Hikaye şu ki, 2009 liseli sınıfında birçok saygın site tarafından Top 100 içerisinde gösterilen Kemp Jr. Philadelphia’daki Reebok All-American Camp’e davet edilir, antrenörlerden biri yanına gelir ve şu dialog gerçekleşir.

– Dan Jennings?
– …
– What’s your name, kid?
– Shawn Kemp.
– What’s your name?

– Shawn Kemp.
– You ain’t Shawn Kemp.

Aslında yüzündeki ifadeye, hafif şekilsiz kulaklara bakıldığı zaman çaylak sezonunda ligi kasıp kavuran Sonics efsanesiyle benzerliği görmek çok zor değil. Fakat biraz radar altı kaldığını da hesaba katarsak inanılabilir bir hikaye. O dönemlerde ESPNU ve rivals.com listelerindeki yeri 70-80 arasında değişmekteydi ve her ne kadar işaretler birkaç sene içerisinde bir 7-footer haline gelebileceğini gösterse de yapılan iyi yorumlar elde olandan çok, ileride olabilecekler üzerinden güç alıyordu. (7-footer muhabbeti de lisede takıma almadan önce bacaklardaki kılları kontrol eden beden eğitimi hocalarından çıkıyordu zaten. Kanat genişliği 7-1, bacakları ise şimdiden 19 numaraydı ve babası da uzundu. Bu üçü yeterli, öyle değil mi?) Bugün Kemp Jr.’ın boyu 6-9 gösteriliyor ve -bundan birkaç sene önce düşünüldüğü gibi- 5 numarada oynaması çok kolay değil. Ancak hakkındaki en büyük çekince bu değil. 2009 yazında Alabama, Georgia, Ole Miss ve Cincinnati gibi iyi programlardan burs teklifi alan ve bunlardan ilkini tercih eden Kemp Jr. şöhretin ilk ışıklarıyla karşı karşıya görünüyordu. Alabama tercihini eve -yani annesiyle birlikte çocukluğundan beri yaşadığı Georgia’ya- yakın olmak istemesiyle açıklıyordu. Anlaşılan anneyle birlikte yaşamak hepimiz gibi onu da baymıştı ve o kadar da yakın olmak istemiyordu ki daha yakın seçeneklere yönelmedi. Fakat bu dört programdan gelen burs tekliflerinden çok daha fiyakalı olan, daha uzak diyarlardan Washington ve Indiana’nın da kendisiyle ilgilendiklerinin yazılıp çizilmesiydi.


Fakat işler beklendiği gibi gitmedi ve Kemp Jr. önce Alabama’da, sonra da transfer olduğu Auburn’de akademik olarak yeterlik gösteremediği için parkeye çıkamadı. Aslında freshman sezonu olması gereken 2009-10 sezonunu askeri bir ara kademe okulunda geçirip en azından paslanmamaya çalıştı, fakat geçen sezon bunu bile yapamadı ve basketboldan tamamen koptu. Bunun basketbola ancak sekizinci sınıfta başlayabilmiş biri için, önemli bir geri adım olacağı tahminini yapmak kötü niyet gerektirmiyor. Yeteneği konusunda da insanlar eskisi kadar yüksekten uçmuyor. Eski coachları elbette onu pohpohlamaya devam ediyorlar, ancak bu tip adamların ulusal basına çıkabilmesi ancak bu şekilde mümkün olabildiğinden onların söylediklerine fazla itimat etmemek gerek. Şu anda babadan aldığı genlere teşekkür etmesini gerektiren üstün bir atletizmle donandığını söyleyebiliriz. İzlediklerimiz gösteriyor ki, buna patlayıcı gücünü de eklemeliyiz. Fakat oyununun diğer yanlarında tamamlanması gereken milyonlarca şey olduğu da açık. Test kitapları arasında geçen bir kışın üzerine bu hamlığın yeni bir boyut kazanması da beklenebilir. Ancak Washington’ın başındaki Lorenzo Romar’ın son yıllarda NBA’e gönderdiği topçuları düşününce… Ona güvenmezsek kime güveneceğiz? Romar yeni müstahdeminin şu anda 120 kilo çektiğini, ama antrenmanlar başladıktan sonra sezona 10-15 kilo daha hafif girmesini umduğunu belirtiyor. Benim bu seneki Nike Hoop Summit kadrosu içindeki favorilerimden oyun kurucu Tony Wroten Jr. başta, yine birçok yakışıklı prospect ile imzalayan Romar’ın elinin en zayıf olduğu nokta pota altı rotasyonu gibi gözüküyor. Yani bu çocuğun en azından kolej kariyerinin, babasınınkinin üzerinde seyretmesine ihtiyacı olacak. Birkaç aylık Kentucky macerasının sonunda, takım arkadaşlarının altın zincirlerini çaldığı gerekçesiyle takımdan kovulan Kemp Sr. çocuğu için çıtayı çok yukarı koymuyor.

Mikrofonlarımızı zamanında Auburn’de coachluğunu yapmış Jeff Lebo’ya uzatıyoruz. Romar’ın bayağı yakın arkadaşı olduğunu düşünürsek, gözden iyice düşmüş bu çocuğun yeniden UWash gibi bir programın ilgisini çekmesinde önemli rol oynamış olmalı.
“Shawn Kemp has tremendous upside. He can shoot the ball from the perimeter and has a legitimate low post game. Shawn is a kid who has really unlimited potential to go certainly to the next level with his play. He can block shots. He can run.”

Babasıyla ilişkilerini de merak ediyor olabilirsiniz, zira Kemp Sr. insanlığın gördüğü en şefkatli baba olarak tanınmıyor. Kemp ile henüz 19 yaşında bir çaylakken tanışan Genay Doyal, iki yıllık bir ilişki sonrasında bir erkek çocuğa hamile kalıyor. Evli olmamalarına rağmen çocuklarına Shawn ismini koyuyorlar. Shawn Jr. iki yıl Sonics maçlarına gelip gittikten sonra, etrafında dönenlerin pek de farkında olmadan 1996’da -yani beş yaşındayken- annesiyle birlikte dümeni doğu yakasına kırıyor ve Georgia’ya taşınıyorlar. Çiftin ayrıldığı 1994 senesinden sonraki ilk baba-oğul buluşması, ancak 2000 sezonunda gerçekleşebiliyor. Senaryo şu: Babasını bir kez daha -ve bu sefer biraz daha bilinçli olarak- seyretmek isteyen küçük, Atlanta-Cleveland maçına gider. Babasını bulur, ancak takım otobüsü Cleveland’a geri dönmek üzere yola çıkıncaya kadar sadece 15 dakika konuşabilirler. Kemp Sr.’ın bunca kötü repütasyonu nasıl elde ettiğini sanmıştınız? Ancak uyuşturucu ve silah muhabbetinden ikinci içeri girişi sonrasında -genelde insanlar orada hayatlarının üzerine düşünebiliyorlar- bu sefer bağlantıyı kuran Kemp Sr. olur ve o günden sonra her yaz oğluyla sahaya çıkıp antrenman yapmaya başlar… En azından burada bir mutlu sondan bahsedebiliriz.


Kemp Jr.’ın bir de Avrupa’da journeyman kariyeri yaşayan bir eski basketbolcu dayısı var. Tayvan’da, Japonya’da, Fransa ve İspanya’nın genellikle alt liglerinde ve Almanya’da Bremerhaven’da forma giymiş. Bir ara Fransa’da Slam Dunk şampiyonluğu var, kariyerinin sonunda da L’Hospitalet takımında Serge Ibaka’nın takım arkadaşı olmuş. Pek parlak bir kariyer değil, ancak o da yeğeniyle top atmaya bayağı meraklı. Kemp Jr. için hayat 19 yaşından sonra olması gerekenden bayağı yavaş ilerlemiş, ancak bu birçok kişi için geçerli olabiliyor. Şu anda yaz okulunda dirsek çürütmekteymiş, babası gibi eşek olmamak için okuyacaktır. Daha sonra da 40 numaralı ve arkasında Kemp yazan bir formayla Seattle’daki en iyi kolej takımında sahaya çıkmak gibi büyük bir şans onu bekliyor. Salonda binlerce akrabası olacak. (Bir Cengiz Han esprisi kaçınılmazdı.) Romar gibi bir adamın desteğinin ne kadar değerli olduğunu da fark ederse, dayısından iyi babasından kötü bir kariyer elde etmemesi için hiçbir sebep yok. Eğlenceli çocuk, MySpace’ten gelen mesajlarla tanıdığı üvey kardeşleriyle ilişkisini de şöyle anlatmış:

“I guess they just went on and searched. I got a message saying, ‘I’m your brother,’ and I was like, ‘Oh, OK.'”