Geçen sene böyle bir seri yapabilecek olsam, sözcük oyunlu cin başlık kategorisine sokulabilirdi kolaylıkla. Ekibin geri kalanından gelecek yardımlarla, her gün yazamayacak olsak da bir seri haline getirebiliriz.
Fotoğrafı ararken iki mutfak ziyareti yapmak zorunda kaldım, daha fazla vakit kaybetmeden ilk günden arda kalanlara bakalım.
1. 24 takımlık yeni formatı bugüne kadar her yerde kıyasıya eleştirdim. Sokağa çıkabilir miyim?
Rahat olabilirsiniz, yanılmadığınızı ele güne ilan etmenize izin veren skorlar söz konusu… Ama öncelikle bu tartışmadaki safımı açık etmem gerekiyor. Ben de 24 takımın Avrupa şampiyonası için gereğinden fazla olduğunu düşünmekteyim. Örnek olarak, futbolda böyle bir genişlemeyi anlayışla karşılayabilirim. Orada da ‘topçu’ diye nitelendirilebilecek oyuncuların soyunu tehlike altına sokacak fiziksel gereksinimler ortaya çıktı ve zaten hayli sıkışık olan fikstüre ekstra birkaç maç daha eklemenin yaratacağı yük tartışılabilir. Fakat kesinlikle bu genişleme için daha fazla argüman öne sürebilirsiniz. Elit oyuncuların büyük çoğunluğunu 10-12 ülkenin kuvvetlerinde bulundurduğu bir ortamdan bahsediyoruz. En baba basketbol ülkesi Yugoslavya’nın dağılan parçaları olan ülkelerin milli takımları dahi, oyun kurucu direksiyonunu doğdukları yerlerde tanınmayan birtakım Amerikalılar’a bırakmış durumda. Somutlaştırmak için daha fazla şey yazmaya ihtiyaç duymuyorum.
Öte yandan, futbolun aksine büyük güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı bir oyun basketbol. Örnekse 2004’te Yunanistan’ın yaptığına benzer bir şeyi, bu oyunun yakın geleceğinde görmüyorum. Son şampiyonaları düşününce, sürpriz bir yarı finalist bile gelmiyor aklıma. Indianapolis’te Yeni Zelanda’nın başardığı, belki de uzun yıllar çok uç bir örnek olarak bizi takip edecek. Fakat takım olgusunun en hissedilir boyutlara ulaştığı ve kenarda Tab Baldwin gibi yoğurdu farklı yiyen bir koçun bulunduğu o özel durumda bile, beklentilerin altında kalan Avrupalı takımların bu yürüyüşteki payı göz ardı edilmemeli.
Kadrodaki derinlik sıkıntılarının ya da çeşitli diğer yetersizliklerin, geleneksel olarak sıkışık bir fikstürde oynatılan bu turnuvalarda bir noktada sorun teşkil etmeye başladığında da hemfikiriz artık. Fakat daha minimal yaklaşırsak, grup safhasında her geçen günün ve hatta maç içinde her geride bırakılan çeyreğin güçlü takımların lehine olduğunu da vurgulamalıyız.
Bugün Rusya-Ukrayna dışında tüm maçlar -en azından benim öngörülerime göre- tepedeki üçlünün bir temsilcisiyle, aşağıdakilerden birini karşı karşıya getirdi. D grubunun da şaka gibi bir şey olduğunu ve Ukrayna’nın bu konumunu pek de hak etmediğini eklemeliyim. Bunların dışında seviyelerin en yakın gözüktüğü diğer maç Karadağ-Makedonya idi. 20-25 dakikalık bölümünü seyretme imkanı buldum ve gerçekten dengeli seyreden bir maç vardı. Fakat Karadağ’ın da kendini henüz bir güç merkezi olarak ispatlamadığını ve farklı bir grupta kolaylıkla aşağıdaki üçlüye dahil edilebileceğini eklemeliyiz. Zaten uzatmaya gitmiş olsa da, ortaya çıkan tabloda bu bile bir istisna yaratamadı. Yani üst paragraflarda tartıştığımız güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı teorisini, kural olarak ilan etmek için bilimsel bir dayanağa sahibiz.
Bu tablonun ilk grup safhasını keçiboynuzu kıvamına getireceği ortada. 16 takımlı sistemde en azından bazı favorilerin ilk günden yenildiğini görebiliyorduk. Son torbadan gelen takımlar açısından da bir tokat atmak için ideal gündü. Bugün Letonya, Bosna Hersek, Finlandiya ve Makedonya rakipleri karşısında ilk yarıyı önde kapattılar. Ancak takımı sırtlayan oyuncuların faul problemine girmesi, yorulması veya rakip kenar yönetimlerdeki tecrübeli koçların yaptıkları karşı hamleler maçları doğal seyrine geri döndürdü. Birçok takımın bu seviyede yarışmacı kalabilecek 7-8 oyuncusu var ve günler ilerleyip, koçlar benchin son sıralarına bakış atmak zorunda kaldıkça işleri daha da zorlaşacaktır. Maç kadrolarındaki oyuncu sayısının 14’e çekilmemesi de küçük balıkların lehine gözüküyor, zira oyuncu kaliteleri arasındaki fark oralarda daha dramatik. Sırbistan böyle bir durumda Uros Tripkovic’i getirecekti mesela, Portekiz ise muhtemelen saçı dökülmüş bir başka Benfica topçusunu.
2. Bir basketbol ülkesi olarak Litvanya koca bir yalan mıymış?
Avrupa sezonu boyunca Vilnius, Kaunas ve Siauliai dışında çok fazla Litvanya şehri görmesek de genelde kapalı gişe oynanan maçlar, Twitter’daki tutkulu çocuklar, milli maçlardaki sakallı zangoçlar, davulcular ve daha bir sürü faktör vardı Litvanya’nın batısından doğusuna demir çemberlerle örüldüğüne inanmamızı sağlayan. İlk grupların yavan bir seyirlik haline gelmesi veya şampiyonanın daha uzun bir takvime yayılmasından olabilir, ancak ilk gün pek bir şampiyona heyecanı yoktu salonlarda. İlçe turnuvalarında Alytus’taki salondan daha iyi lise salonları gördüğümü itiraf etmeliyim. Ama Alytus zaten en dandik şehir galiba, otobüs hattı bile yokmuş. Bizim maçların oynandığı şehirde de iki tane lokanta varmış NTV ekibinin söylediğine göre. Daha önce milli takım maçları için Mustafa Denizli’nin yaptığı Bursa totemine benzer bir şeyden dolayı orada oynuyoruz belki de. Ya da basketboldan daha derin kaygıları olan şehirler bunlar. Ama Litvanya’daki bu küçük şehirler için turnuva öncesinde yapılan Werchter benzetmeleri fazla romantik kaldı. Özellikle Alytus’taki salonda maç izlemekten hiç hoşnut değilim. Sovyet nostaljisi yaşatmak mı istediler, nedir?
3.
C ve D grupları birkaç sene öncesinin eleme gruplarını hatırlatıyor, kabul. Fakat A ve B grupları hayatta bir kez tecrübe edilebilecek şeyler mi sahiden?
Bu gruplarda yeni yapıda çok sık rastlanılmayacak bazı konstelasyonların yaşandığı açık. Ama İtalya’nın süperyıldız diye ortaya attığı Andrea Bargnani, Marco Belinelli ve Danilo Gallinari gibilerinin bu sıfatın karşılığını ne kadar verdikleri bile hayli tartışılabilirken, rotasyonun geri kalanının bir sürü sıradan adamdan oluştuğunu görmezden gelemeyiz mesela. Stefano Mancinelli’yi de bir kenara ayıralım, o da her şeye rağmen vasat üstü bir Euroleague oyuncusu. Fakat hala eli belinde Marco Mordente’nin atacağı üçlüklere bel bağlayan bir takımdan bahsediyoruz. 1/3 üçlük, 1 top kaybı ve 3 faulle 8 dakika sahada kaldı Mordente. Takımın savunmada Bargs’ı sırtında taşıması yetmiyormuş gibi, bir de Mordente’nin matador performansını izledik. Zamanında iyi topçuydu ama. Yeri gelirdi, o takımı sırtında taşırdı. “Fair play to the lad.” Sadece hala ona muhtaç olan bir takımdan bahsettiğimizin altını çizmek istedim. Luca Vitali’nin sakatlığı talihsizlikti gerçekten, ancak buradaki en talihsiz takımlardan biri olmadıkları da açık. İyi olmayan bir Sırbistan’dan iki çeyrekte 22 sayı fark yediler. Maç başındaki erken kroşelerin ve üçüncü çeyrekte bir süreliğine etkili olan alan savunmasının kompanse edebileceği bir fark olmadı haliyle.
İtalya örneğini arkamızda bırakalım. Kattash-Sheffer-Sharp devirlerinin çok gerilerde kaldığını düşünürsek, Omri Casspi dışında ülkeden son dönemde çıkan bütün oyuncuları kadrosunda bulunduruyor İsrail. (Meir Tapiro, içim kan ağlıyor.) Fakat onlar da Maccabi Tel Aviv’in yatırımlarına rağmen hiçbir zaman bir basketbol ekolü olmadılar ki… O kelime tartışmaya açık, Türkiye’nin de bir ekol yaratamadığı söylenegelir hep. “Hiçbir zaman bir güç merkezi olamadılar” diyelim. Bugün 27 sayı fark yediler Almanlar’dan. Geçen yaz NBA Türkiye için yazdığım “Fırsat Avcıları” başlıklı yazıya dönelim. Bu yazıda gerçekten hiçbir yeri olmasa da… O gün o yazıya gruptan çıkamayan Almanya’yı dahil ettiğimde, bu da yersiz gözükmüştü çünkü. Kastettiğim buydu ve ilerleyen günlerde daha belirgin biçimde ortaya çıkacağına inanıyorum demek istediğimin. Bir yere varacaklarsa, bunun salt Nowitzki-Kaman ikilisiyle değil İstanbul’da ilk büyük tecrübelerini yaşayan o 88-89 jenerasyonunun birlikteliğiyle mümkün olacağı açık. Belki Dirk Nowitzki emekli olduktan sonra elde edecekleri başarılar için de geçerli bu.
Bizimkilerin bu tabloyu bozup, Büyük Britanya’dan kötü bir günlerinde onların tabiriyle bir ‘sucker punch’ yemesinden korksam da A ve B gruplarında bugün yukarıda gözüken üçlülerin, aşağıya kaymayacağını düşünüyorum. Ancak esas sıkıntı gruplar birbirine katıştığında hasıl olacak ve bu karşı koyamayacağım bir gerçek. Bu tarafta İspanya-Litvanya-Türkiye-Sırbistan-Almanya-Fransa var, sizde ne var?
4.
Ev sahibi turnuva bitiminde bir Serdar Ortaç klibine mi uyanacak, yoksa halıdan kusmuk mu temizleyecek?
İlk gün takımları test etmekten çok, hazırlık döneminde oluşan uyku mahmurluğunu ortadan atacak 1-2 çeyreklik soğuk su bombardımanı işlevi gördü. O yüzden prematüre çıkarımlar yapmak istemiyorum. Sadece ev sahibi Litvanya’nın gözükenden daha sorunlu bir kadroyla buraya geldiğini düşünüyorum. Dün de böyle düşünüyordum, Büyük Britanya’yı aşağıdakilerin en iyilerinden biri olarak görsem de bugünkü maçtan sonra da düşüncem değişmedi. Bir şeyler ters gitmeye başlarsa, Sarunas Jasikevicius kariyerinin bu bölümünden sonra bir saatli bombaya dönüşecektir. Veteran rolünü kucaklayan süperyıldızlara çok sık rastlamazsınız, Saras’ın yüksek egolarının da bu konuda bir istisna olmasına izin vermeyeceği ortada. Aynı şekilde ülke basketbolu için önemli bir figür olsa da Darius Songaila’nın dakikalarının, Jonas Valanciunas’a verilmesi 2010’daki havanın bir benzerinin yaratılması için güzel bir adım olabilirdi.
Ancak Songaila’nın omzuyla basket atan bir dev olduğu gerçeği unutulmasın!
5. Vladimir Dasic… Zamanı geldi mi bu çocuğun?
Teyakkuzda olun, ama daha değil. 20 sayı atıp 16 tane de rebound çekmiş, daha fazla ne yapabilir ki? Böyle göründüğünü biliyorum, bugün bazı bölümlerde hakikaten parladığını da kabul etmeliyim. Fakat bu bugüne kadar ondan görmediğimiz bir şey değildi. Zaten bunları yaptığı için Real Madrid tarafından transfer edildi. (Evet doğru bildiniz, bir oyuncuyu sırf kaşı gözü güzel veya döşü kıllı diye Real Madrid’e almazlar… Beyim.) Görmediğimiz şey bunu istikrarlı olarak yapacak mental kararlılığa ulaşmasıydı. Bu noktadaki yetersizliği de daha önce kirada geçen ayların sebebiydi zaten. Ya da Lottomatica Roma’da iyi oyuncuların parmakla sayıldığı bir kadroda zemin patlama sezonu için hazırken, birkaç kaşı kaldırmaktan öteye gidememesinin arkasında yatan da buydu. Dasic’in ikinci yarının hemen başında istatistik hanesinde 16-14 yazdığını düşünürsek, basit bir matematikle özlenen istikrara kavuşması için önünde daha yolu olduğunu söyleyebiliriz. Ama dikkat etmeli, zaman daralıyor.
Not: Bugün Kaan Kural’la Dasic’i masaya yatırdık ve o da bana destek çıktı. Yani bu konuda bana katılmıyorsanız, eve gidin peynir falan yeyin bence.
“Senede bir kez oynar, o da bize denk geldi.”
Elmedin KIKANOVIC (33 dakika, 6/9 şut isabet oranı, 15 sayı, 4 rebound, 2 blok)
Dasic veya Janis Blums’un da böyle performansları tekrar edebileceğini söylemek kolay değil. Ancak kariyerlerinde bir noktaya gelmiş, belli şeyleri görmüş oyuncular. Petteri Koponen de 14 sayı ve 6 asistten daha önemli bir şey yaptı ve yetenek olarak sınırlı bir oyuncu grubunu, Hırvatistan karşısında maç sonuna kadar kafa kafaya oynattı. İyi bir liderdir zaten de, onun sırrı yaz mevsiminde ve böyle kısa ömürlü turnuvalarda sanırım. Çünkü kendisi yıllarca her türlü yaz liginin kralı olup her sene Portland taraftarlarının ağzına bir parmak çalmış, sonra da sessiz sedasız kamp kadrosundan kesilen son oyuncu olmuştur. Bu takım Portland bile olsa, bir takım bir hatayı kaç kez yapabilir? Muhtemelen bir sıkıntı vardır. “Araştırmışlar, almadılar…”
Kikanovic’ten böyle bir şeyi bekleyen birileri olduğunu sanmıyorum. Cadel Evans bahsini düşünecek olursak, belki İnan Özdemir… Ama o kadar. Ratko Varda’nın son anda ıskartaya çıkması bu 1988 doğumlu çocuğun şansı olmuş ve partneri Mirza Teletovic kendi bireysel yarışmasında kötü bir gün geçirirken (0/9 ile üçlük attı) önemli bir katkı sunmuş. Ben maçı izlemedim, bilemem ama öyle yeni bir yıldızın doğuşuna tanıklık ettik gibi bir durum yok sanırım. Zaten sayılarının çoğu maçın ilk bölümünde gelmiş. “Maçın ilk bölümünde atınca da 2 sayılıyor, son bölümünde atınca da 2 sayılıyor” dedi Olasılık sınavında bütün sorulara 50% cevabını veren adam.
“Sizin için özenle seçtik.”
İkisine de daha fazla katılamazdım…
(RT konusundaki cömertliğim gözlerden kaçmasın.)